30 Haziran 2017 Cuma

"AKP (Adalet & Kalkınma Partisi) ve EĞİTİM", Yalçın KOÇAK - 18. Dönem Sakarya Milletvekili

AKP (Adalet [!] & Kalkınma [?] Partisi) ve EĞİTİM...
Yalçın KOÇAK
18. Dönem Sakarya Milletvekili
Bir adam ne kadar çok şeyi değiştirebiliyor. AK Partinin Sağlıkta ki başarısının arkasında Dr. Hasan Çağıl ve ekibinin non stop mesaisiz çalışmalarının olduğunu bilenlerden olarak, marifete iltifat ederek bize yakışanı yapıyoruz.
Peki eğitimde 6 eğitim bakanı, 8 müsteşar ve yaz, boz eğitim sistemleriyle yerinde sayan en önemli bakanlığımız. Zig zaglarla kaybedilen yıllar, adeta eski cemaat, şimdinin terör örgütünün sera bahçesi beslenip semirdiği ve tonlarca bastırılan Kitaplarıyla finansman temin ettikleri bakanlık burası. Bizim Cizvitlerin kozalandığı çöplükleri burası. Bakanları ile Müsteşarları ile, YÖK başkanları ve sayısız müdür, genel müdür ve naylon akademisyenleriyle cizvit karargahıdır Eğitim camiası, geleceğimizi satan iblislerin, hainlerin yuvasıdır burası.
Adalet ve Güvenlik kurumlarından ByLock'çular önce açığa sonra depoya alınırken, üniversitelere bildirilen isimleri rektörler sadece görevden uzaklaştırarak çapsızların yapacağı bir meslek dayanışması sergiliyorlar, adam kayırıyorlar. Üniversite camiamızda hangi hocalarda ByLock çıktı, KHK ile kovulan var mı? Kriptolar iş başında, herkes dosyalanmış; görevdekiler tehdit ve şantaj ile cizvitlerin istek ve işlerine boyun eğdiriliyor, biline.
YÖK İMAMI KİM? 
Sorumuza hala cevap yok!..
Üçüncü Bin yıla girdik, henüz daha başındayken Eğitim ve modelleri konusunda ciddi stratejik plan kararları almalıyız.
Eğitimde her parti istediği değişikliği yapamamalı bırakın parti farklılığını AK Parti’nin bakan ve müsteşarları birbirinin yaptıklarını yıkmakla meşgul oldular, bir arpa boyu yol gidilmediği gibi 72 ülke içinde 39. Sıradan 50. Sıraya geriledik, Millet olarak günahımız ne? Çocuk yapın diyen bir Başkanımız var, sözünü yere düşürmemişiz, geleceği kurtarmak adına üremişiz ama basiretsiz ve liyakatsiz yönetim kadroları ve eğitilmeye muhtaç eğitimcilerle sistem iflas noktasında.
Başkan Millet vazifesini yaptı, çapsız, tabsız ve kabı bozuk adamları, kravatı yemek peçetesi gibi takanları dijital okur yazar olmayanları sistemden temizlemelisiniz.
Pisa 5. si Finlandiya Eğitim Sistemini verimlilik adına değiştiriyorken biz ne yapıyoruz? Bakan değiştiriyoruz. Çözüm mü? Hayır?
Dünya da yapay zeka eğiticilik işine de soyunacak, ön almalı; inisiyatif kullanmalıyız.
Dijital dünya da okur yazar olan öğretmenlerle, çocuklarımız geleceğe hazırlanmalı.
Ders konuları, Müfredatlar yarınlar için ucu açık olmalı,
Geçmişe fener tutularak Tarih tekraren yazdırılmalı, ön Türkler, Etrüskler, Pelasklar muhakkak okutulmalı.
Öğrenciler kabiliyetlerine göre çap’lanmalı,
Geliştirilen melekelerine göre sınıflandırılmalı,
Okul modellerimiz dijital çağın gereklerine göre dizayn edilip projelendirilmeli,
Sanal gerçeklik ile; müzelerimiz, Uygulama eğitimlerimiz, Tarih ve Coğrafya derslerimiz tamamlanmalı,
Sanayi tesislerimizle içli dışlı eğitim modelini finanse etmeliyiz. Sanayicilerimiz eğitime dahil olmalı sektörün istediği elemanın yetiştirilmesine çözüm ortağı yapılmalıdır,
Okulda geçen zamanla, tatilin kısalığı, ödevlerin bolluğu ile akademik başarının sağlanamayacağı ispatlanmışken bu yanlışlardan, doğrusu tespit edilecek sisteme dönülmelidir.
Eğitim psikologları yetiştirmeliyiz, hem de çok sayıda. Teknik bilimlerde dahi Sosyoloji öğretmeliyiz, (tabi kendi adamlarımız; İbn-i Haldun gibi, Cemil Meriç gibi)
Azınlık Liselerimiz ile KiLise'lerinin ara kapı ile birbirine nasıl bağlı olduklarını görmeden okullarımızda ki dini eğitime karar da veremeyiz, tarafta olamayız. Birinin modeli illaki yanlış?.
Önce ahlak, sonra eğitim. Ahlaksız ve eğitilmiş bir adam toplumunda, dünyanında tehlikesidir.
Proje tabanlı öğretim modeliyle 21. Yüzyıl Türkiye’sinin kabiliyetlerini yetiştirerek, bekamızı sağlamalıyız. Ülkenin ve geleceğimizin bu sorununun bu günden görünmesi gerektiğine dair ikazi mahiyette ki yazımızın kaale alınması dileğimizi yineliyoruz.
Çocuklarımıza; Globalizm'in sivri dişlerinden, Kapitalizmin sömürüsünden nasıl kurtulacaklarını öğretirken bağımsızlıklarını nasıl koruyacaklarını, Vesayetsiz devletin,  İcazetsiz demokrasinin ve Bürokrasisiz bir ülkelerinin olmasını istiyorlarsa Düşünmeyi öğrenmekle, anlamayı öğrenmekle işe başlayabileceklerini öğretmeliyiz.
Kıtalar arası değil, Gezegenler arası dolaşabilmenin, disiplinler arası eğitim ve öğretim modeliyle gerçekleşeceğini, öğrenen, sorgulayan ve talep eden talebelerle Üçüncü binin Türk asrı olacağını anlatmalıyız.

22 Haziran 2017 Perşembe

KARAVANA Sistemine Dönmeyen ve Askeriye'ye Para Hırsıyla Gözü Dönmüş Sahtekârları Sokanların Emelinden ve Nesebinden Şüphe Etmek Gerekir!..

