25 Ocak 2016 Pazartesi

HER İNSAN BİR DEVLETTİR “DEVLET İNSAN İÇİN VARDIR” (GERÇEK DEMOKRAT & Mustafa Nevruz SINACI) "TBMM ve MİLLET-VEKİLLİĞİ"

HER İNSAN BİR DEVLETTİR
“DEVLET İNSAN İÇİN VARDIR”
Mustafa Nevruz SINACI
TBMM ve MİLLET-VEKİLLİĞİ
Türk milletinin kadim medeniyeti, milli kültür ve siyaset biliminde “medeni siyaset” denilen milli siyaset geleneğinin öznesi insan’dır. Buna göre: Evrende var olan her şey insan içindir. Şu hale nazaran, gerçekte her insan; Kâinatın atom’u ve bir “merkez varlık” sıfatıyla “nevi-i şahsına münhasır” devlettir ve kurumsal devlet “bu insan” için vardır. Dolayısıyla, bir takım kötü tohum ürünü, suiniyet sahibi, sureti haktan görünen insanlık düşmanlarının iddia ve iftira ettikleri gibi; Türk-İslâm ortak sentezi ve kadim geleneğinde, kesinlikle devlet değil; Sadece ve yalnızca “İNSAN” kutsaldır.
İNSAN’I YAŞAT Kİ; DEVLET YAŞASIN
Medeni siyasette İnsan; Dilediği dine inanmakta ya da inanmamakta serbest, yani lâik ve fakat “suç işleme özgürlüğüne” sahip değildir. Devlet cihazı olarak adlandırılan “hüküm ve hikmet” merciininse tek ve yegâne umdesi adalettir. Adalet, her şeye egemen RAB olan, yüce yaratıcı ALLAH (cc)’ın emir ve yasaklarına aykırı olamaz. Çünkü evrensel adalet ilâhi kanun, kuram, kural ve objektif ilkelerden ibaret olup; Âdetullahtır. Âdetullah ise, Allah'ın kanunu, yaratıcının sünneti anlamı ve önem derecesinde demektir ki, buna da Sünnetullah denir.        
Hakikatte insan, Yüce Yaratıcının Halifesi;
Yani yeryüzündeki vekilidir.
İnsan’ın şahsında, bütün mükevvenat (varlıklar, canlı-cansız her şey, yaratılmışların tamamı) tekevvün (vücut bulan, meydana gelen, şekillenen, var olan) eder. Yani; Hazreti Yunus Emre’nin “yaratılanı seveceksin, yaratandan ötürü” sözü, esaslı bir kuram, Güçlü bir öz’dür; İnsan denilen özne’nin açılımı, anlamı: Özelde ins, ünsiyet, meşveret ve muhabbet; Genelde ufuk ve felsefesidir. Mikro kozmos (küçük evren) bağlamında İnsan; Adalet ahlâkı, fazilet, kavram ve fiilde hak-hukuk üzerine kaimdir. 
Adalet, fazilet, hakkaniyet ve evrensel hukuk’a teslimiyet dâhilinde “ilkeli, namuslu, dürüst, onurlu, sorumlu, soylu ve üretken (yapıcı/yaratıcı/mucit/keşşaf) ” bir hayat sürmeyen mahlûklar “insan” olarak kabul ve telâkki edilemez. Bu nedenle İnsan ve İslâm barış, anlayış ve (evrensel yasaya) teslim kök’ünden gelir. Yani İnsan’ın yaşamı süresince görevi “evrensel adalet ve küresel barış” yasalarına uymak; Doğrudan ve aracısız olarak birey tarafından tayin ve tespit edilen, seçilen hükümetlerin (devletin) görevi:, Hâkim ve hükümran, sorumlu olduğu alanda evrensel adaletin, tam bir eşitlikle uygulanmasını (İnsan hakları, adalet, hukuk, yaşam boyutunda eşitlik ve kalıcı/sürekli barışı) sağlamaktır…
TÜRK SİYASET GELENEĞİ
İşte Türk siyaset geleneği, diğer bir deyişle “medeni ve/veya milli siyaset” bu manâ ve muhtevadan ibarettir. Dolayısıyla, kendine özgü, geleneksel tarihi karakteri, kadim ve orijinal yapısı nedeniyle, Cumhuriyet dönemi itibarıyla buna: Türk İnkılâbı denilmiştir. Türk İnkılâbı: 1700 yılından itibaren giderek yozlaşan, çürüyen, dejenere edilen; Türk-İslâm kültürü, siyaset ahlâkı ve medeniyetini önce durduran, duraklatan, müteakiben 200 yılda çökerten menfur bir süreci durduran, soylu bir “öze dönüş” (aslına rücu) hareketidir. (sistemde ‘devrim’ sözcüğü yoktur.) Umarım; Hakikatten gafil, açılım, sulta, cunta, dikta, vesayet gibi güdüm heveslileri bu hakikatleri dikkatle okur ve doğru algılarlar!…
TÜRK İNKİLABININ YÖNETİM İLKELERİ:
01- Türk milletinin idare şekli “kuvvetler birliği” esasına dayanır. Egemenlik birdir ve kayıtsız şartsız milletindir. Büyük Millet Meclisi, Türk milleti adına egemenlik hakkını kullanır. Yasama ve yürütme yetkisi TBMM’nde toplanır. Meclis yasama yetkisini bizzat kullanır. Yürütme yetkisini kendi arasından seçeceği Cumhurbaşkanı ile onun tayin edeceği Bakanlar Kurulu’na bırakır. Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri tarafsız, mutlak adaletli ve bağımsızdır. (Gazi Mustafa Kemal Atatürk 1935-Ulus Gazetesi)
02- Efendiler, uzmanlarca bilinen bir gerçektir ki, kanun koyucular (Milletvekilleri) bir takım seçkin özelliklere sahip olmak mecburiyetindedirler. O özelliklerden birincisi şudur: “Kanun teklif eden, kanun yapan, kanun koyan bir insan, insanlığın bütün hislerini, bütün ihtiraslarını herkesten daha çok anlamalı ve bilmelidir. Fakat nefsini herkesten fazla ve tamamen, bütün kapsamı ile bunlardan korumak kudret ve kabiliyetine sahip olmalıdır.” Bu seçkin özelliğe sahip olmayan insanlar, toplum için kanun yapmak (vekil olmak) hak ve yetkisinden men edilir. Çünkü Kanunlar hislere dayanarak ve uyularak yapılamaz. (1921-Söylev ve Demeçler, Cilt: 1 Sayfa: 193 + Atatürk’ü Anlamak, Behzat Şaşal, Anayurt-2004)
03- Milletvekili sıfatıyla vazife, salâhiyet ve sorumluluk mevkiinde beraber çalışacağımız arkadaşlarımızın geçen tecrübelerden de yararlanarak vazifelerini eksiksiz yapacaklarını ve özellikle:, “Milletvekilliği’nin, her tür düşünceden daha önemli, haysiyetli ve şerefli (vicdanı hür, irfanı hür ve nevi-i şahsına özgür) bir millet vekâleti” olduğunu ve bunun, resmi ve özel hayatta bile birçok manevi (sorumlulukları) ve belirli külfetleri bulunduğunu göz önünden uzak tutmayacaklarını kuvvetle ümit ederim. (1927-Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Mustafa Kemal Atatürk, TİTE-Yay. Nimet Arsan)
04- İçinizde memleketi ve milleti en çok seven, aklına, ilmine, anlayışına, vicdanına en çok güvendiğiniz; Namuslu ve dürüst insanları (milletvekili) seçiniz. Bu sayede Meclis sizin arzularınızı yapmaya, lâyık olduğunuz refahı sağlama gücüne sahip olacaktır., Açık ve sağlıklı düşünmek, açık (saydam/şeffaf) ve tutarlı hareket etmek, bu suretle Türk’ün yüksek siyasi müessesesi, Cumhuriyeti yükseltmek... Bu görüşleri tartışanlar, asla, birbirine karşı değillerdir. Önemli olan bu görüşlerin başarılı olmasıdır. Milletin, hatalardan korunması için tek sağlıklı çözüm: Düşünce ve yaptığı işleriyle milletin güvenini kazanmış, siyasi bir partinin seçimde millete yol göstermesidir. (1927-Nutuk, Cilt: 2-1960)
TÜRK İNKİLABININ YÖNETİM İLKELERİ
05- İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir. Demokrasi, milli egemenlik prensibinin esasıdır. Gerçekte, idare edenler “millet adına” egemenlik kullanırlar. O halde, devlette idare edenler demokrat olmalıdır. Hükümet prensibi de, adalet sevgisini ve ahlâk fikrini gerektirir.
Zira Cumhuriyet ve Demokrasi memleket aşkıdır. Millet aşkıdır. Aynı zamanda, babalık ve Analıktır. Hükümetlerin öncelikli görevi: Kişisel hürriyetlerin sağlanması, adalet ve barışın sürekli kılınmasıdır. (M. Kemal Atatürk)
06- Devlet adamı gelecek kuşakları düşünen (yüksek ahlâk, ilim, adalet, basiret ve beka sahibi) kişidir. Politikacı ise; Gelecek seçimleri düşünen (hırs ve ihtirasına zebun) kişi olarak tarif edilir. (Uğur, İsmet İnönü, s. 9-10)
07- “…bu yazılmamış olan ve milletin şuurunda yaşayan (evrensel adalet, milli kültür, medeni siyaset ve küresel barışa dair) kanunlara riayet etmeyen her meclis, her müessese ve her örgüt, nihayet dayandığı kanunların kendilerini müdafaa etmediğini görmeye mahkûm oluyorlar, olacaktır…” (Uğur, İsmet İnönü, s. 31-32)
08- Bir kanun kabul edilirken her birimiz şu veya bu fikirde bulunabilir, mücadele ederiz. O idareden sonra iktidarlar da değişir. Onu yapmış olanlar gider, biz geliriz, başkası gelir. Her mesuliyet alan adam, ondan evvelki hükümetin çıkardığı kanuna güvenerek işini, sermayesini getirmiş olanların, kendilerine kanunla temin ettirilmiş olan bütün haklardan endişe etmeksizin istifade etmeleri şarttır. Petrol kanunu mevcuttur. Mevcut olduğu gibi tatbik edilecektir. Yabancı sermaye ile kim memleketimize gelmişse emniyettedir. (Mehmet Turgut, Siyasetten Sahneler, B.Yay-1991 s.61)
09- Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsü mübalâatsızlığa (saygısızlığa) asla gelmez. 
Ben bu kürsüye her çıkışımda onun mehabetini (yüceliğini), Meclisin büyüklüğünü ve ehemniyetini duyarım. (Bilsel, İsmet İnönü: Büyük Devlet Reisi, s.ıv) “Vekillerin de, reis-i devletin de, herkesin de harekâtı, hattâ vaatları, hattâ retleri kanun, vazife, ahlâk kuyuduyla (kaydıyla, sınırları ile) çerçevelidir.” (İsmet İnönü’nün TBMM’ de Konuşmaları, 1920-1938, s.279) “Hürriyet, fakat anarşi değil, disiplin, fakat cebir değildi ve Meclis görüşmelerinde söz alanlar bu ilkeye özen göstermeliydiler. (Asım Us’un Hatıra Notları: 1930’dan 1950 Yılına Kadar Atatürk ve İsmet İnönü Devirlerine Ait Seçme Fıkralar, s.331)
10- Meclisin, müzakerelerinde özgürlükle (kürsü masuniyeti ile sınırlı) sorumluluk arasında bir denge kurulmalıdır. Müzakerelerde, anarşiye gitmeyecek surette serbesti, cebre gitmeyecek surette disiplin olması gerekir. (Asım Us, Hatıra Notları, 1930’dan 1950 Yılına Kadar Atatürk ve İnönü Dönemine Ait Seçme Fıkralar, s.331) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin irşadından (öğreteceklerinden) istifade etmeli, hele onun salahiyetine çok dikkat ve riayet etmelidir. (İsmet İnönü’nün TBMM Konuşmaları, 1939 -1960, s. 124) Ordu ile millet arasında yakın duyguların beslenmesinde en tesirli örnek, TBMM ve üyelerinin davranışlarıdır. Meclisimizin orduya karşı tutumlarında büyük bir ilerleme olduğunu sevinçle kaydedebiliriz. (1960 sonrası) Geçmiş fırtınaların yanlış tefsirleri önemli ölçüde unutulmaktadır. Ordunun şerefini korumakta dikkatli olmak, ordu için en besleyici gıdadır. Buna karşı ordudan, millet savunmasında ödevinin ehliyetlisi olmak, milletin istediği tek karşılıktır. (İsmet İnönü., TBMM Konuşmaları, 1961-1973, s. 806-807) “... Ordu temizdir, ordu hiçbir vesile ile memleketine zarar getirecek bir harekete vasıta kılınamaz. Türk ordusunun geleneği budur. Bunu daima ispatlamıştır. Türk ordusunun, milletin istemediği bir harekette bir sergüzeştçinin peşinde gittiğini kimse görmemiştir. (Age., s. 428)
KISSA’DAN HİSSE:
Bu kurallar, Cumhuriyet’i taşıyan; demokrasi, adalet, insan hakları ve hukuku ebed-müddet kılan ilk’ler; Temeller ve binlerce yıllık devlet geleneğimizin miyarı (ölçüsü, kriteri) ve çimentolarıdır. Milletin Vekilleri & tüm yetki ve sorumluluk sahipleri; Devleti İdareye lâyık, halkın itimadına mazhar; Kıdem, ehliyet ve liyakat sahibi, “namuslu, dürüst, üretken, ilkeli, adil, onurlu ve sorumlu” olmak zorundadırlar. Yukarıdaki ilkeler devlette yürürlükte, hükümette hâkim ve hükümran değilse!.. "Şark kurnazlığı, dönme ve devşirmelerin Bizans oyunları ile kifayetsiz muhteris bedhahların icraya çöreklenmiş ve siyaset fazilet olmaktan çıkmış demektir." Böyle bir şeamette Meclis tefessüh etmiş (çürümüş / bozulmuş / yozlaşmış); hükümetler acze düşmüş; demokrasi dumura uğramış; Yargı, adalet, hukuk, emnniyet / güvenlik ve denetim ‘tarafsızlık ve bağımsızlığını” yitirmiş demektir!.

