29 Ocak 2018 Pazartesi

Afrin / Zeytin Dalı Harekâtına nasıl gelindi? "Hakan PAKSOY" & Milli Düşünce Merkezi

Afrin / Zeytin Dalı Harekâtına nasıl gelindi?
Hakan PAKSOY & Milli Düşünce Merkezi

Kahraman ordumuz, vatan bütünlüğümüzü tehdit eden belayı defetmek için Hatay sınırımıza komşu olan Suriye topraklarına girdi. Afrin’de konuşlanmış olan PKK-PYD’li teröristler, özellikle ABD’nin himayesinde ve nispeten de Rusya’nın gözetiminde topraklarımızı tehdit ediyordu. ABD’nin ağır silah ve mühimmat yardımı neticesinde her geçen gün büyüyen yılanın başı ezilmeliydi, aksi takdirde sıkıntı çok daha büyüyecekti. Irak’ın kuzeyinden başlayıp, güney sınırımız boyunca devam eden terörist varlığı, Fırat Kalkanı Harekâtı ile kesintiye uğramış olsa bile İskenderun’dan Akdeniz’e çıkacak bir koridor tehdidi devam ediyordu.

Zeytin Dalı adı verilen operasyon, geç kalmış olmakla birlikte, sınırımızdaki tehditlerden birincisini, “Kürt koridoru” hayallerini suya düşürdü. Uluslararası hukuk çerçevesinde yapılan bu harekât, çok ama çok geç kalınmış olmakla birlikte meşru müdafaa hakkımızın kullanılmasıdır.

Türk milleti, topyekûn kahraman ordusunun arkasındadır. Vatanın bütünlüğüne yönelik tehdit ortadan kaldırılana kadar ve hatta kaldırıldıktan sonra bile bu birlik devam edecektir.

Bu mücadele ile birlikte tehlikenin neden bu kadar yakın tehdit haline geldiğini anlamak ve bundan sonra olabilecekleri tahmin etmek için olayları çok daha önceden başlayarak analiz etmek gerekmektedir.

Bugün Türk milletinin, hiç de hak etmediği kadar bedel ödeyeceği; bu bedelin her geçen gün daha da ağırlaştığının anlaşılması; geçmişin doğru analizi ile mümkün olacaktır. Bunları bilmek, Türk milletinin hakkıdır.

Öncelikle, yaşananların karmaşık birçok boyutu olmakla birlikte; Türkiye’nin yaşadığı, doğru isimlendirmeyle bölücü terör; zorla kabul ettirilmeye çalışılan ismiyle Kürt sorunu(!), Müslüman coğrafyanın şekillendi(rildi)ği Arap Baharı ve İhvan-ı Müslimin kardeşliği ilişkilerine göz atmak önemlidir.

Önce Bölücülük…
Bugün, her fırsatta “Eyyy Amerika!..” diye konuştuğumuz ABD; CIA’nın 1998 yılında hazırlattığı, sonradan kitap olarak basılmış bir raporda her şeyi açıkça belirtmektedir. Kitabın* giriş ve önsöz bölümünden birkaç alıntı bile her şeyi ortaya koymaktadır.**

“[Türkiye’nin]Toprak bütünlüğünün korunmasına çok önem veriyoruz[!]; dünyada pek çok ülkenin yıkıcı etnik isyanlar ve ayrılıkçı eğilimlerle boğuştuğu bir çağda eğer mümkünse ‘birleşik bir Türk devleti’ içerisinde çözüme kavuşulmasından yanayız. Çatışma nedeniyle ‘Türk ve Kürt taraflarındaki can kayıplarından’ da endişe duyuyoruz.”

“[Sorun] Anayasasına göre etnik ayrımda bulunmadan yalnızca ‘Türkiye vatandaşlarından’ oluşan bir devlette etnik ve dilsel farklılıklara sahip büyük Kürt azınlığının rolüyle ilgili bir mesele”dir ve “Kürt sorununu tatmin edici biçimde ortadan kaldırma kabiliyeti “, “Devlet yönetiminin yapısını ve ‘iç etnik çatışmayı çözebilme’ kabiliyeti” olarak sunulmaktadır.

Peki, bu nasıl olacaktır? Bunun cevabı da verilmektedir: “Türkiye’nin(…), anayasada homojen olarak ifade edilen toplum yapısından resmen tanınmış çok uluslu bir yapıya geçişin kolaylaştırılmasında…”dır.

Başlangıçta en can alıcı sorulardan birisi kitabın giriş bölümünün sonundadır: “Batı’nın yakın bir müttefikiyle dünyada kendi devleti olmayan en büyük etnik gurubu içeren bu sorun gelip Batı’nın eşiğine dayanmıştır. Bu sorun Türkiye’nin mevcut sınırları içerisinde çözülebilir mi?”

Bir başka önemli cümle de kitabın sonuç bölümünden: “Özellikle ABD’nin Türkiye’yi etkileyebilecek başka kanalları da vardır. ABD Savunma Bakanlığı, Türk ordusunun pek çok kademesiyle doğrudan temas halindedir.” (Resmi temas denilmemektedir. 15 Temmuz ihaneti ile birlikte düşünülmelidir.)