MANİSA'DA ASKERLERİMİZ "YANDAŞ ŞİRKET TARAFINDAN YAPILAN" YEMEKLERDEN ZEHİRLENİYOR
Türker Ertürk
E. Amiral, Araştırmacı - Yazar
Manisa’da askerlerimiz yemeklerden zehirleniyor. Medyada gördüğümüz fotoğraflar ve gelişmeler üzücü adeta; “Bunlar mı bizi koruyacak!” dedirten türden ve Türk Silahlı Kuvvetleri için itibar kaybı! 
Manisa’da askerlerin yemeklerden zehirlenmesi bir değil, iki değil tam dört defa oldu! Ayrıca başka yerlerden de yemek zehirlenmesi haberleri geliyor! En sonunda yandaş yemek şirketinin sözleşmesini iptal etmek zorunda kaldılar. Ama bu konuda Meclis Araştırma Komisyonu’nun kurulması AKP ve MHP oyları ile engellendi. Yani iktidar; araştırılmasın, bu olayların üstü kapansın istiyor.
Özelleştirme Sihirli Bir Formüldür
Askeri birliklerde yemek pişirme işlerinin özelleştirilmesi AKP ile 2003’de başladı. Neymiş efendim; “Asker yemek pişirmezmiş”. Yalan! Asker yemek de pişirir, temizlik de yapar ve üretim de!  İşte MİLGEM (Milli Gemi) ve Heybeliada sınıfı korvetler! Askerin yaptığı böyle bir projenin dünyada bir örneği yok.
Eğer askerleri yemek pişirme gibi hizmet görevlerinden alıp onları muharip görevlere vererek tasarruf yapmak istiyorsan çözüm çok basit; Yemek pişirmek görevlerine sivil memur kadroları açarsın, onlar yapar bu işi ama asker gibi! Ama bu “Siyasal İslamcı”siyasi kadroların eline okyanus ötesinden reçete vermişler; “Özelleştirme sihirli bir formüldür” diye. Her alanda sonuç ortada!
Özelleştirirsek Gelenek Kaybolur
2008-2010 tarihleri arasında Deniz Harp Okulu Komutanıydım. Yaklaşık 800 dönüm üzerine bulunan Deniz Harp Okulu Yerleşkesinde üç farklı yerde yemek pişiriliyordu (Öğrenci, Asker, İşçi) ve memnuniyet en üst düzeydeydi. Bizi de zorluyorlardı özelleştirme için!
Direniyordum ama nereye kadar! Baskı karşısında şöyle bir çözüm buldum; Öğrenci yemek işlerini özelleştirmeyelim. Çünkü burası 1773’de kurulmuş tarihi bir okul ve kurum. Tarihi içinde oluşmuş gelenekleri var. Yemek yeme şekli, başlangıcında ve sonunda yapılan ritüeller ve dualar hatta yemeklerin çeşitleri ve lezzetleri bile bu geleneğin parçası. Kuru fasulyenin, dalyan köftenin, talaş böreğinin, kadın budu köftenin, barbunya pilakinin, vezir parmağının, samsa tatlısının Deniz Harp Okulu’na has bir lezzeti var. Özelleştirirsek nesiller ve sınıflar boyunca süregelen bu geleneğimiz de kaybolur! Büyük kurumlar basit gibi gözüken bu gelenekleriyle de yaşarlar!
Asıl Amaçları Kâr Sağlamaktı
Kabul ettirmiştim! Ama asker ve işçi yemeğimiz özelleştirilmişti. Yemek şirketleri ihale ile yemek pişirme işini alıyorlardı. İhaleyi kazanabilmek için bildiğiniz gibi fiyat kırıyorlardı. Sonunda yemek şirketinin asıl amacı kar sağlamaktı. Ama biz pişirdiğimiz taktirde asıl amaç daha lezzetli, daha besleyici yemek çıkarmak ve azami insan sağlığı koşullarını sağlamaktı.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nde yemek numuneleri her gün 11:30’da komutana çıkarılır ve lezzetine baktırılır, direktifi alınır, buzdolabına kaldırılır, 48 saat saklanır ve sonunda imha edilir. Bir zehirlenme vakası olduğunda ilk iş komutan tarafından tadılmış bu numunelere bakmaktır.
Amaç Beni Yok Etmekti!
Manisa’da üst üste tam dört defa gıda zehirlenmesi vakası meydana geldi. Bu normal değil. Bu muhtemelen Gülen Cemaati’nin saldırısı, araştırılması lazım. Amacı ise birlik komutanına yönelik itibarsızlaştırma yanında kaos yaratmak, Türkiye’de her şeyin çığırından çıkmasını sağlamak, örgütsel güç ve dış destek nedeniyle durumsal üstünlük elde etmek, “Bizimkiler gitti, artık TSK bu işi yapamıyor” dedirtmektir!
Nereden mi çıkardık! Gıda zehirlenmesi saldırısı; Gülen Cemaati’nin eski bir yöntemidir. 2010’da benim komutanlığım sırasında, Deniz Harp Okulu’na yaptılar! Hem de Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın Deniz Harp Okulu’na denetlemeye geldiği gün. Amaç beni itibarsızlaştırmak ve yok etmekti. Çünkü cemaate direnç gösteriyorduk. Yaklaşık 500 öğrenci etkilendi! Denetlemeye gelenler de! Hatta ben de; ama komutandım, ayakta kalmam lazımdı! Allah korudu, yaşamını kaybedenler bile olabilirdi!
Cemaatin Delil Üretim Merkezleri
Deniz Harp Okulu’nun yemekhanesi laboratuvar gibiydi!  Burada, saldırı olmaksızın gıda zehirlenmesi olamazdı! İnsan sağlığı ve temizlik standartları açısından, belki de Türkiye’nin yüzde 5’lik en üst diliminde yer alıyordu!
Aklınıza geliyordur mutlaka; “Bir Müslüman böyle bir saldırı yapar mı?” diye. Emin olun “Siyasal İslamcı” ise yapar, hem de daha da fazlasını bile! 15 Temmuz’da, halkın üzerine nasıl ateş açtıklarını gördünüz. Ergenekon ve Balyoz gibi kumpas operasyonları sırasında cemaatin, “Delil Üretim Merkezlerinde” imal ettiği delillerle, masum askerlere ve aydınlara ayarlanmış mahkemelerde nasıl tuzaklar kurduğunu gördünüz ve tanıklık yaptınız.
Önemli Olan Cihada Katılıp Katılmadığındır!
Bakınız; dindar veya Müslüman demiyoruz, “Siyasal İslamcı” diyoruz. Yani İslam’ı siyasi hedef ve amaçları için enstrüman haline getiren ve kirleten insan, grup, cemaat veya bir partidir bu!
“Siyasal İslamcı” için etik değerlerin, insan hak ve özgürlüklerinin, adaletin, evrensel ilkelerin, yurttaşlığın, dürüstlüğün hatta ibadetini harfiyen yerine getiren Müslümanolmanın bile beş paralık değeri yoktur! Önemli olan; canınla ve malınla cihada katılıp katılmadığındır! Günümüzde bu cihat; cemaat liderinin, tarikat şeyhinin, imamın veya“Siyasal İslamcı” parti liderinin gösterdiği hedeflere, canınla ve malınla yürüyüp yürümediğindir.
Yapılması Gereken Nedir?
Bugün, ülkemizi yöneten iktidar da Gülen Cemaati de “Siyasal İslamcı” ideolojiye,“Yeni Osmanlıcı” hayale ve mezhepsel bakış açısına sahiptir. Dün beraberdiler, adaleti yok ettiler ve ülkemizi felakete sürüklüyorlardı; bugün kavga ediyorlar, yine adalet yok ve ülkemizi felakete sürüklemeye devam ediyorlar.
Yapılması gereken; Atatürkçüsü, çağdaşı, yurtseveri, entelektüeli, sıradan insanı, dindarı ve alt kimliği Kürt olanı ile birleşmek, bu sürece dur demektir. Halen ülkemizi yöneten iktidar iradesi ile esenliğe çıkabilmek ve gün yüzü görebilmek imkansızdır!
Yarın (22 Haziran 2017), Maçka Parkında “Adalet Nöbetinde” olacağım.
Türker Ertürk
E. Amiral, Araştırmacı - Yazar

21 Haziran 2017 Çarşamba

MİLLİ DAVA & YAVRU VATAN "KKTC’DEN BİR HİKÂYE" Yurdagül ATUN

KKTC’DEN BİR HİKÂYE
Yurdagül ATUN
İzole, tek tanıyanı Türkiye olan bir devlet…
Üretim yok, zira üretimin maliyeti nüfusa göre ağır. Koca fabrika kurmaktansa ithal etmek daha ucuza geliyor.
Ekonomisinin iki lokomotif sektörü var: Turizm ve eğitim.
Dünyanın en huzurlu tatilini vadetmesine, çok güzel otellere sahip olmasına, hizmet sektöründe 10 üzerinden 10 alacak duruma gelmesine rağmen, direk uçuş olmamasından ötürü turizmde istediği yerde değil.
Üniversiteler turizmden bir tık daha önde ekonomik katkı konusunda.
Yaklaşık 30 yıldan bugüne adanın bakkaldan taksiye, cafeden inşaat sektörüne, ekonominin tüm paydaşlarını besliyor üniversiteler.
Yaklaşık 100 bin öğrenci var adada. Bir zamanlar kalitesi tartışılmış olsa da bugün YÖK’ün koyduğu kurallar, okulları, işi sıkı tutmaya zorluyor. Zaten sağcısı solcusu KKTC Hükümetleri de adanın “üniversiteler çöplüğü” olarak değil, nitelikli üniversiteleriyle anılmasını istiyor.
O yüzden, herkesin üniversite sahibi olmasına olanak tanıyan yasayı değiştirerek, rant için değil, gerçekten ve dünya kriterlerinde eğitim verme, KKTC diplomalarını dünyanın her yerinde tercih edilir hale getirme mecburiyetine malik bir yasa yaptılar.
Özetle yeni yasaya göre her önüne gelen, “okul açayım da para kazanayım” diyemiyor. Belli kriterlere sahip olacak okul açacak olan.
GELELİM HİKÂYEMİZE;
Türkiye’nin sayılı okullarından biri KKTC’de de üniversite açmak ister. Başarıları tescilli, standartları, dünyanın en ünlü okullarının seviyesindedir. O yüzden kapıların hemen açılacağını düşünür. Niyet Girne bölgesidir.
2016 yılının Eylül ayında başvuru yapar. Projeyi sunar, KKTC’ye yapacağı katkıları anlatır. Milli Eğitim Bakanlığı yasanın değişeceğini, beklemesi gerektiğini söyler kendilerine.
“Eğitim için üniversite kurma” niyetinde olan ve standartlarüstü yetkinliğe sahip işadamını yeni yasaya tabi olacak olmak korkutmaz, sabırla bekler. Nasıl olsa eğitim adına konulan tüm kuralları yerine getirecek donanımdadır.
Bu dönemde KKTC klasiği, yani “araya adam sokarak, işi çabuklaştırma” yoluna gidilmez, hatta tevessül dahi edilmez. Yasa değişti, değişiyor derken 6 ay geçer.
Bu arada, Türkiye’nin en güzide eğitim kurumlarından birinin KKTC’ye geleceğini duyan İskele bölgesi siyasileri, bu üniversitenin kendi bölgelerinde yapılması konusunda ricacı olurlar. İşadamına bölgeyi gezdirip, “biz her türlü yardıma hazırız. Taş taşır, duvar öreriz. Yeter ki siz buraya gelin” sözleriyle işadamını ikna ederler.
Niyetleri orada Cambridge gibi üniversiteler bölgesi oluşturarak bölgenin makus talihini yenmek, bölge insanına istihdam kapısı açmaktır.
Belli bir bölgenin “üniversiteler bölgesi” olarak ayrılması ve bundan sonra adada açılması planlanan tüm üniversiteleri oraya toplamak adına Bakanlar Kurulundan karar çıkması gerekmektedir.
Herşey yasal prosedür içinde ve olması gerektiği şekilde cereyan ederken, KKTC’deki üniversitelerden birinin sahibi, bu üniversitenin gelecek olduğunu duyar. Öfkesini gizleyemez, “ne gerek var” der. Sonrasında ise bu üniversitenin gelmemesi adına siyasiler üzerindeki nüfuzunu kullanarak, İskele’de Üniversiteler Bölgesi ayrılmasına mani olur. Hatta 30 yıldır aklına gelmeyen bir şey birden aklına gelir, “ben İskele bölgesinde yatırım yapacağım” der!
Olay çok şaşırtıcı bir boyuta gelmiş, bugüne kadar açılan üniversitelere ses çıkarmayan kişiler, bu üniversiteye karşı alenen bir savaş başlatmış, muhalif medya da gerçekdışı iddialarla bilerek veya bilmeyerek kişisel hamleye çanak tutmuştur.
Bu olay üzerinden yürütülen “kıyak”, “Peşkeş” temalı saldırıların anafikri budur;
Birilerinin kazancı azalmasın diye, ülkenin ekonomik kalkınmasına takoz koymak! Zira ne kıyak vardır ve peşkeş…
Kendilerini yarışa sokacak okuldan daha iyi olma çabası içine girmekten korkan, rekabetin getirdiği yarışla KKTC eğitim sektörüne ve ekonomisine ivme kazandıracağını akıl edemeyen, rakipsizlik hissiyatının dayanılmaz hafifliğini korumak için mevcut düzenine halel gelmesini istemeyen bu kişilerin hesap edemedikleri birkaç şey var: Biri, Allah’ın herkesin rızkını ayrı gönderdiği, kimsenin, kimsenin rızkını yiyemeyeceği, diğeri de, bölge halkının, kendileri üzerinden oynanan bu oyunu, oyunun kurucularını, çıkarları için bölgeye verecekleri zararı asla unutmayacakları.
Dileriz bu tek taraflı rekabet bölge insanına yarar, bölgeye yatırım yapma sözü veren işadamı, sözünü tutar da, “Üniversiteler Bölgesi” oluşturulduğunda bölgeye gelecek maddi katkı kadar katkı koyar bölgeye.
YURDAGÜL ATUN