19 Ocak 2016 Salı

İNSAN- İLİM ve İMAN & Mustafa Mete İSLAMOĞLU

İNSAN- İLİM ve İMAN
Mustafa Mete İSLAMOĞLU
BAŞLARKEN:
İnsanın ilmi arttıkça, Allahü teâlâdan korkması artar, günah işlemeye cesaret edemez, tevazu sahibi olur. Bir kimsenin ilmi arttıkça, öğrendikleri ile amel ettikçe, bunları ihlas ile yaptıkça ve böylece evliyalık derecelerinde yükseldikçe, Allahü teâlâdan korkusu da artar. Hucurat suresinin 13. âyetinde mealen; (Allahü teâlâ indinde en yükseğiniz, Ondan en çok korkanınızdır) buyuruldu.
. Büyüklüğünü düşünerek, Allahü teâlâdan korkmak, ibadettir. Bu korku, insanı haram işlemekten korumaktadır. Allahü teâlâdan korkan bir insan, iffetsiz, hayâsız olamaz. Allahü teâlâdan korkmak için, Allahü teâlâyı iyi bilmek yani Onun büyüklüğünü, sıfatlarını öğrenmek lazımdır. Resulullah efendimize, Cennete girmeye sebep olan şeylerin başlıcası nelerdir diye sual edilince, cevaben; (Allahü teâlâdan korkmak ve iyi huylu olmaktır) buyurmuşlardır.
Allahü teâlâdan korkmak, Onu çok sevmek demektir. İnsan, nasıl çok sevdiği bir kimsenin üzülmesini istemez ve onu üzeceğim diye korkarsa, Allahü teâlâya ibadet de, Ona olan sevgimizi ispatlayacak bir şekilde yapılmalıdır. İnsanların her bakımdan en üstünü olan Muhammed aleyhisselam; (Allahü teâlâdan en çok korkanınız ve çekineniniz, benim) buyurmuştur.
Allahü teâlâdan korkmak, bir zalimden korkmak gibi sanılmamalıdır. Bu korku, saygı ve sevgi ile karışık olan bir korkudur. Allah korkusu ve Allah sevgisi, insanları saadet ve huzura kavuşturan iki kanat gibidir. Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Bir kimse, Allah’tan korkarsa, her şey ondan korkar. Bir kimse Allah’tan korkmazsa, her şeyden korkar olur.)
Allah’tan korkan bir kimse, Onun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz, kendine kötülük yapanlara sabreder. Yaptığı kusurlara tövbe eder. Sözünün eri olur, her iyiliği Allah için yapar. Kimsenin malına, canına, namusuna göz dikmez. Çalışırken, alışveriş ederken, kimsenin hakkını yemez, herkese iyilik eder. Şüpheli şeylerden kaçınır. Makam sahiblerine, zalimlere yaltaklanmaz. İlim ve ahlak sahiblerine saygı gösterir. Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir. Kötü kimselere nasihat verir, onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Misafirlerine ikram eder. Kimseyi çekiştirmez, keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hatta faydasız bir şey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömert olur, malı ve mevkiyi herkese iyilik etmek için ister. Riyakârlık, ikiyüzlülük yapmaz, kendini beğenmez. Allahü teâlânın her an gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. Onun emirlerine sarılır, yasaklarından kaçar. Allahü teâlâdan korkanlar böyle faydalı olur.
İnsanlardan Allah korkusunu kaldırarak, Allahü teâlâyı yalnız ihsan sahibi sanmak ve kulların dertlerine, sıkıntılarına deva olacak şeklinde düşünmek, Hıristiyanlık inancıdır. Hıristiyanlar, Allahü teâlâyı, yalnız rahim, kerim bilir, Onun kahrından, azabından korkmazlar. Böylece Onu, kanunlarını yürütmeye gücü yetmeyen bir hükümet gibi zayıf, yahut çocukların yalnız arzularını yaparak, onları şımartan ana, baba gibi beceriksiz olarak tanımaktadırlar.
Netice olarak, insanın ilmi arttıkça, Allahü teâlâdan korkması da artar. Daha alçak gönüllü yani tevazu sahibi olur. Tevazusu artan kimse, artık kendisinden utanır hale gelir. Allahü teâlâya yakınlığı ve ölüm halleri artar. Kişinin ilminin artması demek, ahirete, cenâb-ı Hakka yaklaşması demektir. Hatta böyle olan bir kimse, kendisini, aslanın ağzındaki yem gibi görmeye başlar. Aslan ağzını kapatsa, kişi, öldüğünü hisseder. Allahü teâlânın haşmeti, büyüklüğü karşısında kendini, çok büyük bir korku kaplar. Çünkü ilim, insanı, Allahü teâlâyı ve kendini tanımaya doğru götürür. Fatır suresinin 28. âyetinde mealen buyurulduğu gibi: (İlmi çok olanların, Allah korkusu çok olur.)
KİŞİ SEVDİĞİYLE BERABERDİR ''Hz.MUHAMMED (S.A.V.) böyle buyurmaktadır.