Aslında her şeyin belli bir plan ve proje dâhilinde olduğu gün gibi ortadadır ve yukarıda bahsedilenler dışında yaşanmış yüzlerce olay ya da belge bunu ortaya koymaktadır. Ancak bu cümlelerin sahiplerinin eski CIA Başkanı (Abromowitz) Türkiye’nin eski CIA İstasyon Şefi (Fuller) ve CIA’nın hizmetinde olan birisi (Barkey) olması önem arz etmektedir.

Bu Sorulara Yakın Geçmişten Cevaplar…
O günlerde, dönemin Cumhurbaşkanı’nın himayesinde faaliyet gösteren bir takım STK’lar da bu konuda çalışmakta, “Türkiye içyapısını dış politikasına uygun geliştirmek zorunda. Ortadoğu’da yaşayan 30 milyon Kürt’ün hamiliğine soyunacaksak, içyapımızı buna göre düzenlemek zorundayız. (10 08 2010, Hürriyet Gazetesi)[1]” şeklinde açıklamalar yapmaktadır.

Yine, daha sonra Başbakan olan dönemin Dışişleri Bakanı; “bölgemizde bütün yapılar yeniden inşa edilirken, Türkler ile Kürtler arasındaki bu kardeşliğin inşa edici bir rolü var. Bölgemizde kalıcı bir etki yapacaktır.[2]” diyecektir (Ahmet Davutoğlu, 3 Kasım 2011)

Dönemin Dışişleri Bakanı’nın 2011 Ağustos’unda, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile yaptığı görüşmelere dair bir haber Ekim 2011’de gazetelere düşer. Bu habere göre, 6 saat süren görüşmede Esad Ahmet Davutoğlu’na; “Osmanlı padişahlarının dönemi kapandı. Suriye Arap kimliği yerine bir kez daha Osmanlı’nın içinde yer almayı asla kabul etmeyecek. Ankara bir kez daha Arap dünyasının karar merkezi olamaz.[3]” demiştir.

Bu ifadenin ne anlama geldiğini anlayabilmek için, Beşar Esad’ın, Cumhuriyet Gazetesi’ne verdiği ve beş gün süren röportajda sarf ettiği, “Onun [R. Tayyip ERDOĞAN, H.P] ve ekibinin kafasındaki proje daha büyük bir proje. Suriye’den daha büyük. Hatta benim pozisyonunu da kapsayan bir proje. Kendi özel ajandası var.[4]” Sözleriyle birlikte değerlendirmek daha doğru olacaktır. (4 Temmuz 2012, Utku Çakırözer röportajı)

Buna benzer bir sitem Irak’tan da gelmiştir. CHP Genel Başkanı ve heyetinin Bağdat ziyaretindeki Irak Milli Güvenlik Müsteşarı Falih Fayyas Heyetini kabulünde; “Her ülkenin egemenliğine saygı duyulmalı… Türkiye’nin de aynı şekilde Irak’a saygı duyması gerekir. Türk Hükümeti Irak’taki herhangi bir sorunun tarafı olmaması gerekir.” der ve belge gösterilir. Irak başbakanı Maliki ise “daha ağırları var” diyerek teyit eder. (20-24 Ağustos 2013, gazeteler)

Irak Merkezî Yönetimi’nin muhalefetine rağmen Barzani ile yakın ilişkiye girilmiş, Diyarbakır’da birlikte miting yapılmış, AKP kongresinde onur konuğu olarak ağırlanmış hatta peşmergeye maaş verecek parası olmayınca da –hem de iki milyar dolar- destek olunmuştur.

Bu bilgiler, ABD’nin projesi olan ve artık sıradanlaşmış bir şekilde telaffuz edilen BOP eş başkanlığı ile Yeni Osmanlıcılık haberleri yukarıdaki, “Bu sorun [Kürt sorunu(!)] Türkiye’nin mevcut sınırları içerisinde çözülebilir mi?” ve birleşik Türk devleti ifadesi birlikte değerlendirildiğinde daha da anlam kazanmaktadır. Ancak burada kast edilen birleşik devletin bir Türk devleti olmayacağı da maksadın ustaca gizlenmiş olduğu da aşikârdır. Hâlâ bu projeyi gerçekleştirebileceğini ve Afrin’in de bu maksat için kullanabileceğini düşünenler gündüz gözüyle düş görmektedirler.
***
Önce Kürt Açılımı olarak başlayan sonra Barış ve Kardeşlik ve en sonunda Çözüm Süreci ismi verilen PKK açılımları, her türlü uyarıya rağmen ısrarla devam ettirildi. Bunun için sadece 2014 Ekim’ine bakmak bile yeterli olacaktır. O günlerin gazete manşetleri arka arkaya tarandığında, hemen güneyimizdeki Ayn’el Arap’ta (Kobani) IŞİD’in az(dırıl)dığı, buradaki Kürtleri kurtarmak (!) için önce Irak’ın kuzeyinden gelecek sözde peşmerge, aslında PKK’lı teröristlere Türkiye’den geçiş izni verilmeyince 6-8 Ekim olaylarının patlak vermiş olduğu, Doğu ve Güneydoğu karıştı(rıldı)ğı görülecektir. Bu süreçte, dönemim Başbakanı, “Çözüm sürecinin milli olduğunu[5], çözüm sürecini yıkmak isteyenin altında kalacağını[6]…” Cumhurbaşkanı da “Çözüm’e canımı koydum (11 Ekim 2014, Akşam Gazetesi)[7]” diyecektir. ABD olaylardan sonraki süreçte Kobani’ye geçiş için koridor istemiş önce reddedilmiş[8] ancak… 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı yıldönümünde, bir grup peşmerge karadan, bir gurubu da havadan Türkiye’ye giri, Kobani’ye geçmişlerdir[9]. Üç ay sonra dönemin Başbakanı bu sefer: “Kobani’ye buradan selam ediyorum. Kobani’deki her kardeşimin alnından öpüyorum. Kobani bize tarihin emanetidir.[10]” diyecektir.