12 Haziran 2017 Pazartesi

MİLLİ DAVA KIBRIS "CENEVRE’DE GÜVENLİK VE GARANTİLER TUZAĞI" Prof. Dr. Ata ATUN

CENEVRE’DE GÜVENLİK VE GARANTİLER TUZAĞI
Prof. Dr. Ata ATUN
New York zirvesinde varılan mutabakata göre 2’nci tur 5’li Kıbrıs Konferansı ucu açık olarak 28 Haziran'da Cenevre’de gerçekleştirilecek. Konferans BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in huzurunda gerçekleşecek. Masaya BM Genel Sekreter’in Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Barth Eide BM’yi temsilen, Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar taraf olarak, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere garantörler olarak, Avrupa Birliği de gözlemci olarak oturacak. Avrupa Birliği ilk kez resmi olarak gözlemci sıfatı ile masada yer alacak.

Tezgah büyük aslında. Girit’te de aynen bu yöntem uygulanmıştı.
Anastasiadis 1. Cenevre konferansında kurduğu Harita tuzağına düşürdüğü KKTC ekibini 2. Konferansta da Güvenlik ve Garantiler tuzağına düşürmek için paçaları sıvamış gözüküyor. Gündeme hiçbir konu konuşulmadan ve tartışılmadan Güvenlik ve Garantiler konusunu koydurmak peşinde. Bunun için de önkoşul yaratmaya çalışıyor.

Resmi gözlemci olarak Avrupa Birliği’nin ne işi var masada pek de anlaşılır gibi değil. Zaten Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi Avrupa Birliği üyesi, İngiltere ayrılma sürecinde ama halen daha Avrupa Birliği üyesi, buna ilaveten bir de Avrupa Birliğinin kendisi oturuyor masaya, geri kalan 25 ülkeyi temsilen. Bunların da muhatapları ve Kıbrıs konusunu görüşecekleri taraflar da Türkiye ve KKTC.

1963-1974 yılları arasında Rum Yönetiminin Kıbrıslı Türklere uyguladığı insanlık dışı soykırım,  insafsızca kısıtlanan dolaşım, mülk edinme, eğitim, kültürel faaliyet, spor yapma hakları ile acımasız ekonomik uygulamalar göz ardı edilerek ve de kasten unutularak, Orta Doğu’da kan gövdeyi götürürken ve de terör Avrupa Birliğine sıçrama yapmışken Kıbrıs Rum tarafı ile baryaları (kankaları) AB grubunun ilk önerisi “Güvenlik ve Garantiler” konusunu görüşelim, sonra içeriğini çağa göre uyduralım olacak. Ardından da “nasıl olsa Güvenlik ve Garantiler konusunu gündeme getirdik, masaya koyduk ve tartışmaya açtık artık bundan hiç kimse geri dönemez” düşüncesi ile Yunanistan masayı bozmazsa, Toprak, Mülkiyet, İç Yönetim ve Güç Paylaşımı konuları masada kerhen görüşülecek. 

Anastasiadis. Batı Trakya’da yaşayan kardeşlerimize, soydaşlarımıza halen daha AB üyesi Yunanistan’ın uyguladığı baskıyı görmezlikten gelerek, arlanmadan, utanmadan “Güvenlik ve Garantilerin” kalkmasını istiyor.

Yüksekten uçuyor Rum lider. Hayal gücü göklerde uçuşurken, 2. Cenevre Konferansında beklentileri de çok yüksek düzeyde.  Saf saf, Türkiye'nin Avrupa Birliğinin resmi gözlemci olduğu masada, Kıbrıs Rum Yönetimi muhatap alacağını ve garantörü olduğu 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Anayasasında yer alan Güvenlik ve Garantiler konusunun değiştirilmesini ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin adadan tümüyle ayrılmasını tartışacağı rüyasını görüyor. 

Yunanistan ise masaya oturmak için Batı Trakya’daki soydaşlarımıza uyguladığı kısıtlamalar ve baskılar, normal bir uygulamaymışçasına ne koparırsak kardır zihniyeti ile “Sıfır garanti, sıfır güvenlik, sıfır asker” gibi çağdışı bir isteği öne sürmüş durumda.

Anastasiadis harita konusunda başarılı bir şekilde uyguladığı “Kasaya koyma” yöntemi ile, Türk tarafının “Güvenlik ve Garantiler” konusunda ne gibi tavizler verebileceğini yazılı olarak sunmasını ve  kimseler görmeden kasaya konulması talebini daha açıklayamadı ama onun da kokusu önümüzdeki günlerde çıkacak elbette...

Anlaşılan Türkiye ve KKTC’yi aptal, kendilerini çok akıllı sanıyorlar…  

7 Haziran 2017 Çarşamba

Başvekil Adnan MENDERES "Siz isterseniz Hilâfeti bile getirebilirsiniz" DEMEDİ!

[YENİ DOSYA: İSPAT HAKKI] BAŞVEKİL ADNAN MENDERES, DEMOKRAT PARTİ TBMM GRUP TOPLANTISINDA: ‘SİZ İSTERSENİZ HİLAFETİ BİLE GETİRİRSİNİZ’ SÖZÜNÜ KULLANDI MI? KULLANMADI MI? İŞTE GERÇEKLER!...

DP DÖNEMİ-İSPAT HAKKI SORUNU VE BASINI İLE İLİŞKİLER & MENDERES, PARTİ GRUP TOPLANTISINDA, ‘SİZ İSTERSENİZ HİLAFETİ BİLE GETİRİRSİNİZ’ SÖZÜNÜ KULLANDI MI?..
Hasan Emre OKTAY
‘İspat Hakkı sorunu’ tıpkı ‘Tahkikat Komisyonu’ gibi DP aleyhine yıllarca acımasızca istismar edilen konulardan biridir. Şöyle ki, sanki ispat hakkı varmış da, bu hakkı Menderes Hükümeti kaldırmış gibi anlatıla geldi.’ Hâlbuki İspat Hakkı, 14 Mayıs 1950 DP İktidarından önce ortadan kaldırılmıştı. Olay 1949 yılında şöyle meydana gelmiştir:

Ruslar İkinci Dünya Savaşının sona erdiği 1945 yılında, Türkiye ile 17 Aralık 1925 günü imzalanmış olan saldırmazlık ve dostluk anlaşmasını yenilemek için bir takım şartlar ileri sürmüşlerdi. Rusların ileri sürdüğü bu şartlar kabul edilir gibi değildir. Uluslararası diplomaside bu ortama, savaşa neden olacak olay anlamında ‘Casus Belli’ denmektedir. Zira Ruslar Türkiye’den, doğu sınırında Kars ve Ardahan’ı istiyorlar, Boğazların yönetimine katılmak bakımından Boğazlarda da üst talep ediyorlardı. Doğal olarak bu taleplerle ilgili verilen SSCB ültimatomlarından sonra, SSCB ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler birdenbire son derece gergin bir havaya girdi. Bu ortam içinde ülkemizde insanlar birbirlerini komünistlikle suçlama yarışına da başlamışlardı. Çocukluk yıllarımda Ankara’da Namık Kemal mahallesinde otururken hatırlıyorum ‘komünist’ sıfatı hala adeta küfür olarak kullanılıyordu.