18-0CAK-2016. ERDEMLİ

18 Ocak 2016 Pazartesi

Zahide Uçar: Türk Halkına Uyarımdır!!.

Zahide Uçar: Türk Halkına Uyarımdır!!.
Türkiye ürkütücü bir savaşa sürüklenmiştir. Önce ülkenin bütün kolon direklerini yıktılar. Bütün halkı borç batağına sürüklediler. Dış ticaretimiz Libya’dan Rusya’ya kadar yok edildi. Elde kalan turizm gelirleri de terör ile kurşun yedi. Yani, Türkiye üzerinde emelleri olanlar gırtlağımıza sarıldı. 78 milyon insanımızın 25 milyonu kredi batağında kendi derdine düşürülmüştür. Olup bitenden haberi yoktur.
Adalet yok, hukuk yok!!. Dilimize, dinimize savaş açıldı. İlkokullarda Latin harfleri Arapça söylenişe uydurularak okutuluyor. Ülkede satılmayan bir şey kalmadı. Dış borç gırtlakta… Kısacası; Ekonomik bağımsızlığımızı hepten kaybettik. Bir hatırlatma yapayım:
Rusya çözüldüğünde Almanya borcuna karşılık Rusya’dan sınırda bir yeri, yani resmen toprak istemişti. O olmazsa Gazprom’u verin demişti. Bu durumda köşeye sıkıştırılan Türkiye’den neler istenir, siz düşünün artık.
ABD ve müttefikler Irak’a girdiğinde asıl hedefin Türkiye olacağı belliydi. Çünkü Türkler uyumsuzdur. Durur durur, oyun bozar. Emperyalizm çizdiği yenidünya haritasına her ülkeyi ve birçok ırkı kolay monte edecek hale getirebiliyor ama, Türklere güvenemiyor. Türkler o tabloyu bozabilir diye tedbirini aldı. Erdoğangiller familyasının hastalıklı ruh hallerini maymuncuk olarak kullanıp ülkemize girdi. Muhalefeti hadım etti.
Erdoğangiller Familyasının mecburiyetleri ülkeyi batağa sürükledi. AKP ve Erdoğan’ın mecburiyetleri; Türk Halkını, "yılan-çıyan-akreplerle" bir yatağa soktu. O yatağa sokarken de millet her türlü psikolojik operasyonla narkoz odalarına hapsedildi.
Soros’un 8 milyon dolar para dağıttım dediği vesikalı gazeteciler ve medya organları Soros’un bir bölüğü gibi Türk Milletinin bütün değerlerine saldırdı. Bilgisi zayıf olanlar kendini koruyamadığı için beyin işgaline uğradı.
Televizyonlar milletin üzerine sürekli psikolojik operasyon kustu.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bütün etrafı boşaltıldı. Suriye’den Irak’a terör bataklığı oluşturuldu. Ülkemizin içinde uyumaya bırakılan yüzlerce terör örgütü elemanı uyanmaya hazır bekliyor. Yabancı istihbaratlar cirit atıyor.
Daha vahimi; Başbakanlığa bağlı Kamu Müsteşarlığında yabancı istihbarat elemanları çalıştırılıyor. Sayılarının 150 kadar olduğu söyleniyor.
Türk Ordusu her şeye rağmen Güneydoğu’da;
AKP’nin PKK’ya terk ettiği yerleri temizlemeye çalışıyor. AKP Güneydoğu’yu Yemen’e çevirdi. Giden adeta gelmiyor. PKK’ya teslim edilen yerlerde PKK rahat rahat savaşa hazırlanmış. Silah depolamış. Tüneller kazmış.
PKK’lı belediyeler bu aziz milletin parasını PKK’ya sebil etmiş. Valiler bu durumu MAL gibi seyretmiş. Dün "iyi ki bunlarla savaşa girmemişiz" diyenler, üzerinde tepindikleri Türk Askeri nin canı üzerinden bugün sahte milliyetçilik oynuyor. Oynuyor da; "Tavuk götü tövbe tutmaz" der büyüklerimiz. Vatansızlar-bayraksızlar çoktan kıvırmaya başladı bile... AKP içindeki bölge vekillerinin baskısıyla(AKP içindeki bölge vekilleri BDP ‘li vekillerin ruh ikizidir), askeri operasyonları bitirmeye hazırlanıyor. Aldığım duyumlara göre; Askere operasyonları durdurun diyorlarmış. Asker de "ne kadar temizlik yaparsak kardır diyerek "canı pahasına" operasyonları Ocak sonuna kadar uzatmaya çalışıyormuş...
AKP buzdolabına "kokmasın(!)" diye sakladığı hain saçılımı, buzdolabından çıkarmaya hazırlanıyor.
PKK baharda iç savaşa hazırlanıyor. En büyük dayanakları İKİZ YASALARDIR… Doğu PKK ile, Batı hem PKK, hem de İŞİD, Nusra, Hizbullah ve diğer terör örgütleri ile vurulacaktır. Bunların hepsini ülkeye AKP soktu. Türkiye bu terör örgütleri için adeta bir üs haline getirildi. Artık kontrol edemiyorlar.
Bir uyarım da Benzin istasyonları konusundadır. Öcalan yakalanmadan önce PKK’ya; "Bütün yol boylarındaki benzinlikleri alın, yol boylarına benzinlik kurup üs haline getirin" diye talimat vermişti. Bu talimat gereği yol boylarında kurulan veya satın alınan benzinlikler bir üs olarak kullanılacaktır. Türk Halkı o benzinliklerden avlanacak, araçlarına yakıt alamayacaktır.
5-6 yıl önce Yalova’dan Alanya’ya gelmiştim. Yol boyunda benzin almak için girdiğim benzinlikler hep Güneydoğu kökenliydi. Doğrusu Öcalan’ın talimatını hatırlamadan edemedim.
Milli bir MİT’imiz olsaydı, bu durumdan bu kadar endişe etmezdim ama durum ortada… Oslo’da PKK ile masaya oturan, oturmakla kalmayıp şehirlerimizin ağır silahlarla donatıldığını itiraf eden MİT Müsteşar Yardımcısı (Afet Güneş) ve Öcalan’a methiyeler düzen MİT Müsteşarı Hakan Fidan gibiler varken, vatandaş olarak bizler düşünmek zorunda kalıyoruz. Olası bir iç savaşta bu durumu göz ardı etmeyin. İŞİD ile PKK mutlaka iş birliği yapacaktır. Çünkü efendileri aynıdır.
İç savaşa nasıl hazırlanılması gerekiyorsa öyle hazırlanın!!. Yoksa 1915 öncesinde Ermeni örgütlerin silahsız, yoksul ve çaresiz Türkleri avladığı gibi av oluruz.
Ve, Türk Ordusu’na operasyonları bırakması söylendiğinde hep birlikte ayakta olalım.
Artık bizim sorunumuz Türk Sorunudur. Adımızı, varlığımızı, VATANIMIZIN varlığını devam ettirme savaşı verecek miyiz? Yoksa Türk adıyla birlikte varlığının da Anadolu topraklarından yok edilmesini seyredecek miyiz?
Karar Türk Milletinin olacaktır ve verdiği kararın sonuçlarına KATLANACAKTIR!!.
18.01.2015
Zahide UÇAR