Ayn’el Arap’a geçen peşmerge kılıklı PKK’lı teröristler, kısa süre içinde IŞİD’i sürmüş ve orada bir kanton yönetimi ilan etmiştir. Türkiye içindeki bölücüler zafer çığlıkları atmakta ve Kobani efsanesi güzellemeleri yapmaktadır.
***
Bu arada Çözüm Süreci 6-8 Ekim olaylarına rağmen son hızla devam etmiştir. 22 Aralık (2014) günü HDP Heyeti, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ile görüşür. Yaptıkları açıklamada yer alan bazı cümleler şöyledir:

“Yeni bir döneme girdik, hangi başlıkların görüşüleceği konusunda önemli bir mutabakat var”

“Bu tür başlıkları medya üzerinden tartışmanın sıkıntı yarattığını söylüyoruz. Bunu taraflarla belli bir olgunluğa getirilip sizlerle paylaşacağız.”

“Biz bu meseleyi çözeceğiz, talep eden konumda da değiliz, yeni bir cumhuriyeti oluşturacak iradelerden biriyiz.”

“Kavramları daha dikkatli kullanmaya çalışıyoruz.”

Özerklik konusundaki soruya: “Biz şu an bunun mekanizmalarını oluşturmuş durumdayız.”

Özerklik konusunda başka ısrarlı sorulara da: “özerlik bu toprakların yabancı olduğu bir şey değil.” diye cevap vereceklerdir.

İmralı Cezaevi’nde, dönemin bakanlarının da katıldığı iddialarının yalanlanmadığı görüşmelerde yapılan müzakereler(!) neticesinde, 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda bölücü terör örgütünün siyasi partisinin temsilcileri ile hükümet, devlet ve iktidar partisinin temsilcilerinin ortak açıklaması ile yeni bir döneme girildi. 10 maddelik bir açıklama ile neredeyse bir devlet pazarlığı ortaya getirildi***. Cumhurbaşkanı önce; bu hasretle beklediğimiz çağrıdır. (…) Ne istendi de bu ülkede hükümet, 12 yıllık başbakanlığım döneminde verilmedi?” (28 Şubat 2015, Suudi Arabistan’a giderken havaalanında), ancak, çok değil 15 gün sonra, “Kürt sorunu yok, Kürt vatandaşlarımın sorunu var” diyecektir.

Kobani’den Sonra…
IŞİD militanları, önce Suriye’nin doğu-batı istikametindeki en önemli karayolunu ve Fırat Nehri üzerindeki Teşrin Barajı gölünün dar bir alanındaki köprü geçişini kontrol eden Süleyman Şah Türbesi’ni rahatsız etmeye başlamıştı. 22 Şubat 2015’te, hemen sınırımıza 250 metre mesafeye, Mürşitpınar’ın karşısındaki, PYD işgali altındaki Eşme’ye taşındı. Buna da “Eşme Ruhu” adı verildi. Operasyonu da bizzat Başbakan’ın yönettiğine dair fotoğraflar da basına servis edilmişti. Hatta PYD, Şah Fırat adı verilen operasyona destek olduğunu açıklayacaktı.

Artık orada Türk Bayrağı ve PYD flaması dalgalanmıyordu ve plan rahat bir şekilde devreye girebilirdi.

ABD tarafından önce Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ilân edildi. Suriyeli her unsurun birlikte oluşturduğu söyleniyordu ama neredeyse tamamı PYD’liydi. 24 Mayıs 2016’da Rakka’nın IŞİD’den temizleneceği açıklaması ile operasyon başlatıldı. Nihai hedefin aslında İskenderun’dan Akdeniz’e açılacak Kürt koridoru olduğu da apaçıktı***. ABD’nin projesinin, tarihi ve Türk milletini bilenler için açık olan asıl hedefi artık ortaya çıkmaktaydı.