1946 şaibeli seçimlerinden sonra, İktidar partisi CHP, ana muhalefet partisi de DP’dir. 27 Ocak 1947 günü CHP hükümeti İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer, yaptığı bir konuşmada Moskova ajanlarının acemi politikacıları da kandırmakta olduğunu söyler ve bir takım kişileri de ima eder. Sökmensüer konuşmasını Mareşal Fevzi Çakmak üzerinde yoğunlaştırmıştır. Seçimlerde DP’den aday olan ve milletvekilliğini kazanan Mareşal Fevzi Çakmak için adeta bir karalama konuşması yapmıştır. Sökmensüer konuşmasında mareşalin, bilerek veya bilmeyerek komünist faaliyetlerine iştirak ettiğini ileri sürer, ispata çalışır. İçişleri Bakanının bu konuşmasından sonra, CHP’li Hüseyin Cahit Yalçın, Nihat Erim, Falih Rıfkı, Asım Us, Tarık Us da Mareşal Fevzi Çakmak’a ağır hücumlarda bulunmaya başlarlar. Mareşal Fevzi Çakmak ise, bilakis kendisinin komünizm ile mücadele eden biri olduğunu iler sürer, ithamları reddeder. Mareşal Şubat 1947 de şu ifadelerde bulunur:

‘Ben komünistliği bu memleket için muzır telakki edenlerdenim. Komünistler ordu ve donanmaya sokulmak istendikleri zaman şiddetle hareket ettim. CHP mensuplarından birçok hatırlı zevatın tavassutuna rağmen ısrar ettim. Fakat onlar Şefik Hüsnü’ye parti kurmak salahiyetini ve 34 tane müseccel komüniste de amelenin işçinin önüne geçerek rehberlik etme imkânını sağladılar. Ben daha iş başında iken eski bir Milli Eğitim Bakanının bu faaliyeti destekleyen hareketinden dolayı hükümeti resmen ikaz ettim. Kimse kulak asmadı ve sonra da Hamidiye Köy Enstitüsündeki komünist yuvasından bahsettiler.’

Demokrat Partinin ileri gelenleri, iktidar partisi CHP’nin bu saldırılarına şiddetle karşı koyarlar. DP İstanbul İl Başkanı Kenan Ömer Öner asıl komünistlerin CHP saflarında bulunduğunu söyler. Ve Köy Enstitülerini örnek verir. O tarihte, Köy Enstitülerinde komünizm propagandası yapıldığına dair söylentiler ayyuka çıkmıştır. Köy Enstitülerinin vurgulanması, kurucularından Hasan Ali Yücel’in ima edilmesi demektir.   

Bunun üzerine Hasan Ali Yücel, 8 Şubat 1947 tarihli Ulus Gazetesinde, “Söz ettiğiniz eski Milli Eğitim Bakanı ben miyim? Diye sorar. 11 Şubat 1947 tarihinde ise Prof. Kenan Öner Yeni Sabah gazetesinden, Hasan Ali Yücel’e cevap verir, şunları yazar:

“Evet, o Maarif Vekili sizsiniz. Siz yalnız komünistleri bakanlığınızda beslemekle ve uğradıkları hücumlara karşı onları korumakla kalmadınız, Bakanlığınızın telkinleriyle milliyetçik belasına başlarını soktuğunuz 23 genci İspanyolların engizisyonuna rahmet okutacak işkencelerle ezdirdiniz, harap ettiniz ve hırpalattınız.”

Bunun üzerine Hasan Ali Yücel, Kenan Öner’e hakaret davası açar. Kenan Öner de TCK’nın
481/1 fıkrası gereğince Hasan Ali Yücel’e isnat ettiği hususların görevi ile ilgili olduğunu ileri sürerek mahkemeden ispat hakkı ister. Mahkeme 24 Nisan 1947 tarihli celsesinde Kenan Öner’in isteğini haklı bulur ve hakikatin ispatına izin verir.

Kenan Öner, ithamlarının delillerini bir bir ispat eder ve mahkemeden beraat kararı çıkar.
Ancak Temyiz Mahkemesine gidilir. Temyiz Mahkemesinde de, belli yasa gereğince bu kararla ilgili olarak ‘Tevhid-i İçtihat Genel Kuruluna’ (Yargıtay Görüşleri Birleştirme Genel Kurulu) başvurulur. Hakikatin ispatına izin olup olmadığı hakkında, dava konusu olay tetkik edilir.

Hukuki ifadeler olduğu için, ben dahil hukukçu olmayanlar için anlaşılması biraz zor olan gelişmeleri kısaca aktarıyorum. Bizim için önemli olan kararın DP iktidarından önce alınmış olmasıdır.

Sonuç olarak verilen 16 Mart 1949 tarih ve 24/3 sayılı, Resmi Gazetenin 26 Mart 1949 tarih ve 7216 sayılı nüshasında yayınlanan kararla, bakanların ve her dereceden memurlar hakkında, vazifelerini ifa ederken bile olsa işledikleri her çeşit suçtan dolayı, onların bu suçu işlediklerini söyleyen ve yazanların dava açması halinde, dava açanların mahkemede yazdıklarını ve söylediklerini İSPAT ETME HAKLARI KALDIRILMIŞTIR. Buna göre bir bakana veya herhangi bir memura vazifesi ile ilgili bile olsa, bir suç isnadında bulunanlar, otomatik olarak mahkûm edileceklerdir.” Yani Yargıtay,  1949 yılında siyasetçileri, hakkında belge açıklanamayacak kişiler, sınıfına sokmuştur. Bir nevi dokunulmazlıktır bu uygulama.

Ayrıca, Yargıtay Temyiz İçtihat Birleştirme Genel Kurulu toplanıp, ‘iftira ile yapılan hakarette, hakaret sayılan iddianın gerçek olup olmadığını, ancak o fiilden dolayı tahkikat yapmakla görevli merciin inceleyebileceğine’ karar vermiştir. Buna göre mesela bir bürokrata bir iddia ile hakaret yapıldı diyelim. Hakaret yapan hakkında basın kanununa göre dava açılıyor. Ancak o fiil ile ilgili olarak kim yetkili ise, ‘hakaret davasına bakan asliye ceza mahkemesi’ bir ara kararı ile o merciye (o fiil ile ilgili yetkiye sahip) başvuracak ve o merciin vereceği kararı bekleyecektir. O merci yani görevli merci, bürokrat hakkındaki iddianın doğru olduğuna karar verirse, bu iddiayı ortaya atan hakaret sanığı beraat edecektir. Eğer merci iddianın asılsız olduğuna karar verirse, Asliye Ceza Mahkemesi hakaret sanığını mahkûm edecektir. Yani ayrıca iddia sahibinin de dinlenmemesi, iddiasını ispat etme gayretleri içinde bulunamaması söz konusu değildir.

Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, bu düzenlemenin, bu kararın verildiği Meclis’in  DP’nin hükümet ettiği Meclis olmamasıdır. Bu karar yukarda anlattığımız gibi CHP İktidarı zamanında alınmıştır. Karar, o dönemde Yargıtay İçtihat Birleştirme Genel Kurulu yani tüm Yargıtay başkan ve üyelerinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan bir kurul tarafından düzenlenmiştir. Konuyla ilgili Demokrat Partili Nusret Kirişçioğlu 1975 yılında aşağıdaki açıklamayı yapmış;

“DP iktidara geldikten sonra DP içinde de İspat Hakkı’nın yeniden yürürlüğe girmesi, yani 1949 da CHP Hükümeti tarafından düzenlenen halinden, eski haline döndürülmesi taraftarı olan milletvekilleri vardı.”

Nitekim 2 Mayıs 1955 tarihinde Fethi Çelikbaş ve bazı DP milletvekili arkadaşları, Meclis’e ‘İspat Hakkı’ önergesi veriyorlar. Yani ispat hakkının tekrar eski halinde yürürlüğe girmesini isteyen bir önergedir bu.

Yani yıllarca anlatıldığı gibi ispat hakkı uygulaması zaten vardı da, bu hakkı DP kaldırmıştır gibi bir durum yok.Yukarda anlattığımız gibi, rahmetli Mareşal Fevzi Çakmak ile ilgili bir tartışma esnasında, CHP hükümeti bakanları, Hasan Ali Yücel’in kaybettiği dava temyizde iken İçtihat Birleştirme Kurulu’nun kararı ile bu hakkı askıya almış durumda. Onun için  anlattığımız 1949 yılındaki askıya alma kararından sonra, mahkemeler ispat hakkını kabul etmemekte. Yani mahkemeler, bağımsız olarak bir milletvekili veya bürokrata dava açan kişinin ispat hakkını kabul etmiyor. Ancak hakkında şikâyette bulunulan milletvekili veya bürokrat, şikâyetçiyi ispata davet ederse, o zaman mahkeme kabul ediyor.1954 yılına kadar yasal süreç böyle işlemiş durumda. 