15 Ocak 2016 Cuma

Türkiye BÜYÜK TUFAN ÖNCESİ'nde!... Sedat Laçiner (İKTİBAS)

Türkiye BÜYÜK TUFAN ÖNCESİ'nde
Sedat Laçiner
"Âlimlerini, sanatçılarını, düşünürlerini dinlemeyen, hatta onları küçümseyen, hor gören ve dahi hapsedebilen bir memlekette felaketler dolu gibi yağar."
"Ve ben, yaşanacaklar konusunda neredeyse Hz. Nuh kadar rahatım. Söyleyebileceğim veya yapabileceğim bir şey kaldığını sanmıyorum…
Kimse gerçekleri duymak istemiyor…
Tahammül düzeyi sıfırın altına inmiş durumda.
Artık yapılabilecek tek şey, olacakları izlemek ve bugünlerin en az hasarla geçmesi için dua etmek."
Sedat Laçiner/Haberdar
Büyük Tufan Öncesi
Yaz başıydı!...
Yakın bir arkadaşım dedi ki “boşuna uğraşıyorsun. Kendini parçalarcasına yetkilileri uyarmaya çalışıyorsun ama nafile. Seni dinlemeyecekler.”
“Belki dinlerler” dedim.
O, ümitsizdi, her şeyin bittiğini düşünüyordu:
“Dinlemeyecekler. Çünkü artık duyu organlarını kaybettiler. Ve geri dönebilecekleri mesafeyi çoktan geçtiler. Artık adımları seçimleri değil, bir önceki adımın sonucu. Bundan sonra devam etmek zorundalar. İsteseler de geri dönemeyecekler.”
“Bu durumda ne yapacağız” diye sordum.
Cevabı net ve korkutucuydu:
“Ben felaketin gelip geçmesini bekleyeceğim. Çünkü kaçınılmaz. Âlimlerini, sanatçılarını, düşünürlerini dinlemeyen, hatta onları küçümseyen, hor gören ve dahi hapsedebilen bir memlekette felaketler dolu gibi yağar. Sen de öyle yap. Kendini germe, kendini yıpratma. Boş yere çırpınma.”
O’nun dediğini yapamadım. Son ana kadar sanki tek bilen benmişim gibi çırpındım durdum. Ne dinleyen oldu, ne kulak kabartan.
KASIRGANIN GÖLGESİ
Yaz sonunda yaklaşan büyük kasırganın gölgesi üzerimize çoktan çökmüştü bile.Bunu aynı benzetmelerle birkaç televizyon kanalında dilim döndüğünce anlattım.
“Kasırganın gölgesi kıyısından köşesinden ülkeye giriş yaptı. Ekonomiden siyasete her alanda sıkıntılı anlar geliyor aman dikkatli olalım” dedim.
Ancak herkes kayıkçı kavgasındaydı. İki genel seçim birden yapıldı, yaklaşan tehlikeler kimsenin umurunda olmadı.
Ve geldik 2016’ya…
Kanaatimce kasırganın gölgesi tam tepemize gelmek üzere.
Bundan sonra ekonomide, siyasette, dış ilişkilerde, güvenlikte, sosyal hayatta, hak ve hukukta ve diğer konularda hızla kasırganın gözüne doğru yol alacağız.
Bu süreçte konuşması gerekenlerin tamamına yakını susturulduğu için bu aşamada cesur çıkışlar beklemek faydasız...
Zaten konuşsalar ne yazar. Doğruyu söylemek kadar onu dinleyecek kulak bulmak da gerek...
Sözlerimi kehanet veya falcılık gibi algılamayın lütfen. Ömrü olan görecektir. Tek yaptığım pozitif bilimin kurallarını Türkiye’ye uygulamak…
Ekonomik verileri önüme koyduğumda; siyasi gidişatı, siyasi savrulmaları değerlendirdiğimde; başta Rusya olmak üzere tüm dünya ile bozulan ilişkileri göz önünde bulundurduğumda; PKK’nın Suriye ve Irak’taki faaliyetlerini, buna karşınTürkiye’nin stratejisizliğini düşündüğümde; toplumsal kutuplaşmanın vardığı noktayı, büyüdükçe büyüyen karşılıklı nefreti fark ettiğimde; sorunlar dev gibi yığılırken ülkenin uyarı ve denge mekanizmalarının tamamen ortadan kalktığını gördüğümde, halkın yaşananları umursamadığını dehşetle anladığımda ülkenin nasıl bir gelecekle karşı karşıya olduğunu görmemek için kör olmak gerekir.
Ve ben, yaşanacaklar konusunda neredeyse Hz. Nuh kadar rahatım. Söyleyebileceğim veya yapabileceğim bir şey kaldığını sanmıyorum…
Kimse gerçekleri duymak istemiyor…
Tahammül düzeyi sıfırın altına inmiş durumda.
Artık yapılabilecek tek şey, olacakları izlemek ve bugünlerin en az hasarla geçmesi için dua etmek. (Analiz - 14 Ocak 2016 Perşembe 19:00)

12 Ocak 2016 Salı

HAARP !.... KORKUNÇ BİR ŞÜPHE VE "ACİZ HÜKÜMETLERİN ZEVALİ"