Operasyonun hedefi Rakka olarak açıklanmıştı. Fakat daha öncesinde Teşrin Barajı, Amerikan Özel Kuvvetleri tarafından kontrol altına alındı. PYD militanları da eskiden Süleyman Şah Türbesi’nin bulunduğu Karakozak Köprüsü’nü IŞİD’den kurtardı(!). Artık Fırat’ın batısına geçilebilirdi ve geçildi de… İlk olarak Menbiç PYD’nin eline geçti.
***
Bu harekât sürerken 15 Temmuz hain darbe girişimi yapıldı. Ruhunu ve aklını ipotek etmiş bir güruh, kardeşkanı dökülmesine sebep oldu. Türk tarihine kara bir leke olarak geçecek bu hainliğin şoku sürerken, 24 Ağustos 2016’da, Suriye’de bize biraz nefes aldıran Fırat Kalkanı Harekâtı başladı. Kürt koridoru planı, Menbiç ve Afrin arasındaki bölgede kesintiye uğratıldı. Ancak bu sefer, ABD ve PYD Fırat’ın doğusunu, Irak sınırına kadar kontrol altına alacak çalışmaları tamamladılar. Rakka’da IŞİD, PYD’liler tarafından adeta arkalarından mendil sallanarak uğurlandı! Tabka Barajı, Rakka Bölgesi tamamen PYD kontrolüne geçmişti. Yani, Suriye’yi kuzey-güney ekseninde ikiye bölen Fırat Nehri’nin bütün geçiş noktaları terör örgütünün kontrolüne geçmişti.

Özellikle Afrin –Zeytin Dalı Harekâtı başladığında, ABD’nin yaptığı Fırat’ın doğusu ve Fırat Vadisi ifadeleri bununla birlikte değerlendirildiğinde anlamlı hâle geliyordu. Fırat geçişleri ile birlikte çok önemli üç hidroelektrik santrali, dolayısıyla elektrik ve su kaynağı PYD kontrolündeydi.

Son açıklamada ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı Joseph Votel,“Afrin’in kendileri için bir operasyon alanı olmadığını…[IŞİD’i belirterek] onların kontrol ettiği yerleri geri almak için ortaklarımızla çalışmaya devam ediyoruz.[11]” diyerek PYD ortaklığını vurgulayacaktı.

Bölgede Yaşananların Bir Başka Cephesi: İhvan-ı Müslimin…
2011’de Tunus’ta domino taşı tesiri yapan olayların içinde İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) hareketi çok önemli bir aktördü. Özellikle Mısır ve Filistin’de doğrudan, Suriye’de ise dolaylı bir şekilde etkisi oldu. Hani meşhur hikâyedir; keman çalması öğretilmeye çalışılan kedi, gösterisine başlarken fareyi görünce, fıtratı gereği kemanı bir yana, yayı diğer yana fırlatıp fareyi kovalamaya başlamış ya. O misal, bölgenin bir takım siyasi aktörleri de ideolojik kesin inançlılığı içerisinde, fırsatın geldiğini düşünerek hareket ettiler ve İhvan iktidarı olabileceğini düşündüler.

Mısır’da Mursi iktidardan uzaklaştığında diplomatik teamüllerin de dışına çıkılarak en üst perdeden itiraz edilmiş, Filistin’de Meşal’e destek verilirken İhvancı olmayanlar neredeyse yok sayılmıştır. Suriye’de ise İhvan ilişkisini Esat yukarıda belirtilen röportajda şöyle anlatmaktadır (Utku Çakırözer röportajı, 4 nolu dipnot): “İlk görüşmelerimizden beri Suriye’deki Müslüman Kardeşler hareketi konusunda hep çok heyecanlıydı. Onlarla o kadar çok ilgiliydi ki, Türkiye-Suriye ilişkilerinin gelişmesine onların sorunlarına verdiği önemi göstermezdi. Müslüman Kardeşler’e yardım etme ve onları savunma içgüdüsü, Erdoğan’ın izlediği Suriye politikasının gerçek çıkış ve dayanak noktasını oluşturmuştur.” diyecektir. Bu cümleler hiçbir zaman yalanlanmamıştır.

Artık bir de “Rabiamız” vardır. İlk olarak Mısır’da, Tahrir Meydanı’ndaki gösterilerde ortaya çıkan ve Mursi’nin 4. Cumhurbaşkanı olduğuna gönderme yapan işaret, bizde de kullanılmaya başlar. Devamlı “tek vatan, tek bayrak, tek millet, tek devlet…” denilmektedir. Fakat bir türlü vatanın ve bayrağın kimin olduğu, milletin hangi millet olduğu, devletin adı ve dilinin ne olduğu hiç ama hiç söylenmemektedir. İşin ilginç yanı, Tunus ziyaretinde (27 Aralık 2017), Cumhurbaşkanı’nın bu işareti yapması, Tunus yetkililerince “Müslüman Kardeşlerin işareti” denilerek engellenmiş, bu skandal ise Türk basınında hiç yer almamıştır.
***
Artık bıçak kemiğe dayanmaya başlayınca “yüz binlerin katili rejim… Katil Esed…” söylemi yavaş yavaş terk edilmeye başlandı. 22 Kasım 2017 tarihinde Soçi’de yapılan, Rusya, İran ve Türkiye zirvesi ile yeni bir aşamaya geçildi. Gerek Astana Görüşmeleri ile varılan Gerilimi Azaltma Bölgeleri Kurulma Anlaşmaları gerekse Soçi Zirvesi sonuçları, Zeytin Dalı Harekâtı sonucunda Afrin’de oluşacak yeni şartlar, birlikte değerlendirilmelidir. Özellikle Suriye’nin kuzeyinde, Hatay sınırından Menbiç ya da Fırat Nehri’ne kadar olan alanda kurulacak, Gerilimi Azaltma Bölgesi adı altında bir yapı, İhvancı bir yönetim ile Türkiye’deki sığınmacıların yerleştirileceği bir bölge olabilecektir[12]. Bunun en önemli göstergesi ise Cumhurbaşkanı’nın 21 Ocak (2018) günü Bursa’da yaptığı konuşmada sarf ettiği: “Şimdi bütün mesele Afrin’i gerçek sahiplerine teslim etmek. Hedefimiz ülkemizdeki 3,5 milyon Suriyeli kardeşimizi kendi topraklarına bir an önce döndürmektir.” sözleridir ama galiba bunun karşılığı da Fırat’ın doğusunda Kürtlerin yöneteceği başka bir Gerilimi Azaltma Bölgesi gibi görünmektedir.