İşte DP Bakanlarından Fethi Çelikbaş ve arkadaşları, 1955 yılında bu içtihat kararının kaldırılarak tekrar İspat Hakkının yürürlüğe girmesini istiyorlar. Onlara göre, basına bu hak tanınmadıkça, milletvekili, bürokrat gibi görevliler, yapılan ithamlar karşısında kuşku altında kalacaklardır. DP Hükümeti Çelikbaş ve arkadaşlarının ‘İspat Hakkı Önergesini’ ceza yasalarında da değişiklik gerektirdiği gerekçesiyle reddetmiştir.

Zaten yürürlükteki 1924 Anayasasının 22.maddesine istinaden, Meclis İçtüzüğünün 169. ve 177. maddeleri bakanlar olsun, milletvekilleri, bürokratlar olsun, herhangi bir itham veya şüphe karşısında Meclis’e tahkikat yapmak üzere her türlü yetkiyi veriyordu. Bu iki maddenin içtüzükteki tanımlamaları şöyle idi;   

Meclis İçtüzüğünde Meclis Tahkikatı iki bölümde mütalaa edilmiştir. Birinci bölüm 169. madde, “Bakanlardan biri veya bakanlar kurulunun tümü hakkında yapılacak olan cezai ve mali sorumluğu gerektiren fiiller” hakkındadır.
İkinci bölüm 177. madde, “ TBMM’nin resen (bağımsız olarak) bilgi almak istediği her çeşit konu hakkında bir tahkikat komisyonu kurulabilir.”

Fethi Çelikbaş ve arkadaşlarının zaten DP içinde aradığını bulamayan bir grup olduğu söylenir. Önergeleri kabul edilmeyince bu milletvekilleri partiden ayrıldılar. DP’den ayrılanlar arasında Ekrem Hayri Üstündağ, Fethi Çelikbaş, Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu, Turhan Güneş, Ekrem Alican, İbrahim Öktem gibi siyasetçiler de bulunuyordu. Ayrılan 20 kişi Meclis’te ‘Yirmiler’ olarak anılmaya başladı. Bir süre sonra, 20 Aralık 1955 günü yirmiler tarafından yeni bir parti, Hürriyet Partisinin kurulduğu ilan edildi.

Başvekil Adnan Menderes, ispat hakkından dolayı meydana gelen olaylar karısında Meclis’te şu sözleri sarf etmiştir;

“Bizde ispat hakkı mevcuttur. İspat olunduğu takdirde her türlü yolsuzluk, suiistimal ve uygunsuz hareketlerin yazılmasında kanuni hiçbir mahsur yoktur. Bizde kanunlarımızın ispatına cevaz vermediği tek şey hakaretten ibarettir. Biz iktidarda olduğumuz müddetçe hakarete ispat hakkı tanımayacağız. Onlar iktidara gelirlerse küfre de, hakarete de istedikleri kadar hürriyet tanıyabilirler.”

Hürriyet Partisinin kuruluşu gazetelerde büyük ilgi görür. Hemen bütün gazeteler veya diğer bir deyişle zamanın matbuatı, DP’nin çözüldüğünü ve dağıldığını, vatandaşların kitle halinde Hürriyet Partisine iltihak ettiklerini yazmışlardır. Gazete haberlerindeki bu saptırma, doğal olarak DP milletvekillerini çileden çıkarmıştır.

Gerçekte, İspat Hakkının, tekrar ihdas edilmesi önergesinin kabul edilmemesi üzerine, DP’den ayrılan milletvekillerinin, DP Grubunda yaratığı sarsıntının etkileri sanıldığından büyük olmuştur.  29 Kasım 1955 günü Dr. Burhanettin Onat başkanlığında toplanan Meclis grubu, İktisat ve Ticaret Bakanı Sıtkı Yırcalı hakkındaki gensoru önergesini konuşacakken, mebuslar gensoruyu birdenbire hükümete yöneltirler ve başta başvekil olmak üzere bütün bakanlara adeta hücum edilir. Meşhur, ‘1955 Grup Toplantısı’ cereyan etmektedir. Suçlamalar o kadar ileri gider ki, Başbakan Menderes dahi diktatörlükle suçlanmış, istifası istenmiştir. Zaten bütün bakanlar teker teker kürsüden istifa ettirilmişlerdir.

Burada çok önemli bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim. Şöyle ki, ‘ Bir iktidar partisi grubunun, hükümetin bakanlarını, karşısına alıp hesap sormaları ve istifa ettirmeleri ancak ileri demokrasilerde söz konusu olabilir. O fırtınalı oturumda Menderes de bir şaşkınlık döneminden sonra kürsüye gelerek bir konuşma yapar. Rahmetli Menderes söze, ‘Şahsım adına sizden itimat istiyorum’ diyerek başlar;

“Arkadaşlarım beni diktatörlükle itham ettiler. Benim sizin karşınızda diktatör olmama ihtimal var mıdır? Sizin kudretiniz o kadar büyüktür ki, şu anda isteseniz Anayasayı bile değiştirebilirsiniz.. Ben sizin bu büyük kudretiniz karşısında nasıl diktatörlük yaparım. İşte misalini verdiniz. Bir anda kabineyi istifa ettirdiniz. Fakat bana olan itimadınızı devam ettirirseniz muhalefeti de sevindirmemiş olursunuz.”

Menderes’in konuşmasından sonra, Meclis Başkanı, Menderes’in teklifini oya sunar ve çoğunluk oyu ile DP milletvekilleri Menderes’e güvenlerini yenilerler. Bu suretle 29 Kasım 1955 günü Menderes kabinesi zorla çekilmiş ve istifa ettirilmiş olmuştur. Ertesi günü olay bütün gazetelerin manşetlerini kaplamıştır. Menderes’in yukarda naklettiğimiz Anayasayı değiştirmek sözü de gazetelerde şöyle yer almıştı;

“Sizin kudretiniz o kadar büyüktür ki, isterseniz hilafeti dahi getirebilirsiniz.”

Menderes’in böyle bir söz söylemediği ertesi günü Ankara’daki bütün parlamento muhabirlerine açıklamalı olarak bildirilmiş,  ancak hiçbir gazete bu açıklamayı yayımlamamıştır. Yalnız Zafer ve Vatan gazeteleri konuşmanın doğru metnini yazmışlar. İstisnai olarak o zaman Menderes’e tamamen muhalif bulunmasına rağmen Vatan Gazetesi hem düzeltme açıklamasını yayımlamış hem de yanlış haberden dolayı özür dilemişti. ( On Yılın Mücadelesi, Tekin Erer, Ticaret Postası Matbaası, İstanbul 1963, 2.cilt, s. 260-261)

9 Aralık 1955 günü yeni DP hükümeti ilan olundu. Böylece ‘İspat Hakkı’ talebi ile başlayan buhranlı günler, bir süre için de olsa sona ermiş gibi göründü. Ama 1956 yılı başlarından itibaren muhalefetin ve basının DP iktidarına özellikle de Menderes’e karşı verdikleri beyanatların dozu saldırı hudutlarını aşmıştır…  

6-9 Nisan 1956 tarihleri arasında toplanan CHP Meclis grubu şu tebliği yayımlıyor;

“CHP rejim meselesinin bir an evvel halledilebilmesi için muhalefet partilerinin işbirliği yapmaları lüzumuna kanidir. CHP Meclisi işbirliği hususunun gerektirdiği yetkileri parti genel başkanına tevdi eylemiştir.”

Menderes’in konuyla ilgili yaptığı konuşmaya Osman Bölükbaşı şu cevabı veriyor;

“Elinde iktidar silahı olan üç yaşındaki çocuk senden daha cesur konuşur. Eloğlu armut toplamıyor. İcap ederse senin gırtlağın da sıkılır.”

15 Nisan 1956 CHP Kars mebusu Sırrı Atalay CHP ilçe kongresinde konuşuyor;

“Menderes bütün sözlerinin hesabını verecektir. Müstakil bir mahkeme kuracağız. Ve Menderes bu mahkeme huzurunda bütün iktidarının hesabını verecektir. Neticeyi bu mahkeme tayin edecektir.”

Daha 1956 yılında gırtlak sıkmalar gibi ifadeler kullanmak, müstakil (bağımsız) mahkemeler kurmaktan bahsetmeler, CHP’nin 27 Mayıs’a, hatta infazlara gidecek sürece girdiğini göstermiyor mu? 

29 Nisan 1956 Kasım Gülek;

“Memleket artık kalkınma hamlesi istemiyor. Bu millete kalkınma hamlesi değil, Menderes’ten kurtulma hamlesi lazımdır. Bunun için vatandaşların topyekûn DP karşısında birleşerek Mili Birlik kurmaları icap eder.”

20 Mayıs 1956 Hürriyet Partisi mitinginde Ziya Termen;

“Biz iktidara gelince devri sabık yaratacağız ve ilk olarak Menderes’ten hesap soracağız.”

Böyle bir ortamda, DP bakanlarından Mükerrem Sarol, aleyhinde kampanya başlatan Dünya Gazetesi sahibi Bedii Faik ve Akis Gazetesi sahibi Metin Toker için dava açar. Davayı kaybeden Bedii Faik, içerde sadece iki gün kalacağı hapse girer. İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker ise, yedi ay hapse mahkûm olmuştur. Ancak Metin Toker bu cezasının büyük bir kısmını, hemoroit rahatsızlığından dolayı hastanede geçirir. Ama olaylar basına bambaşka yansımıştır.  