HAARP DOSYASI
AYDOĞAN VATANDAŞ: HAARP KIYAMET TEKNOLOJİSİ Mİ?.. ACABA?..‏
AYDOĞAN VATANDAŞ 
Yıllarca önce Sırp asıllı Amerikalı bilim adamı mucit Nikola Tesla tarafından geliştirilen bu "düşük frekanslı elektromagnetik ışınımla "yüksek enerji nakli" tekniğini hem Ruslar hem de Amerikalılar uzun zamandır bir silah olarak kullanmanın yolunu arıyorlardı Senator Claiborne Pell şöyle söylüyordu: "Şu anda bir anlaşmaya ihtiyacımız var... Dünyanın askeri liderleri fırtınaları yönetip, iklimleri değiştirmeden ve düşmanlarına karşı depremler oluşturmadan önce..."
Senaryoya göre, San Andreas fay hattında meydana gelebilecek büyük bir depremin Amerikan ekonomisine çok büyük zarar vereceğini bilen ABD, yer kabuğundaki değişimleri izleyerek, daha deprem oluşmadan tektonik katmanlar arasında artan basıncı değişik noktalardan patlatıp boşaltarak, büyük depremi küçük depremler haline dönüştürmenin yolunu bulmuştu. Sıra projenin denenmesine gelmişti
Gölcük 17 Ağustos 1999, saat 03:02.
Saat gecenin üçüydü ve insanlar can havliyle kendilerini evlerinden dışarı atmaya çalışırken sanki bir kıyameti yaşıyor gibiydiler. Ve sanki insanların çoğu belki de ölümün kendilerine ne kadar yakın olabileceğini ilk defa bu denli yakından gördüler.
Donanma Komutanlığı'nın görkemli devir-teslim törenini müteakip deprem hiç beklenmedik bir zamanda, ansızın çıkagelmişti. İki fırkateynin gece boyunca aydınlattığı orduevi yerle bir oldu. Milyarlarca liralık havai fişeklerin aydınlattığı Gölcük semaları bir kaç saat sonra bilimadamlarının 'deprem ışıması' dedikleri ancak hala ne olduğu tam olarak anlaşılamayan bir 'şeyle' aydınlandı. Bir kaç saat sonra, o unutulmaz uğultunun ardından bütün Türkiye derin uykusundan uyandı. Binalar birbiri ardına devrilirken ölüm binlerce insanı aynı anda yakalıyordu. Devlet hazırlıksız yakalanmıştı. Binlerce insan teknik yetersizliklerden ötürü enkazların altında günlerce bir kurtarıcı bekleyerek öldüler. Kısa süre sonra kamuoyu hummalı bir tartışmanın içinde buldu kendini. Binaların depreme dayanıklı yapılmayışı, fay hattının üzerine yerleşim alanlarının kurulması gibi argümanlar sıkça duyulan şeylerdi. Televizyon kanalları tartışma programlarını depreme ayırıyorlardı. Bu sırada deprem anını yaşayan insanlar depremle ilgili ilginç şeyler söylemeye başlıyor, kamuoyu tam olarak anlam veremese de iddiaları can kulağıyla dinliyordu. Enkazdan kurtarılan bir bayan Ali Kırca'nın yönettiği Siyaset Meydanı'nda aynen şöyle söylüyordu: "O gece ne olduğunu bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki bu depremden farklı bir şeydi."
İddialara yenileri ekleniyordu. Depremden hemen önce Gölcük'ten Avcılar'a kadar geniş bir alanda görülen 'ateş topu' ile ilgili bilimsel bir açıklama yapılamıyordu. Bazı bilim adamları görülen ateş topunun 'deprem ışıması' olduğunu söyleseler de neden diğer depremlerde de bu kadar açık benzeri bir ışıma yaşanmadığı sorusunun cevabı net olarak verilemiyordu. Öyle olsa bile bu da sadece bir tezdi ve geçerliliği de en fazla diğer tezler kadardı.
Kısa süre sonra fısıltılar dilden dile dolaşmaya başladı. Türk basınının saygın isimleri Gölcük depreminin 'suni' bir deprem olabileceğine ilişkin görüşleri aktarmaktan çekinmediler. Gölcük depremi suni bir deprem olabilir miydi? Bu konuda hemen deprem sonrasında birtakım teoriler ortaya atılmaya başlandı. Kimine göre Ruslar bomba patlatmıştı ve bu da depreme neden olmuştu. Kimi Yugoslavya'ya atılan bombaların yer kabuğunun dengesini bozduğu için depremin olduğunu söylüyordu. Hatta bazılarına göre bu işi PKK bile yapmış olabilirdi. Nitekim CNN, Başbakan Bülent Ecevit ile yaptığı bir röportaj sırasında böyle bir soruyu sormakta her hangi bir beis görmedi. Kimi de bunun başka bir terörist örgütün işi olduğunu veya uzay araştırmalarının bir parçası olduğunu söylüyordu. Ancak bu teoriler arasında en akla yatkın olanı 'Future Times'da yayınlanan araştırma dizisinde yer alan hikayeydi. Bu senaryoya göre, San Andreas fay hattında meydana gelebilecek büyük bir depremin Amerikan ekonomisine çok büyük zarar vereceğini bilen ABD, yer kabuğundaki değişimleri izleyerek, daha deprem oluşmadan tektonik katmanlar arasında artan basıncı değişik noktalardan patlatıp boşaltarak, büyük depremi küçük depremler haline dönüştürmenin yolunu bulmuştu. Yıllarca önce Sırp asıllı Amerikalı bilim adamı mucit Nikola Tesla tarafından geliştirilen bu "düşük frekanslı elektromagnetik ışınımla "yüksek enerji nakli" tekniğini hem Ruslar hem de Amerikalılar uzun zamandır bir silah olarak kullanmanın yolunu arıyorlardı. Bu yöntemle çok uzaktan, hatta uzaydan geniş alanlarda tahribat yapabileceklerdi.
Ancak Pentagon yıllardır çok güçlü bir silah geliştirmek amacıyla üzerinde çalıştığı bu projeyi, bir yandan da barışçı "deprem indirgeme" sistemine uygulamak suretiyle tepkileri azaltmayı ve fonlama devamlılığını sağlamayı amaçlıyordu. Bu nedenle proje önce Avustralya'nın çıplak ve seyrek nüfuslu bölgelerinde denendi ve geliştirildi. Daha sonra bunun deprem bölgelerinde denenmesine geldi sıra. Değişik zamanlarda Kafkaslar'da, Okyanus tabanında ve Güney Amerika'da Ant'larda tektonik uyarılar verilmek suretiyle endüktif deprem "yaratma" konusunda büyük adımlar atıldı. İşte bu araştırmalar da Amerika'da HAARP tarafından yürütülüyordu. İddialar bununla da kalmıyordu kuşkusuz.
Biz de bu konunun ana kumanda merkezi HAARP ile ilgili kapsamlı bir araştırma yaptık. Ulaştığımız sonuçlar ise bir hayli ilginç.
Fırınlanmış Alaska