Sokaklarımızdaki sığınmacıların ülkelerine dönmeye başlamalarının hem insani hem de Türk milletinin toplum yapısı açısından sayılamayacak kadar faydaları vardır. Ancak böyle bir Suriye’de, egemenliğin nasıl şekilleneceği büyük önem arz etmektedir. Parçalı bir devlet yapısı Türkiye için her zaman potansiyel bir tehdit olacaktır. Ayrıca yukarıda Türkiye için ABD projesi olduğu belirtilen “Birleşik Devlet” rüyası ancak bir kâbustur.

Ve Tekrar Afrin…
Türk Milleti tarihin her döneminde ve her hâlükârda kahraman ordusunu desteklemiştir ve bugün de onun yanındadır. Gerek dualarıyla gerekse –Allah korusun- ihtiyaç hissedildiğinde nefer olarak, bu destek hep sürecektir. Ancak tarih Türk milletinin başına bu gailenin nasıl açıldığını da kayıt altına almaktadır. Bu yazılanlar kayıtların ancak küçük bir kısmıdır. Bir gün bütün kayıtlar çıkacak ve konuşulmaya başlanacaktır.

Yüce Tanrı kahramanlarımızın sağ salim evlerine dönmelerini nasip etsin.
***
* Türkiye’nin Kürt Meselesi, Henry Barkey, Graham Fuller, Giriş yazısı Morton Abromowitz, Profil Yayınları, Eylül 2011

** Bu Kitap ve konu ile ilgili daha geniş değerlendirmeler için http://millidusunce.com/tuerkiyede-olan-biteni-13-yl-oenceden-bilen-kahinler-morton-abromowtz-graham-fuller-henry-barkey/ bakınız.

[1] Ekopolitik Derneği Genel Koordinatörü, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/15520153.asp

[2] http://www.sabah.com.tr/Gundem/2011/11/03/davutoglundan-net-mesaj

[3] http://www.milliyet.com.tr/o-sozler-ipleri-kopardi/dunya/dunyadetay/05.10.2011/1446963/default.htm

[4]http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/354604/Esad__Erdogan_a_vahiy_mi_indi_.html

[5] https://www.memurlar.net/gazeteler/2014/10/20/aksam/

[6] https://www.memurlar.net/gazeteler/2014/10/18/aksam/

[7] https://www.memurlar.net/gazeteler/2014/10/11/aksam/

[8] https://www.memurlar.net/gazeteler/2014/10/17/aksam/

[9] https://www.memurlar.net/gazeteler/2014/10/29/hurriyet/ https://www.memurlar.net/gazeteler/2014/10/30/hurriyet/

[10] https://www.cnnturk.com/haber/turkiye/basbakan-davutoglu-kobaniye-selam-ediyorum

*** Konu ile ilgilenenler http://millidusunce.com/coezuem-suerecndek-artlar-ya-da-yen-mondros-muetarekes/ adresindeki yazımızı inceleyebilirler.

**** Rakka Operasyonu ile ilgili geniş değerlendirme için http://millidusunce.com/rakka-operasyonunda-nihai-hedef-iskenderundur/adresindeki yazımıza bakılabilir. Yazı operasyondan iki gün sonra kaleme alınmış, nihai hedefin İskenderun olduğu ortaya koyulmuş ve Cumhurbaşkanı’nın operasyondan iki ay önce yaptığı ABD seyahat ile operasyon ilişkileri incelenmiştir.

[11] http://www.hurriyet.com.tr/centcom-komutani-votelden-afrin-aciklamasi-40716867

[12] Daha detaylı değerlendirmeler için http://misak.millidusunce.com/yonetenlerin-yonetemez-hale-geldigi-ulke-turkiye/ adresindeki yazımıza bakılabilir.