Hürriyet Partisini kuran eski DP milletvekilleri 1957 seçimlerinde bir daha seçilemediler. Hürriyet Partisi de 24 Kasım 1958 de kendisini feshetti ve üyelerinin çoğu CHP’ye geçti. Ekrem Alican daha sonra Yeni Türkiye Partisini kuracaktır.

DP İktidarı 27 Aralık 1957’de yeni bir Meclis İçtüzüğünü kabul ediyor. Ve bu yeni İçtüzükte dokunulmazlıkların kaldırılması kolaylaştırılıyordu. Bu olaya CHP büyük tepki, direniş gösterdi. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu, demezler mi?

“Bu günkü Meclis’te milletvekilleri için ‘Yasama Dokunulmazlığı’ uygulaması vardır ve bu uygulama milletvekillerini keyfi ve asılsız ceza kovuşturmalarından korur. Ancak bu dokunulmazlık zırhı tıpkı 1924 Anayasası kurallarında olduğu gibi gerekirse TBMM tarafından kaldırılabilir. Kaldırıldığı takdirde de söz konusu milletvekili hakkında hukuk davası açılabilir. Dava süresince de milletvekili görevine devam eder. Milletvekilliği bitince dokunulmazlık da biter.”
  
Basın İlişkileri;

Tahkikat Komisyonu, İspat Hakkı konularında DP, Menderes nasıl istismar edilmişse, DP’nin basın ile olan ilişkileri konusu da, tek taraflı anlatımlarla şiddetli bir dezenformasyona uğratılmıştır. İzninizle kısaca bu konuya da değineceğim;

21 Temmuz 1950 de, DP iktidarının ilk aylarında, 5680 Sayılı Basın Kanunu çıkartıldı. Basın özgürlüğü açısından önemli iyileştirmeler getirildi. Daha önceki 1931 tarihli Basın Kanununun hükümete tanıdığı geniş yetkiler kaldırıldı. Örneğin artık gazete çıkarmak için izin almak gerekmeyecek, bildirimde bulunmak yeterli olacaktı. Basın suçları toplu basın mahkemelerinde yargılanacaktır. Dolaysıyla bu karar ile basın için bir güvence niteliği ortaya çıkıyordu. Gazete sahipleri artık gazetelerinde yayımlanan yazılardan dolayı ceza sorumluluğu taşımayacaklardı. Sorumlu olanlar yazı işleri müdürleri ve yazarlardı.

9 Mart 1954 tarihinde ise, 1954 Genel Seçimlerine iki ay kala yeni bir basın kanunu çıkartıldı;

‘Neşir Yoluyla veya Radyo ile İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun’

Bu kanunla basına bazı sınırlamalar ve denetim getiriliyordu. Çünkü 1950 çıkartılan Basın Kanununun yarattığı özgürlük ortamı, edep kurallarını aşacak derecede istismar edilmeye başlamıştı. 17 Ocak 1953 günü Başvekil Adnan Menderes Gaziantep’te yaptığı bir konuşmada, basın dünyasında görülmekte olan edep dışı ortamdan şikâyet etmektedir, Başbakan Menderes;

“Türlü acayip ve mukaddes isimler altında bir sürü gazete ve risale (broşür) yayımlanmaktadır. Bunların tetkikinde ilk göze çarpan nokta bütün bu neşriyatta kullanılan lisandır. Din çok ulvi, mukaddes ve nezih bir mefhumdur (kavram). Bunların kullandıkları lisan ise terbiyeli bir insanın ağzına almayacağı kadar kötü, bayağı ve müstehcendir (edebe aykırı). Size sözde dini bir gazeteden misaller vereyim. Şimdi okuyacağım yazının serlevhası (başlığı) ‘Piç’tir ve içinde ezcümle şunlar yazılıdır.

‘Piç…Sen ey anasının rahmine bilmem hangi balo gecesinde düşmüş olan piç…sen solda sıfır…sen bir hiç. Sen ey Allahsız, ahlaksız, dinsiz, vatansız, haysiyetsiz, şerefsiz, namussuz, seviyesiz, arsız, yüzsüz, siz ve ne kadar siz varsa üzerinde tecelli (belirme) ve temerküz (toplanma) etmiş rezil…sen ey bedbaht düzenbaz, madrabaz, kumarbaz, hilebaz, ne yazsak ne söylesek az olan it..”

Menderes bu örneği verdikten sonra konuşmasına devam ediyor;

“Daha fazla devam etmeyeyim daha müstehcen sözler de vardır. Bunları sözde bir dindar yazıyor. Allah ve peygamberi ve onların emirleri için mücadeleye girdiklerini söyleyenlere sormak lazım. Bu terbiyesiz edepsiz lisandan Allah ve Peygamber hoşnut olur mu?....Partimizin (DP) din bahsindeki görülerini, laikliğe dair olan maddenin ihtiva ettiği (içerdiği) hükümlerde bütün vuzuhu (açıklığı) ile bulmak mümkündür. Bu maddede aynen şöyle denilmektedir;

‘Partimiz laikliği devletin siyasetle, din ile hiç bir ilişkisi bulunmaması ve hiçbir dini düşüncenin kanunların tanzim ve tatbikinde müessir (etkin) olmaması manasında anlar ve laikliğin din aleyhtarlığı şeklindeki yanlış tefsirini reddeder. Din hürriyetini, diğer hürriyetler gibi insanların mukaddes haklarından tanır’…..

Sözlerimi bitirirken şunu tekrarlamak isterim ki, bu iki müfrit (aşırı) ve muzır (zararlı) cereyana karşı hürriyetlerimizi, dinimizi, milliyetimizi, milli tesanütümüzü (dayanışma) mutlaka müdafaa ve muhafaza edeceğiz.”

Rahmetli Menderes bu konuşmasında milliyetçilik-ırkçılık, laiklik, dinsizlik arasındaki farkları vurguladıktan sonra, basındaki edep dışı uygulamaları üzülerek anlatıyor ve iki ay sonra çıkartacakları yeni basın kanununun sinyallerini veriyordu.

8 Mart 1954 günü, Meclis’te söz konusu basın kanunu müzakere edilirken, CHP adına söz alan Server Somuncuoğlu, bu kanunun bütün basını ölüm sükûtuna (sessizliğine) boğacağını söylüyordu. Bu iddiaya Menderes son derece iyi niyetli bir vaat ile cevap veriyordu;

“Göreceksiniz bundan sonra da hiçbir zaman matbuat (basın) susmayacaktır. Matbuatı susturmaya çalışan bir teşebbüs (girişim) olursa bunun karşısına ilk çıkacak DP’dir”

Menderes, sözlerinde haklı çıkmıştı zira o kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra basın hiçbir zaman susmadığı gibi, çirkin yayınlar dozunu bile arttırmıştı.

20 Şubat 1955 tarihine gelindiğinde Meclis’te basın konusu ile ilgili tartışmalar hala tüm şiddetiyle devam etmektedir. Başvekil Adnan Menderes kürsüde bir konuşma yapıyor. Konuşmasında, basın hürriyetinin nasıl suiistimal edildiğini ve hürriyet namı altında hükümete nasıl hakaretler yağdırıldığını anlatıyor, gazetelerdeki makalelerden, şiirlerden örnekler veriyordu. Meclis ise dehşet ve tiksinti içinde okunan yazı ve şiirleri dinliyordu. Özellikle ‘Piç’ adlı yazıyı Menderes tekrar okuyunca muhalefet milletvekilleri inanamıyor ve gazetenin aslını görmek istiyorlar, gazetenin aslı gösteriliyor, milletvekilleri tetkik ediyorlar, Menderes konuşmasına devam ediyor;

“Size daha neler okuyacağım, hürriyet bu mu? Bu yazılardan dolayı kimse mahkûm olmadı. Çünkü memlekette sorumluluk var. Bizim memlekette gazete kapatmak artık hükümetlerin elinden çıkmıştır. İşte beşinci senemiz kapatılmış tek gazete yoktur. Bununla iftihar ediyoruz.
İşte mukaddes basın hürriyeti, hepiniz tiksindiniz, üzüldünüz. Acaba Menderes kadar hücuma uğramış bir başbakan var mıdır? Arkadaşlar bu kadar ağır devlet yükü altında çalışırken bir de kendimize sövdürmeyeceğiz. Nezaketini muhafaza etmiş bir gazete ne kadar ağır yazarsa yazsın kalemine dokunmayacağız. Yeter ki sövmesin. Demin okuduğum en hafifinden deyyus, kerata edebiyatına bir takım hâkimler on gün ceza veriyor sonra da bu cezayı tecil ediyorlar. Bir başka hâkim ‘Bir Kara Çete Geldi İktidarı Ele Aldı’ yazısının muharririni beraat ettiriyor. Sonra da bu hâkimler hizmetlerinin mükâfatı olarak seçimlerde CHP’den milletvekili namzedi (aday) oluyorlar.”