Pentagon, Alaska'da, Anchorage'in 200 mil doğusundaki Arktik kompleksinde, bir gigawatt'tan fazla enerjiyi atmosferin üst katmanlarına yaymak için dizayn edilmiş güçlü bir verici inşa etti. HAARP Projesi (Yüksek Frekanslı Aktif Auroral Araştırma Programı) olarak bilinen bu araştırma dünyanın en büyük "iyonosfer ısıtıcısını" içeriyordu. Bu prototip aygıt, dünyanın yüzlerce mil yukarısındaki gökyüzüne yüksek frekanslı radyo dalgaları göndermek için dizayn edilmişti.
Peki ama neden iyonosferin elektrik yüklü partikülleri böyle bir ışınıma tabii tutuluyordu? Amerikan Donanması ve Hava Kuvvetlerine göre, bu projenin sponsorları "Alaska iyonosferinin kompleks doğa çeşitlenmesini incelemek için" bu çalışmaya katıldılar. Pentagon ayrıca bu teknolojiyle yeni haberleşme biçimleri geliştirme, orduya ait nükleer denizaltılara sinyal gönderme ve yerin derinliklerini araştırabilen teknolojileri gizlice inceleme imkanına sahip olacaktı.
Bir yıldan uzun bir süre önce HAARP üzerine 60 büyük teori yayınlandı. O zamandan beri tahkikat yapanlar bu eşsiz projeyi UFO olaylarından Birleşik Amerika'daki dev güç merkezlerine ve en son olarak yakın zamandaki TWA 800 uçağının düşüşüne kadar herşeyle suçladılar. (Pentagon, HAARP düzeninin geçen yılın sonlarından beri faaliyette olmadığını iddia etti). Bazıları bunu "Pentagon'un kıyamet günü ölüm ışını" olarak çevirdiler. Bu teorilerin birçoğu dikkat çekici ve mantıklıydı. Bu eleştirilerin arasında Star Wars füze savunma planlarından, hava şartları değiştirme komplolarına, sun'i deprem yaratma ve hatta belki de insan zihnini kontrol eden deneylere kadar birçok uygulama bulunuyordu.
HAARP kompleksi 23 ar'lık arazi üzerine Gakona kasabası yakınlarında izole edilmiş bir bölge üzerine kurulmuştu. 1997 yılında projenin son safhası tamamlandığında, ordu, 3 gigawatt güçten fazla (3 milyar watt), 2,5-10 megahertz frekans aralığında ışınlama yapabilen "yüksek frekans bazlı bir radyo vericisi" kurmuş ve 72 fit yüksekliğinde 180 kule inşa etmişti.
Donanma ve Hava Kuvvetlerine göre HAARP, birkaç mil çapındaki yerlere, 'az miktarda bilinen enerjiyi iyonosfer katmanının tespit edilen bir yerine göndermek için kullanacaktı'. Tahmin edildiği gibi, Donanma ve Hava Kuvvetleri'nin Halkla İlişkiler Departmanı (projenin oluşturduğu olumsuz haberleri ortadan kaldırmak için oluşturulan yeni güç) projenin hem çevresel etkilerini hem de bu teknolojinin kötü yönde kullanımıyla ilgili soru işaretlerini ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetleri yürütecekti.
Bununla birlikte HAARP projesini yöneten savunma şirketleri tarafından aslında Pentagon'un daha güçlü dizaynlara sahip olması gerektiği öneriliyordu. Bu patentlerden biri 1980'lerde donanma tarafından birkaç yıl boyunca tasnif edilmişti. HAARP muhalifleri tarafından "dumanlı ışın tabancası" olarak düşünülen ABD 4,686,605 no.lu patent dosyadaki anahtar bir belgeydi. ARCO Power Technologies Inc.'nin (APTI) sahip olduğu kardeş şirket ARCO, HAARP'ı inşa etmek için taşeron şirket görevini üstlendi. Bu patent, Teksas'lı fizikçi Prof. Bernard J. Eastlund tarafından icat edilen HAARP ısıtıcısına çok benzer bir iyonosferik ısıtıcıyı içeriyordu. Sonradan HAARP muhalifleri tarafından internette yayınlanan patentte Eastlund, bunu hem saldırı hem de savunma için iyi bir silah olarak tanıtıyordu. Patente göre Eastlund'un bu icadı iyonosferdeki yüklü partikülleri ısıtarak, uyduların mikrodalga vericilerini bozacak ve "dünyanın büyük bir bölümünün üzerinde haberleşme iletişiminin bozulmasına neden olacaktı. Ancak Eastlund'un dünyanın atmosferindeki bir bölgenin değişimini sağlayacak metod ve aygıtı aynı zamanda; en sofistike uçakların ve füzelerin sahip olduğu yön sistemlerinde karışıklığa sebep oluyor, sadece üçüncü parti haberleşme sistemlerini karıştırmakla kalmıyor bununla birlikte haberleşme ağını aynı zamanda taşıyacak bir veya daha fazla benzeri ışının avantajını sağlıyordu. Diğer anlamda, diğerlerinin haberleşme ağını sekteye uğratmak için kullanılan bu sistem aynı zamanda bu icadı bilen biri tarafından haberleşme ağı olarak da kullanılabilirdi."
Örneğin: "akılcı amaçlar için diğerlerinin haberleşme sinyallerini yakalar", "atmosferin geniş bölgelerini beklenmedik yüksek irtifalara kaldırarak "füze veya uçakların yön sistemlerini sekteye uğratır" böylece beklenmedik veya planlanmayan düşman kuvvetlerine ait füzeler bu şekilde yok edilebilir veya yönleri değiştirilebilirdi.
APTI/Eastland patenti, Reagan yönetiminin son günlerinde, yüksek teknolojiyle donatılmış füze savunma sistemlerinin planlarının hala yoğun bir şekilde tartışıldığı bir dönemde dosyalanmıştı. Fakat Eastlund'un mavi gökyüzü vizyonu klasik Star Wars reçetelerinden daha ileri giderek patentli iyonosferik ısıtıcı için daha alışılmadık kullanım yöntemleri önerdi. Patent "odaklama aygıtı olarak görev yapacak bir veya birden çok partikül öbeği oluşturup atmosferin üst tabakalarındaki rüzgar düzeniyle oynayarak hava değişikliği yapmanın mümkün olduğunu" belirtiyordu.
Sonuç olarak, suni olarak ısıtılmış olan "geniş miktardaki güneş ışığını rahatlıkla dünyanın seçilmiş bölümlerine" odaklamak mümkün olabilecekti.
Kuşkusuz HAARP yetkilileri Eastlund'un patentleri veya planlarıyla ilgili olan herhangi bir bağlantıyı yalanladılar. Fakat bazı anahtar detaylar bunun aksini gösteriyordu. Eastlund'un patentinin sahibi, APTI, HAARP projesini yönetmeye devam ediyordu. 1994 yazında, ARCO, APTI'yi savunma şirketi olarak bilinen E-Systems'e sattı. E-Systems'in sahibi şu anda, dünyanın en büyük savunma şirketlerinden ve SCUD-busting Patriot füzelerinin yapımcısı Raytheon'dır. İşte tüm bu gelişmeler HAARP tesislerinde basit bir atmosfer biliminden daha fazlasının olduğunu gösteriyordu.
Bunların da ötesinde, APTI/Eastlund'un patenti Alaska'yı yüksek-frekanslı iyonosferik ısıtıcı için ideal bölge olarak gösteriyordu çünkü 'bu icat için istenilen yüksekliğe uzanan manyetik alan çizgileri dünyayı Alaska'da kesiyordu.' APTI ayrıca Alaska'yı projeyi güçlendirmek için bol bol yetecek kadar enerji kaynağına yakın olduğu için ideal bir yer olarak görüyordu.
Kuzey Kutup Bölgesindeki doğalgaz rezervlerinin geniş bölümü ARCO tarafından satın alınmıştı.
Eastlund ayrıca resmi ordu hattını da yalanlıyordu. Ulusal Halk Radyosuna gizli ordunun 1980'lerin sonunda ortaya atılan bu çalışmasını geliştirmeyi planladığını söyledi. Ve Microwave News'un Mayıs/Haziran 1994 sayısında Eastlund (kendi patentlerinin gerçekleşmesi için) "HAARP projesinin açıkça ilk adım olarak göründüğünü" söylüyordu.
Eastlund'un patenti gerçekten de "örnek olarak gösterilen referanslar"da konu ile ilgili yapılan komploların tam ortasına düştü. Eastlund tarafından belgelenen iki kaynak, komplo tarihi günlüklerinin devi Nikola Tesla'nın kısa biyografisini anlatan, 1915 ve 1940 yıllarında New York Times'ta yayınlanan makalelerdi. Zeki bir mucit ve Edison'un çağdaşı olan Tesla, hayatı boyunca yüzlerce patent geliştirmişti. Elbette temel bilim hiçbir zaman Tesla'nın makalelerini kabul etmedi ve onun daha sonraki bildirileri (dünyayı iki ayrı parçaya ayıracak bir teknoloji geliştireceğine yemin etti) onu tarihi bir noktada yer almaya itti. Radyo programlarında veya internet tartışmalarında, hükümetin depremlere neden olmak veya hava şartlarını değiştirmek gibi sözde deneyler yaptığı ve bunları yaparken de, gizli tutulan "Tesla Teknolojisini" referans alıp, uygulamış olma ihtimali tartışılıyordu.
Eastlund'un iyonosferik ısıtıcısı için Tesla kuşkusuz büyük bir ilham kaynağıydı. 22 Eylül 1940 tarihli ilk New York Times makalesi, o zamanlar 84 yaşında olan Tesla'nın, Amerikan hükümetine, uçak motorlarının 250 mil uzaklıkta eritilebileceğini ve böylece ülkenin çevresine görünmez Çin Seddi benzeri bir duvar örülebileceğini belirttiğini yazıyordu. Bu şekilde Tesla "telegüc"ünün sırrını açıklayacaktı. Tesla'dan alıntı yapan Times hikayeye şöyle devam ediyordu:
'Mr. Tesla bu yeni tip gücün yüz milyon cm² çapında bir ışın üzerinde işleyebilecek, 2 milyon dolardan fazla maliyeti olmayacak özel bir komplekste oluşturulabileceğini ve bunu inşa etmenin de ancak 3 ay gibi bir vakit alacağını söyledi.'
8 Aralık 1915 yılında yayınlanan ikinci New York Times hikayesi Tesla'nın en meşhur patentlerinden birini açıklıyordu ki; bu elektrik enerjisini herhangi bir uzaklığa yansıtıp, onu hem savaşta hem barışta sayısız amaçlar için kullanabilecek bir vericiydi.
Tesla'nın fikirleriyle Eastlund'un icadı arasındaki benzerlik dikkat çekiciydi. Ayrıca Tesla ve HAARP Teknolojisi'nin birbirine bu kadar benzemesi de oldukça şaşırtıcıydı. Görünüşe bakılırsa APTI ve Pentagon, Eastlund'un ve buna paralel olarak da Tesla'nın fikirlerini oldukça ciddiye alıyorlardı. Nitekim Eastlund da buna katılıyor gibi görünüyordu. Bir gazeteciye şöyle söylüyordu: 'HAARP benimkisi gibi bir planı uygulamak için mükemmel bir ilk adım. Hükümet bunun böyle olmadığını söyleyecektir. Fakat eğer bir şey ördek gibi vakvaklıyorsa ve ördeğe benziyorsa, onun bir ördek olduğu büyük bir olasılıktır'
1976 Çin depremi
Gelin şimdi de jeofiziksel manipülasyonlar sahasında nelerin yapıldığına ve halen de yapılmakta olduğuna bir göz atalım. Çoğu insan elbette insanların bu tür şeyler yapabildiklerine ya da yapmak isteyeceklerine hiç inanmayabilir. Dolayısıyla bir deprem olduğunda çok az kişinin aklına şöyle bir soru gelir. "Bu doğal bir deprem miydi yoksa yapay mıydı?" Açıkça söylemek gerekirse Gölcük depreminden sonra ben bu soruyu soranlardandım. Türk basınının en saygın isimleri farklı üsluplarla bu soruyu sormaktan kendilerini alamadılar. Taha Kıvanç, Can Ataklı ve Sedat Sertoğlu şüphelerini köşelerine aktaran önemli isimlerdi.