20 Ocak 2018 Cumartesi

ATATÜRK'DEN SONRA CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) - Yazan: Metin AYDOĞAN - Gönderen: Oğuz Kağan

ATATÜRK'DEN SONRA CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) 
Yazan: Metin AYDOĞAN
Gönderen: Oğuz Kağan 
“Milletler, egemenliklerini geçici bile olsa bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar milletin hayatına giderilmesi mümkün olmayan zararlar verebilir.”
Mustafa Kemal Atatürk- Ocak 1923

İsmet İnönü ve Kemalizm’den Geri Dönüş (1938-1945)
Cumhuriyet Halk Partisi, 26 Kasım 1938’de ilk kez olağanüstü kurultay topladı. Atatürk onbeş gün önce ölmüş, İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olmuştu. Başbakan Celal Bayar’ın toplantıya çağırdığı bu Kurultay, İsmet İnönü’yü “milli şef” ve “değişmez genel başkan” tanımlarıyla parti başkanı yaptı.

Olağanüstü Kurultay’dan beş ay sonra 29 Mayıs 1939’da 5.Büyük Kurultay toplandı. Mart 1939’da erken seçime gidilmiş, istifa eden Celal Bayar’ın yerine Refik Saydam Başbakan olmuştu. Yeni Meclis ve yeni hükümette ilgi çekici değişiklikler vardı.

Kurtuluş Savaşı’ndan beri Atatürk’ün yakın çevresinde bulunan ve on dokuz yıl boyunca üst düzey görevler yüklenmiş olan kimi etkin isimler hükümete alınmadığı gibi milletvekili de yapılmamıştı. Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşlarından; Tevfik Rüştü Aras; Şükrü Kaya; Kılıç Ali (Asaf Kılıç) hükümetten ve Meclis’ten uzaklaştırılan önde gelen kişilerdi.

Atatürk’e yakın isimler yönetimden uzaklaştırılırken, Terakkiperverciler dahil, Atatürk’e karşı çıkanların hemen tümü önemli görevlere getirildiler. Hükümet üyelerini ve milletvekillerini tek tek İsmet İnönü saptıyordu. Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Hüseyin Cahit Yalçın milletvekili yapıldı. Rauf Orbay, Adnan Adıvar ve Atatürk’e karşıtlığı açık düşmanlığa vardıran Kazım Karabekir’e etkin görevler verildi.

Atatürk döneminde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, Milli Eğitim Bakanlığı yapmış ve ilk İnkılap Tarihi derslerini vermiş olan Prof.Hikmet Bayur, Atatürk’ün ölümünden sonraki uygulamalar için şunları söyleyecektir: “Atatürk ölür ölmez Atatürk aleyhine bir cereyan başlatılmıştır. Örneğin Atatürk’e bağlı olan bizleri İnkılap Tarihi derslerinden aldılar; kendi adamlarını koydular. O dönemde Atatürkçülüğü övmek ortadan kalkmıştı”. 1

1938-1950 Dönemi
1938-1950 yılları arasındaki “milli şef” döneminde CHP, üç büyük ve bir olağanüstü Kurultay gerçekleştirdi. 1950 yılında, yönetimi kendi içinden çıkardığı Demokrat Parti’ye bıraktığında, Türkiye iç ve dış ilişkiler bakımından, Atatürk’ün bıraktığı yerden, amaçladığı hedeflerden farklı bir yerdeydi. İkili ya da çoklu anlaşmalarla tümüyle Batıya bağlanılmış, ulusal sanayi atılımları durdurulmuş, dış borca yönelinmiş ve eğitim başta olmak üzere Cumhuriyet’in temel değerlerinden ödünler verilmişti.

1939’daki 5.Kurultay’da alınan kararların ve yapılan tüzük değişikliklerinin belirgin özelliği, Atatürk’ün 1935’te tepki göstererek önlediği, yönetim gücünün kişi elinde toplanması ve katılımcılıktan vazgeçilmesiydi. Bütün güç, “milli şef” İnönü’ün elinde toplanmıştı. Tartışma ya da görüşme gibi kavramlar parti gündeminden çıkmış, Meclis’teki milletvekilleri bir tür onaylayıcılar kümesi durumuna gelmişti.

Altıncı Kurultay
8-15 Haziran 1943’te yapılan 6.Kurultay, tek partili dönemin son kurultayıdır ve Dünya Savaşı sürerken yapılmıştır. Tutanakları açıklanmayan bu Kurultay’ın, dışardan bakıldığında yeni bir yanı yoktu ve sanki tam bir adet yerini bulsun kongresiydi.

Ancak, içerde yapılan ve savaş sonrası dönemi ilgilendiren birtakım değerlendirmeler, geleceğin önemli değişiklikler getireceğini gösteriyordu. İsmet İnönü, savaştan hemen sonra söylediği; “eğer Rusya gelip aramızdaki anlaşmazlıkları olumlu biçimde çözme teklifinde bulunsa bile, ben Türk siyasetinin Amerikan siyasetiyle elele gitmesi taraftarıydım” 2 biçimindeki sözler, değişikliklerin yönünü gösteriyordu.