Menderes’in Meclis’te örnekler vererek yaptığı bu konuşma, bazı CHP milletvekillerini bile etkilemiştir. CHP Grubu adına söz alan Nüvit Yetkin’in aşağıdaki sözleri bunun göstergesidir;

“Başvekilin okuduğu yazılar matbuat hürriyetinin suiistimalleridir. Bu tip yazıları asla tasvip etmiyoruz. Memlekette böyle bir basın yolunun açılmasını da doğru bulmuyoruz. Muhalefet küfretmek demek değildir. Hakaret edenler layık oldukları cezaları görmelidirler.”

Menderes’in, Nüvit Yetkin’e verdiği cevap da gayet ılımlıdır ve işbirliği önermektedir;

Nüvit Yetkin arkadaşımın konuşmasına müteşekkirim. Halk Partili arkadaşlarım emin olun, sizin bir mürüvvetiniz üç misli mukabele görecektir. Mürüvvetli ve âlicenap olun bizden mukabelesini kat kat göreceksiniz.”

Nüvit Yetkin de Menderes’e tekrar cevap vermek ister;

“Başvekilin sözlerini vaat telakki ediyoruz. Üç misliyle mukabele vaadini senet ittihaz ediyoruz.”

Basın konusunun tartışıldığı o günkü Meclis oturumunda iktidar ve muhalefet arasında yapıcı, samimi diyalogların geçmesi gelecek için ümit var duygular yaratmıştır. Ancak kısa süre sonra, özellikle DP’li milletvekillerinin bir olgu dikkatlerini çekecektir. Oturumda İsmet İnönü bulunmamaktadır!       


TBMM’de geçen ve örnekler verdiğimiz, milletvekilleri, bakanlar arasındaki yukarıdaki konuşmalar, 14 Mayıs 1950 de Basın Kanununda yaptığı değişiklik ile basın hayatındaki tüm sınırlayıcı unsurları kaldıran DP iktidarının, 1954 tarihinde yeniden çıkarttığı bir kanunla basına, bu sefer çeki düzen verme ihtiyacını, neden doyduğu hakkında bir fikir verecektir kanaatindeyiz. 1954 yılında çıkan bu basın kanununun (Neşir Yoluyla veya Radyo ile İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun ) uygulamaya geçmesinden sonra, basın dünyası tamamen DP iktidarının aleyhine döndü. Tek tük hükümeti öven yazılar yazan gazetelere hemen, besleme basın damgası vuruluyordu. Hani günümüzde de ‘Yandaş Basın’ gibi bir yakıştırma var ya!

Bugün içinde bulunduğumuz 2017 yılında, her siyasi görüş kendi TV Kanalını kurup, kendi gazetesini çıkartırken, o tarihte DP lehine yazılar yazmak, sadece iktidarla iyi geçinme kaygısından doğan bir satılmışlık olarak değerlendiriliyordu. Yani DP iktidarını övmek, icraatlarından bahseden yazılar yazmak, genel basının gözünde bir suç haline gelivermişti.

1954 yılında yürürlüğe giren basın kanunu, 7 Haziran 1956’da kapsamını genişleterek devam ettirilecektir. Hükümet tarafından, basın kanununa yapılmak istenen ilaveler, Meclis’te tartışılırken kanun, CHP muhalefetinin şiddetli eleştirilerine muhatap oluyordu. Ama sonuçta Basın Kanunu yeni şekliyle TBMM’de 274 kabul, 48 ret oyu alarak yürürlüğe girdi. Artık basın ve radyo yoluyla işlenen suçlara, toplantılarda işlenen suçlar, kavramı da eklenmişti. 27 Haziran 1956 tarihinde de, ‘Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’ TBMM’de kabul edildi…  

O dönemlerde genç bir gazeteci olarak yaşamış Güngör Yerdeş’ten aktarıyorum. Zira Yerdeş’in gözlemlerine dayana anlatımları 27 Mayıs’a giden süreçte basını da kullanan bazı odakların  nasıl provokatif bir algı operasyonu yarattıklarını gözler önüne sermektedir. (Güngör Yerdeş, Başkentte Önemli Olaylar ve Yazamadıklarım, S39);

“Karşınızda o zamanlar devedişi gibi duran, ayağa kalkıp dikilerek, doğrusu budur, sen dediğimi yap diye neredeyse gürleyen kıdemlilere, ağabeylerimize, o zamanın meslek terbiyesi icabı ne demek karşı durup, itiraz etmek. İşte bu devedişlerinden biri İsmet Paşanın meşhur Tokat-Zile gezisinde yine dediğini yaptırmıştı. Dedi ki, siz oturun oturduğunuz yerde ben takip eder, gelip yazar ve sizlere veririm… Bir o gidip geldi Zile’ye. Galiba 2 A4’ü dolduracak tespitleri önümüze koyarak buyurun geçin gazetelerinize demişti. Gazetelerimize geçtiğimiz haberlerde Tokat ahalisinin tamamının bizlerden duyup önceden öğrendikleri Zile’de neler olmamıştı neler! Paşanın üstüne arazözle sular mı sıkılmamıştı, arabalarının lastikleri mi kesilmemişti, kafa ve gözleri mi yarılmamıştı…Zile için kendsine güvenip, bel bağladığımız yakın çevre gazeteci ağabeyimiz kolumuzu, kanadımızı kırmıştı. Sonradan öğrendiğimize göre öyle hortum mortum da pek kesilmemişti. Demokrat Partiyi böylesine karalayıp, gözden düşürmek yazık, günah ve ayıp değil miydi? Etraf böyle diyordu. Yani İsmet Paşa da pek paşa paşa gidip gelmemişti Zile’ye ama elimize tutuşturulan çoğaltılmış sözde haber neyin nesiydi?

Güngör Yerdeş devam ediyor, Menderes’in Afyon gezisi ve aynı oyun;

“İçimizden bir ağabeyimiz, ‘ben hepinizin adına takip eder, sizlere de yazarım’ deyince sanki dünyalar genç meslektaşların oldu. Cumhuriyetin kıdemli Ankara muhabirinin bu teklifi hepimizi memnun ve mesut kılmıştı. Arkasından tasla su dökmecesine sabahın kör karanlığında el salladık ve tekrar yataklarımıza döndük. Adnan Bey ve beraberindekiler o gün gece yarısına doğru geldiler. Biz haberleri tabii ertesi gün İstanbul’a geçtik. Evet, Emirdağ ve diğer karşılama yerlerinde neler olmuştu? Kıdemli ağabeylerimize göre neler olmamıştı ki. Laik bir memleketin gazetecilerine başbakanın tekbirli, tespihli, Arapça yazılı bayraklar açılarak, devler, mandalar kurban edilip, sureler okunarak karşılama yapıldığını söylerseniz, üstelik o gazeteciler muhalefetin borazancılığını da yapıyorlarsa, o habere dört elle nasıl sarılmazlar…”

Bir elden çıkmış bu yalan haberlerin ortalığı karıştırmaktan başka bir işe yaradığı yoktu elbette. O dönemin Emniyet Genel Müdürü Kemal Aygün gerçekle uzak yakın ilgisi olmayan bu haberler için Güngör Yerdeş’i emniyete çağırtmış. Yerdeş ecel terleri dökerek, korku içinde emniyete gitmiş ama hiç ummadığı davranışlarla karşılaşmış, anı kitabında anlatıyor;

“Beni makama aldıklarında rahmetli Kemal Aygün’ün arkası dönüktü. Gel Güngör evladım, otur şöyle, dedi. Heyecan ve korkudan titrediğimi itiraf edeyim. Neymiş bu yeşil bayraklar, kimler nerede tekbir getirmiş, diye pek sakin, pek babacan bir şekilde sordu. Ben susmaya devam ettim, o hep konuştu. Böyle bir şeyin katresi olmamıştır. Biliyorum sizler Afyon’da kaldınız. Sizin adınıza malum arkadaşınız takip etti ve hepinizi kandırıp alet etti. Senden bundan sonraki hadiseler için bir isteğim var. Görmediğine, duymadığına inanma…Bu hadise için neşir yasağı geldi mi hatırlamıyorum. Özeti böyle idi, rahmetli Kemal Aygün’ün sözlerinin. Sonra ile basıp ne içmek istediğimi sordu, teşekkür ettim. Peki, dedi ve sözlerimi lütfen unutma tembihi ile elimi sıkarak beni yolladı.”

Muhtemelen Güngör Yerdeş’in anlattığı, emniyete çağırılmasını duyan gazeteci ağabeyler, bu olayı da yüz seksen derece çarpıtarak yazmışlardır. Yerdeş’in dayak yediğini, hapsedildiğini, tehdit edildiğini falan fütursuzca yazmışlardır. Meraklı olmak ve arşivleri karıştırmak lazım

Uşak’ta İnönü, Demokrat Partililerce taşlandı ve başı yarıldı, hayatını zor kurtardı şeklinde anlatımlar, yayımlar Yassıada mahkemelerinde de dile getirilmiştir. Çarpıtılmış DP aleyhine malzeme yapılmış olayın doğrusunu da, olaydan yıllar sonra Güngör Yerdeş, ‘Başkentte önemli Olaylar ve Yazamadıklarım’ adını verdiği kitabının 24-25 ve 31. Sayfalarında açıklıyor. Olaylar hakkında Hürriyet gazetesi şu manşeti atmış, tarih 2 Mayıs 1959;

“Gezinin 2. günü: Uşak’ta İnönü’nün başına taş atıldı.”