Aslında içinde bulunduğumuz zamanda, yer değişiklikleri açısından her geçen gün aktivite seviyesinde yaşanan artıştan, hangisinin gerçek hangisinin suni olduğunu bilmek de giderek zorlaşıyor.
Nicola Tesla'nın '1935'deki Kontrollü Deprem'i, Tesla'ya göre "telejeodinamikçilerin bir eseriydi". Tesla "Yerin içinden hemen hemen hiç enerji kaybetmeden geçebilen ritmik titreşimlere neden olabilir ve bu mekanik etkileri karada uzun mesafelere taşıyarak, çeşitli eşsiz etkiler üretebilirdi" diyordu. Senator Claiborne Pell tarafından yönetilen senato alt komite oturumunda şöyle söyleniyordu: "Şu anda bir anlaşmaya ihtiyacımız var... Dünyanın askeri liderleri fırtınaları yönetip, iklimleri değiştirmeden ve düşmanlarına karşı depremler oluşturmadan önce..." Senator Pell, böyle bir teknolojinin varlığı konusunda bilgi sahibi olmadığı için 1975 yılında düşmanlar için deprem oluşturma kelimelerini telaffuz etmemişti. Ayrıca, 10 Aralık 1976 yılında Birleşmiş Milletler Genel Toplantısında "Askeri veya Diğer Çevresel Değişim Tekniklerinin Düşmana Yönelik Kullanımının Yasaklanması Anlaşması"nı onayladığı rapor edilmişti. Eğer deprem oluşturma kabiliyeti dahil olmak üzere çevresel değişiklik yapabilecek teknoloji olmasaydı, böyle bir rapor yayınlanmak acaba mümkün olabilir miydi?
Gölcük depremi gibi
5 Haziran 1977 tarihli New York Times'da, 28 Temmuz 1976 yılında Çin, Tangshan'da yaşanan ve 650.000'in üzerinde kişinin ölümüyle sonuçlanan depremle ilgili bir yazı yeraldı. 3.42'deki ilk sarsıntıdan hemen önce, gökyüzü, gündüz gibi aydınlanmıştı. Tıpkı Gölcük'te olduğu gibi. Temelde beyaz ve kırmızı olan çok renkli ışıkları 200 mil uzaklıktan görmek mümkündü. Birçok ağacın yaprakları yandı ve gelişmekte olan sebzeler sanki bir ateş topu tarafından adeta kavrulmuştu. Bazı araştırmacılar bu elektriksel etkilerin elektromanyetik plazma ve top şeklindeki aydınlatmayla bağlantılı olduğuna ve garip parıltıların da Tesla tipi teknoloji ve/veya HAARP benzeri vericilerden kaynaklandığına inanıyordu. Bu renkli ışığın parıltısı Tesla'nın 1935 yılında belirttiği "her çeşit emsalsiz etki"den biri miydi? Yoksa bu deprem, hiçbir şüphe duymayacak Çin halkı üzerinde uygulanan bir sistem testi miydi? Cevap kesinlikle doğal bir deprem gibi görünmediği şeklindeydi.
Ocak 1978'de Dr. Andrija Puharich'ın, "Global Manyetik Savaş" ve Layman'in 1976 ve 1977 yılında "Dünya Gezegenine Yönelik Alışılmadık Yapay Etkiler" başlıklı detaylı bir araştırma raporu yayınladı. Dr. Puharich raporunda şunları söylüyordu: "1976 yılındaki büyük depremlerin yanında bir tanesi vardır ki özel bir dikkat gösterilmelidir. 28 Temmuz 1976 Tangshan, Çin depremi".
Specula dergisinin Ocak 1978 baskısı, "Tesla Etkisi" adı verilen, bir çok bilim adamını inanılmaz bir şekilde etkileyen makale yayınladı. Makaleye göre, belirli frekansların elektromanyetik sinyalleri dünyanın kendisinde sürekli dalgalar oluşturmak için dünyadan gönderilebilirdi. Bu "sürekli dalgada şu an dünyanın yüzeyinden beslendiğinden çok daha fazla enerji bulunmaktadır."
Çatışma ölçeği teknikleriyle, dev sürekli dalgalar, çok büyük enerjiye sahip hedefli ışınlar üretmek için birleştirilebilir ve bu da uzak mesafede hedeflenen bir yerde depreme sebebiyet vermek için kullanılabilirdi.
Yukarıdaki paragrafı birkaç kez okumak faydalı olacaktır. Bu Tesla ile büyük ölçüde ilgili olan şeylerden biridir çünkü bir kez kontrol dışına çıktıktan sonra kolaylıkla dünyanın parçalar halinde titreşmesine sebep olması mümkündür. Bu teknik 1976'daki Tangshan, Çin depreminde kullanılmış mıydı?
Dr. Peter Beter, Rusların 1977 yılında Filipinlerin çevresindeki denizlerin derinliklerindeki çukurlara fizyon-füzyon-fizyon süper bombaları yerleştirdiğini belirtmişti. Dr Beter, Filipinler'in dev Pasifik Tektonik Tabakası'nda "anahtarkara" pozisyonunda olduğuna inanıyordu. İddiaya göre Rusya zaten daha önceden Pasifik Okyanusunun diğer bölgelerine depreme yolaçabilecek güçlü denizaltı silahları yerleştirmişti.
Dr. Beter kasıtlı olarak yapılan şeyin, gerilimin yüksek seviyelere ulaşabileceği Filipinler hariç, Pasifik tabakasındaki gerilimi azaltmak için olduğuna inanıyordu. Sonra, belirli bir noktada, Filipinlerin etrafındaki bombalar patlatılacaktı. Bunun inanılmaz depremlere ve gelgit dalgalarına yolaçması ve Amerika'nın Batı Kıyı'sında bir felaket yaratması bekleniyordu. Filipinlerde alevlenen volkanlar bu bölgenin gerilimli olduğunun bir işaretiydi. Okuyucular depremlerin ve volkanların birbirleriyle bağlantılı olduklarını unutmamalıdırlar. Bazen biri diğerini harekete geçirirken, bazı durumlarda bunun aksi gerçekleşir. Depremler, lavların yukarı çıkmasına imkan verecek şekilde dünyanın derinliklerinde delikler açabilir. Diğer durumda ise volkanik hareketlenmeyi başlatan gerilim, depremlere neden olur.
Washington Post'un 30 Ocak 1981 baskısında, 1979 yılında dünyada 56 önemli deprem olduğu ve 1980 yılında yıllık rakamın 71'e yükseldiği yazılmıştı. Tesadüfi bir şekilde, 1980 yılında hem Rusya hem de Birleşik Amerika'daki ELF vericilerinde bir artış olmuştu.
Albay Thomas Bearden itiraf ediyor
1981 yılında nükleer mühendis ve Amerika'daki önde gelen Tesla araştırmacısı Albay Thomas Bearden, Amerikan Psikotronik Derneği'nde bir konferans verdi. Konuşmasının bir bölümünde aynı zamanda 1978 Specula dergisinde de tartışılan Tesla vericileri tarafından üretilen kalıcı dalgalardan bahsetti. Albay Aslında HAARP'ın nasıl çalıştığını anlatıyordu: "Yaptığınız şey frekansı değiştirmektir. Eğer frekansı bir yönde değiştirirseniz, enerjiyi dünyanın diğer bölümünde hedeflediğiniz yerin ilerisindeki atmosfere boşaltırsınız. Havayı iyonize etmeye başladıkça, hava akış seyirini, jet gidişlerini vb. şeyleri değiştirebilirsiniz. Bu mükemmel bir hava makinasıdır. Eğer ani bir şekilde boşaltırsanız, bunun gibi küçük iyonizasyon elde etmezsiniz. Bu kez kıvılcımlar ve ateş topları (plasma) dünyanın yüzeyine boşalacaktır. Bu aletle ileri geri oynayarak, dünya çapında dev hava değişikliklerine yolaçabilirsiniz."
Mr. Bearden bunu neredeyse eğlenceli bir hava oyuncağı gibi tanıtıyordu. Fakat bu aynı zamanda 28 Temmuz 1976 Tangshan, Çin'i de hatırlatıyordu. Kuşkusuz 17 Ağustos Gölcük depremini de...
1 Ekim 1998, Perşembe tarihli Hürriyet Gazetesi'nin 'Kıyamete Kadar Yetecek Enerji' başlıklı haberi konunun bir başka yönüne işaret ediyor olabilir miydi?:
"27 Ağustos gecesi dünya enerji bombardımanına uğradı. Eğer bu radyasyon depolanabilseydi, dünya kendisine milyarlarca yıl yetecek enerjiye sahip olacaktı.
Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi'nin düzenlediği basın toplantısında konuşan bilimadamlarına göre Büyük Okyanus'ta bulunan Havaii Adası'nın üzerindeki iyonosfer tabakası gamma ve X ışınlarının bombardımanı altında kaldı. 5 dakika süren kozmik yağmur sırasında dış atmosfer tabakasında gece kısa bir süre için gündüze dönüştü.
Dünyanın 60 ile 80 km üzerinde bulunan iyonosfer tabakası bu enerjiyi yuttuğu için bu kozmik bombardımanın dünyaya herhangi bir zararı dokunmadı. Sadece elektronik donanımlarının zarar görmemesi için uydulardan ikisini geçici olarak durdurmak gerekti. California Üniversitesi'nden Kevin Hurley, iyonosfere boşalan gücün gelecek 300 yıl içinde güneşin dünyaya sağlayacağı enerjiye eşdeğer olduğunu söyledi. Hurley, 'Bu enerjiyi depolayabilseydik, kainatın sonuna ve daha sonrasına kadar her kenti, her köyü, her ampulü aydınlatacak enerjiye kavuşurduk' dedi."
Soru şu: Acaba depremlerle birlikte açığa çıkan ve ateş topu olarak ifade edilen dev enerji yoğunluğu da HAARP tarafından depolanıyor olabilir mi? Acaba kimler için? Bu arada Rus bilimadamları ABD'yi yaptığı araştırmalar konusunda uyarmayı da ihmal etmiyordu. 28 Ocak 2000 tarihli Hürriyet Gazetesi'nde Nerdun Hacıoğlu imzasıyla yeralan haberde şöyle deniyordu:
"Amerikan fizik laboratuarlarında deney aşamasına gelen 'evrenin yaratılış modeli' deneyi Rus bilim adamlarını 'kıyameti kopartacaklar' endişesine sevk etti.
Rus bilim adamları, deneylerin bir 'karadelik' oluşturabileceğini belirterek, 'Evrenin yaratılışını laboratuarda görelim derken, dünyayı yok etmeye kadar giden zincirleme reaksiyon başlatılabilir' uyarısında bulundular. Rus fizikçiler, 'Tarihte hep böyle olmadı mı? Atom bombası icadı da fizikçilerin masum bir fikrinden doğmadı mı?' diyerek bu fikrin sonuçlarının da masum olmayacağını vurguladılar. Rus fizikçiler, kıyamet teorilerini şöyle açıkladılar:
"ABD laboratuarlarında, daha doğrusu yer altında bulunan 5 kilometrelik 'parçacık hızlandırıcısında' altın iyonlarından iki güçlü akım oluşturulmak isteniyor. Bu iyon akımları tıpkı bir rayda giden iki tren gibi yol ortasında çarpıştırılmak isteniyor. Teoriye göre, çarpma noktasında 15 milyar yıl önce evrenin yaratıldığı andaki ortamı sağlamak ve evrenin 'büyük patlama' sonucu doğduğu kanıtlanmak isteniyor. "Ancak fizikten anlamayan biri bile tehlikenin farkına varabilir. Çarpışma noktasındaki ısı milyarlık derecelere vararak yalnız Güneş'te değil, hiçbir yıldızda bulunmayan bir ısı ortaya çıkaracak. Vakum ortamında çıkan ısı Güneş'ten 10 bin kat daha yüksek olacak. Bu da Brookhaven merkezli bir karadelik yaratabilir. Bir anda ne olduğunu anlamadan yok oluruz."
Gerisini size bırakıyorum.
[publicize twitter] [publicize facebook] [category teknoloji]
[tags HAARP DOSYASI, AYDOĞAN VATANDAŞ, HAARP, KIYAMET TEKNOLOJiSi]