“Amerikan Siyasetiyle Elele”
İsmet İnönü’nün “Amerikan siyasetiyle elele gitme” olarak tanımladığı politik tutum, 1919’da reddedilen ve büyük devlet korumacılığına dayanan mandacılığın anlayış olarak yeniden gündeme getirilmesiydi. Tüm manda ilişkileri gibi, siyasi ve ekonomik ayrıcalıklara (imtiyaz) dayanıyordu.

Amerikalılar’la ticari ayrıcalık veren ilk anlaşma, 1 Nisan 1939’da imzalandı. 5 Mayıs 1939’da yürürlüğe giren bu anlaşma imzalandığında, Atatürk öleli yalnızca beş ay geçmişti. 1 Nisan anlaşmasıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Amerika’ya, “gerek ithalat ve ihracatta, gerekse diğer tüm konularda, en ziyade müsaadeye mazhar (en fazla kayırılacak y.n.) ülke statüsü” tanındı. Amerikan sanayi malları için yüzde 12 ile yüzde 88 arasında değişen oranlarda gümrük indirimleri sağlandı. 3

Amerika Birleşik Devletleri’yle ekonomik anlaşmalar yapılırken, İngiltere ve Fransa’yla siyasi anlaşmalar yapıldı. 12 Mayıs 1939’da İngiltere, 23 Haziran 1939’da da Fransa ile iki ayrı bildirime (deklarasyona) imza atıldı. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, imza töreninde İngiltere Büyükelçisine, “Türkiye, bütün nüfuzunu Batı devletlerinin hizmetine vermiştir” dedi. 4

Bu iki deklarasyon 19 Ekim 1939’da İngiltere-Fransa-Türkiye arasında, Üçlü İttifak Anlaşması’na dönüştürüldü. Batıya bağımlılığı geliştiren bu tür girişimler, Atatürk döneminde akla bile getirilemeyecek işlerdi. Atatürk, hastalığı ağırlaştığında bile, “Türkiye tarafsız kalmalıdır, herhangi bir ittifak içine girmemelidir” 5 diyor, “İngiltere, Fransa, Amerika ve diğer Batılı devletler ile siyasetimizi çok dikkatli tesbit etmeli ve ilişkilerimizi mesafeli yürütmeye özen göstermeliyiz” 6 diyerek, vasiyet niteliğinde önermelerde bulunuyordu.

Çok Partiliğe Geçiş
İsmet İnönü ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin dış isteğe bağlı olarak giriştiği “çok partili demokrasi”ye geçişin, birçok olumsuz sonucu oldu. Ülke koşullarına uygun düşmeyen ve ivedilikle gerçekleştirilen siyasi değişim, 1938’e dek doğal gelişim çizgisine oturmuş olan devlet işleyişini önce bozdu, daha sonra kazanımlarını ortadan kaldırdı.

Yapılanlar, Türk toplumunun bağımsız yaşama geleneklerine, toplumsal gereksinimlerine ve gelecek yönelişlerine uygun düşmüyordu. Yapılanlarda Batı temel ölçü alındığı için, her şey göstermelik, yapay ve topluma yabancıydı. Bu nedenle de baskıya ve yozlaşmaya dayanıyordu.

1946-1950 Ödünler Süreci
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD önderliğinde kurulmakta olan Yeni Dünya Düzeni’ne, koşulsuz destek verdi. Uluslararası anlaşmaların tümüne, hemen hiç incelemeden imza attı. Siyasi ödünler, kısa bir süre içinde; ekonomiden eğitime, askeri alandan kültüre ve sosyal güvenlikten hukuka dek genişledi.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin başlattığı ödünler süreci, 1950’ye gelindiğinde büyük oranda tamamlanmış, ileri bir aşamaya ulaşmıştı. Düşünsel ve örgütsel yapı olarak temelde CHP’den ayrımı olmayan Demokrat Parti, 1950’de yönetime geldiğinde, dış ilişkiler bakımından tamamlanmış bir süreçle karşılaşmıştı. DP, siyasi istekleriyle tümüyle örtüşen bu süreci daha da geliştirmiş ve Amerika Birleşik Devletleri’ne, “herhangi bir tehdid durumunda” ve “çağrı üzerine” Türkiye’ye askeri müdahalede bulunma yetkisi verme noktasına dek vardırmıştı. 7

Demokrat Parti’nin içtenlikle katıldığı Batıya bağlanma politikasının temelleri, CHP döneminde atılmış ve bu tutum, partileri de aşarak, yerleşik bir devlet politikası yapılmıştı. İsmet İnönü, bu gerçeği daha sonra açıkça dile getirecek ve kamuoyuna açıklayacaktır. 6 Mayıs 1960’da yabancı gazetecilerle yaptığı görüşmede, devlet politikasına dönüştürülerek bugüne dek gelen Batıcı tutumu şu sözlerle dile getirecektir: “Dış siyaset için söyleyeceklerim çok basittir. Batı demokrasileri ile aynı cephede bulunuyoruz. Bu anlayış milletçe kabul edilmiştir. Ve hangi parti iktidara geçerse geçsin, bu devam edecektir“. 8

Eğitimde Geri Dönüş
Köy enstitülerinin kurulmasını istekle desteklemiş olan İsmet İnönü, bu okulların ortadan kaldırılmasına gözyumdu, imam-hatip okul ve kurslarının açılmasına izin verdi. Politika değişikliğinin nedeni, ABD ile girilen ilişkiler ve yapılan ikili anlaşmalardı.