 Aynı günkü Akşam gazetesi;

“CHP heyetinin Uşak’tan ayrılışı sırasında milletvekili Fevzioğlu ve Alişiroğlu’'yla gazeteciler Demokrat Partililer tarafından dövüldü ve taşlandılar.”

Bir de olayı Güngör Yerdeş ve Vatan Gazetesi adına olayları takip eden ve trende bulunan Hilmi Yavuz’dan dinleyelim;

“İçimizden biri sağını solunu dirsekleyip bir pencereyi aniden kaplıyor ve sol elinin avucunu açıp uzatarak, sağ elinin baş parmağını işaret parmağının arasından geçirip tokmak şeklinde uzattığı sağ bileğini o sol avucunun içine yerleştirip sıkarak seyretmekte olan Demokratlara ''Naaa!'' diye bağırıp başlıyor sallamaya. Ve işte bundan sonra başlıyor taşlama, kime o hareketi çekene...  Şurası bir hakikat, Bizim meslektaşımız, o ‘nahhh’ işaretini yapmasaydı, trenimiz yavaş yavaş hızlanıp Uşak’tan ayrılıp gidecekti. Provokasyon böylece bizim meslektaşın üzerinde kalmıştır.”

Gerçek ne kadar farklı değil mi? İşte 27 Mayıs 1960 Darbesine giden süreçte bir takım odaklar basını, üniversiteyi, yargıyı, ana muhalefet partisi CHP’yi ve son darbeyi vurmak üzere orduyu alabildiğine kullanmışlardır. Sonuçta meydana gelen 27 Mayıs 1960 Darbesi ve Yassıada zulmü, Yassıada’da ölümler ve İmralı’da meydana gelen infazlar aziz Türk Halkının vicdanını yaralamıştır ve cezasız kalmıştır. Üzüntüyle görüyoruz ki, hala 27 Mayıs’ı öncesi ve sonrası ile savunanalar vardır. Ancak tek teselliğimiz İlahi Adaletin hükmünü icra etmekte olmasıdır.

H. Emre Oktay
Mayıs 2017, Fenerbahçe    

2 Haziran 2017 Cuma

"SÜPER MİLLET", Eğitimci, Tarihçi-Yazar, Yalçın KOÇAK

SÜPER MİLLET
Yalçın KOÇAK
18.Dönem Sakarya Milletvekili
Tüm ülkeler süper devlet olmaya çalışır, didinir, uğraşır. Merhamet nedir, yardımlaşma nedir, aç doyurmak nedir en önemlisi imece nedir bilmeyen tebalarına rağmen süper olma iddialarını devam ettirirler. Medeniyetiniz çökmüşse, kültürel değerleriniz yok olmuşsa, ikonlarınız, tabularınız ve kutsiyet atfettiğiniz değerleriniz anlamlarını yitirdiyse. iflas etmiş bütün izm'lerinizle; III.bine hoşgeldiniz beyler.
Tarih bir medeniyetler mezarlığıdır. 
Mukaddes kitabımız Kur’an bunları isim isim sayıyor.
Türkler, Batılı tarihçilerden kendi tarihini öğrenme mecburiyetinde bırakılmıştır. 
Türk’ün medeniyetleri yönetme dehası ve kabiliyeti yok sayılmıştır, Tarih kitaplarında ''Türk Medeniyeti'' diye bir başlık altında dahi yer verilmemiştir. Dinler tarihi hocam Abdurrahman Küçük bu konuları dantel gibi hassas işliyor, ömrü uzun olsun.
Güneşin doğduğu yerden; Mançurya’dan başlayan; At’ın evcilleştirilmesi ve Tekerleğin icat edilmesi süreciyle, Batıya akan Medeniyet yolculuğumuza bir de benim gözümden bakın Medeniyet diye yazılan kavimlerin Türk idaresinde ki yüzerli yıllarını görelim.
Çin Medeniyeti; Xia, Song, Chou-Khan hanedanlarıyla yüzlerce yıl yönetilmişken; Beyaz piramitlerin, Turfan sulama tünellerinin sırları elan çözülmemişken,
Hind Medeniyeti; Babürler tarafından kuşaklar boyu idare edilmiş, Tac Mahal gibi bir Dünya şaheseri Türkler tarafından inşa edilmişken (Kraliçenin tacında takılı olup şimdi saklanan elmas bu caminin kubbesine bağlı şamdandan çalınarak kaçırılmıştır. Okuyucularım bir taşın daha İngilizlerce çalındığını hatırlayacaklardır, Ayasofyanın Halka-i Hilafet gerdanlığı olan sıfır meridyen taşının yerebetan sarnıcı kapısı önündeki taşın yarısını!!), Urduca gibi bir ordu dili Hindistan’a miras bırakılmış, Şeyh Galip ve Divanı gibi muhkem bir edebi eser günümüze kadar ulaşmışken;
Acem Medeniyeti; Yakın zamana kadar Kaçar hanedanı beylerince yönetiliyorken.
Arap ve İslam’a tam bin yıldır hizmetkârlık ve sancaktarlık yapabildiysem.
Mısır Medeniyetini Memlüklü ve Kölemen kimliğimle muhafaza etmişsem, dahası M.Ö. 3 binde Pelasg (İskit veya Saka Türkleri) kimliğimle gittiğim Mora yarımadasının üst kısmında Teselya (Te SILA) bölgesinde, bizden bin yıl sonra M.Ö. 2 binde Mısır tarafından gelen Greek’lere (Meydan Larousse’de “Hırsız Hilekâr” demektir.) ev sahipliği yapıp Latin Medeniyeti’nin anası sayılan bu palikaryalara da ev sahipliği yaptıysam ve Akropol’ün altında ki imar edilmiş duvarında adı Pelasg duvarı olarak orada Yunan’dan önce olduğumu tescil ediyorsa. Benim Türk medeniyetimi yok sayanlara LÂ makamında ne diyeyim? Bakın daha Hordus demedik Altın Ordu'dan bahsetmedik. İberia, Albania, Etrüsk, İtalya demedik. Eti, Sümer, Kenger de demedik. Afrikaya İslam internetten gitmedi, Arabın götürdüğü yer İspanya orada da esamisi kalmadı. Bakın Afrikanın içleri öyle mi? hala kırmızı fesliyi bekliyor.
Şimdi soralım;
Tarihte var sayılan, yazılan Çin, Hind, Acem, Arap, Mısır ve Latin Medeniyetlerini bunca yıl yönetmeyi başarmış Türk’ü Medeniyet sahibi saymamış bilim körlerine, bunları Batılı meslektaşlarına haykırmamış akademik sıfatlı, Batı suratlılarıma yazıklar olsun demeyelim mi?, yedikleri Anadolu toprağının ekmeğini helal mi edelim?, Al yazmalı analarınızın sütüne yazık, hem de çok yazık. 
Üç Rahmetliyi onlardan ayırıp anmadan edemem Adile Ayda hanımı, Kazım Mirşan meslektaşımı ve Servet Somuncuoğlu kardeşimi (Mevlâm Rahmet eylesin) çalışmalarıyla gözlerimizi açtılar, yazıtları ve okumalarıyla ufkumuzu genişlettiler.
Atlas Okyanusundan, Pasifik Okyanusuna, Hind Okyanusuna At sırtında 10 bin kilometre.
Yüzlerce yıl yönettiği yerlerde altı yok edilmemiş adeta Türklük aşısı yapılmış Medeniyet yaşatan ceddime Rahmet olsun. 
İbn-i Haldun'dan medeniyetlerin nasıl yeşerdiğini öğrendim; terslerinden tez geliştirdim, 1- Tarihleriyle oynayarak. 2- Çografya adlarını ve referanslarını değiştirerek. 3- Kültür omurgasında ki omurlardan (hars ve töre) bir kaçını devre dışı bırakıp medeniyeti yok ederim. Savaşla yapamadığımızı biz böyle yaptık. Ben bu işlere başladığımda Dünyada 21 medeniyet vardı, kalemi bıraktığımda 6 kalmıştı diyor, kefere Arnoldo Toynbee
Şimdi 380 milyar dolar bizim sahamızda fitne çıkaranlara yardım eden, yataklık edenlerle yeni bir mücadele zamanı selası veriliyor, işitmiyorsunuz..
Dünyada topu topu 10 Milyon Musevi yaşar, antisemitizmi yasaklayan yasalarla korunurlar.
1,6 Milyar Müslüman yaşar, İslamofobi diye bir düşmanlığa lâyık görülürler.
Anti semitizm de bir Batı icadıdır.
İslamofobi de bir Batı icadıdır.
Bizi töhmet altında, savunmasız bir halde bırakmak için çağın tezgâhlarından yalnızca birisidir.
İdrak eden; Beri gelsin…
            Batı kumpanyasının kiralık mahluklarından coğrafyamızı, alemi İslamı, İnsanlığı ve dinimizi ve dahi dilimizi, ülkemizi korumak ve kollamak gibi ilahi bir vazifemiz vardır, kaçışımız yok illaki sorgulanacağız. 
Mustafa Kemalin açılmayan vasiyetinden bir paragraf;
YA ELLİ SENE SABIR EDECEĞİZ, YA DA 70 MİLYON OLANA KADAR BEKLEYECEĞİZ?????.. 
HALÂ’mı?