4 Ocak 2016 Pazartesi

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ HUKUK SİSTEMİ !.. Özcan PEHLİVANOĞLU

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ HUKUK SİSTEMİ !..
İhtiyar dünyamız; terör, savaş, açlık, çevre kirliliği, doğa katliamları, hak ihlalleri ve toplumlararası haksız rekabet gibi insanlık alemini tehtid eden olaylarla boğuşuyor.
İnsanoğlunun bu olayların içinden sağlıklı olarak çıkabilmesi, ancak adalet duygusunun tatmin edildiği, evrensel ve yerel hukuk düzenleri ile mümkün...
Bu sebeple Anayasamızın “Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2.maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğu hükme bağlanmıştır. Hemde bu hükmün değiştirilemeyeceği hatta değiştirilmesinin teklif bile edilemeyeceği temel yasamızda vurgulanmıştır.
Eğer “hukuk devleti” olmasaydık yada devletin bütün kurumları ile vatandaşlar  arasındaki münasebetler, hukuk kurallarına göre tanzim edilmeseydi, ne olurdu? Gerçi “hukuk devleti” olduk da ne oldu?  diye de bu soruyu sorabiliriz!
Türkiye, yazılı metinlerde bir “hukuk devleti” olarak tanımlansa bile, adalet dağıtması icab edenler; yansız hareket etmedikleri, siyasi görüşlerin, dini akımların etkisine girdikleri ve hatta bu sebeple yetkilerini kötüye kullandıkları için, hukuk sistemimiz bir kaosun içine girerek zulüm aracı haline gelmiştir.
Keza uluslararası hukuk ve mahkemeler,  küresel güçlerin etki alanında olduğu için, oralarda alınan kararlar objektif ve adil olmaktan ziyade, siyasal nitelik taşımaktadır.
Bunlar bize, hukuk sistemimizin ve de dünya üzerinde geçerli olan diğer hukuksal düzenlerin büyük bir çöküş sürecinde olduğunu göstermektedir.
Tarih ise insanlara, asırlardan beri milletlerarası rekabetin hikayesini anlatıyor. Bu rekabet ve mücadele, her çağa has teknik imkanlara göre değişik zamanlarda ve farklı tarzlarda cereyan ediyor. Bu çerçevede Türk Milletinin, dünyada en eski tarihe sahip milletlerden biri olduğunu unutmadan, onun milliyetçi bir anlayışa dayanan ve kendine özgün;  fikir, eğitim, askeri, ekonomik, kültürel ve de hukuk sistemlerine sahip olduğunu  biliyoruz.
Örneğin, Türk Milletinin, tarihin derinliklerinden gelen ve gelişmiş oturmuş bir fikir sistemi vardır. Adı da, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’dir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş temelinde de bu sistem mevcuttur. Yine bu döneme “tek adam diktatöryası” lafları ile hücum edilmiş olsa da, dönemine göre  gelişmiş bir hukuk anlayışı ile kişisel hak ve özgürlüklerin savunulduğunu görüyoruz. Bunun sebebi ise, Türkler için cari olan tarihi fikir sistemi ile buna bağlı olan hukuksal yapının, tam bir demokrasi anlayışı ve demokratik  ilkeler ile beslenmiş olmasıdır.
Günümüzde geçerli olan hukuk sistemindeki arızalar, adalet mekanizmasının bütün unsurları tarafından çok iyi bilinmektedir. Bunun ıslahı ise tarihten kuvvetli kaynaklarla beslenen  “Türk  Milliyetçiliği Hukuk Sistemi”ni hayata geçirmekle mümkün olacaktır.
Türkler hakkında “Fazailül-Etrak” (Türklerin Faziletleri) kitabını yazan el-Cahız (ölümü 869)’a göre,Türklerin: “Türkler yaltaklanma, münafıklık, kovuculuk, riya, kibirlenmek, akrabalara karşı fenalık ve bid’at nedir bilmezler... Kitabına uydurup da başkalarının malını helal saymazlar” gibi hukuki sonuçlar doğuran bir yaşam felsefesi içinde bulunduklarını görmekteyiz. Yine Hans Barth adındaki seyyah, yazdıklarında Eskişehir’de karşılaştığı bir Ermeniden “Bir Türkle mi iş yapacağım, mukavele (sözleşme) yapmaya lüzum görmem. Onun sözü kafidir..” diye belirtiyor. Bunlar Türklerin kendine has bir hukuk sistemine,  tarih boyunca sahip olduklarının küçük bir göstergesidir.
 Türk Milletinin, tarihinin derinliklerinden getirdiği birikimle; insanın insanla ve toplumla, devletinde vatandaşları  ve de uluslararası toplumla ilişkilerini düzenleyen ve adına da “Türk Milliyetçiliği Hukuk Sistemi” denilmesi gereken bir hukuk sistemi mevcuttur.
Dünyanın küresel efendileri; eski ve yeni hukuk metinleri ve de adaletten uzak uygulamalar ile bir hukuksuzluk yaratmaya çalışırken, Türk Milleti kendi yaşam felsefesine uygun hukuk sistemini tesis ederek, mensuplarının huzur ve güven içinde yaşatmalıdır.
Adaletsizlik, Türk Milletinin kaderi olamaz. Süratli, objektif ve doğru kararlar alabilen bir mekanizma ve buna yön veren bir sistem mutlaka ve acilen kurulmalıdır. Çünkü vatandaş, bir terör örgütünün yargısından ve dağıttığı adaletten memnuniyet duyar hale gelmiştir...
Bu olumsuzluğu gidermek ve herkes için adalet anlayışını hayata geçirmek için yapılacak iş; hukuk düzenini “Türk Milliyetçiliği Hukuk Sistemi”ni esas alarak reformist bir anlayışla yeniden düzenlemektir.
Böyle bir düzenleme, evrensel hukuk anlayışı diyerek, mağdur ve mazlumlar üzerinde sözde hukuk sistemleri ile kölelik yaratanlara da, bir çeki düzen ile birlikte insanlık için umut verecek bir örnek olacaktır.
*
NOT    : Bu yazı İstanbul Milliyetçi Avukatlar Grubu (İMAG)’nun yayınladığı derginin son sayısı için yazılmıştır.
**
Özcan PEHLİVANOĞLU