Bunun kanıtı İsmet İnönü’nün sözleridir. İnönü, günlük notlarından oluşan “Defterler” adlı kitapta, yabancıların imam hatip açtırmada çok ısrarcı olduklarını ve okulları bitirenlerin harp okullarına alınmasını istediklerini açıklamıştır. İlişkilerin ve isteklerin niteliği konusunda aydınlatıcı olan bu açıklamada İnönü aynısıyla şunları yazmıştır: “Yabancılar (Amerikalılar diye okumalısınız y.n.), imam hatip mezunlarını Harbiye’ye almamızı söylediler. Bunu Sultan Abdülhamit ordusuna dönüş sayarım... Oldubitti yaptırmayacağız”. 9

İsmet İnönü, imam hatip çıkışlıları Harp okullarına aldırmadı ancak Cumhurbaşkanlığı döneminde birçok imam hatip okulu ve kursu açtırdı. Ondan sonraki CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, yabancıların bu isteğini yerine getirdi ve imam hatip mezunlarının Harpokullarına alınmasını Meclis’ten geçirdi ancak dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün vetosu nedeniyle bu girişim yasalaşmadı.

Ödün Verme Yarışı
Cumhuriyet Halk Partisi, 1945-1950 arasında yaptığı 2.Olağanüstü ve 7.Olağan Büyük Kurultay’la, kurulmasına izin vermek zorunda kaldığı Demokrat Parti’yle, Devrimler’den ödün verme yarışına girenbir parti durumuna geldi. Verdiği ödünler birçok konuda, karşıtı DP’nin isteklerini bile aşıyordu. Dayandığı kitlesel tabanda, sınıfsal ayrım bulunmayan bu iki partinin ideolojileri, zorunlu olarak birbirinin benzeriydi. 10

14 Mayıs 1950; Yönetimi Yitiriş
CHP, 14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimleri yitirdi ve bir daha tek başına yönetime gelemedi. 1950-1980 arasındaki otuz yıllık süreç, halktan koparak topluma yabancılaşmanın, Atatürk’ün adını kullanarak Devrim İlkeleri’nden geri dönüşün ve dışarıya bağlanmanın tarihi gibidir.

12 Eylül 1980’de eylemsel olarak kapatıldığında, Kurtuluş Savaşı’nı veren Müdafaa-i Hukuk hareketinin devrimci mirası üzerine kurulmuş olan Halk Fırkası anlayışı, duygu ve düşünce olarak zaten yok olmuştu. Atatürk’ün ölümünden 1980’e dek 19 Olağan, 8 Olağanüstü Kurultay yapmış, tüzükler programlar değiştirmiş ve birçok yeni karar almıştı. Ancak, bunların tümü söylendiği gibi değişim, gelişim ve ilerleme değil, gerileme ve Atatürkçülüğün karşıtına dönüşme biçiminde olmuştu.

Geçmişinden Kopmak
Şemsettin Günaltay’ın 14 Ocak 1949’da başbakan yapılmasıyla din bağlantılı siyasi ödünler yoğunlaşacaktır. Günaltay, medrese eğitimli ilk başbakandır ve Cumhuriyet gelenekleriyle çelişen uygulamaları gecikmeyecektir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, 4 Şubat 1949’da Arapça ezan okunacak; 4 Mayıs’ta Vatana İhanet Yasası, 1 Mart 1950’de Tekke ve Türbelerin Kapatılmasına İlişkin Yasa, yürürlükten kaldırılacaktır. Seçimlerden iki ay önce, 23 Mart 1950’de İsmet İnönü, “Anayasa’nın değiştirilerek ‘altıok’un Anayasa’dan çıkarılacağına” yönelik halka söz verecektir. 11

Parti yönetimi, bu tür sözler verip açıktan yürütülen bir karşı-devrim hareketine girişirken; CHP, büyük çoğunluğu Müdafaa-i Hukuk geleneğine bağlı yaygın bir örgüt ağına sahipti. 63 il, 490 ilçe, 1.084 bucak şubesi, 19.667 köy ocağı, 2056 mahalle ocağı, 1584 semt ocağı ve 1.898.394 üyesi vardı. 12 Üye sayısı, 1950’de 20,9 milyon olan Türkiye nüfusunun yüzde 9’una denk geliyordu, bu oran günümüz nüfusu için 7 milyondan çok üye demekti.

1950-60 Dönemi
22-27 Haziran 1953’de yapılan 10.Olağan Kurultay’da Kemalizm programdan çıkarıldı, yerine Atatürk yolu diye ne anlama geldiği belli olmayan bir kavram getirildi. 13

16.Kurultay’da (14-16 Aralık 1962), Avrupa Birliği’ne (o zamanki adı Avrupa Ekonomik Topluluğu) üyelik başvurusu nedeniyle olacak, Batıya yöneltilen övgü sözlerinde belirgin bir artış vardı.

Kurultay bildirisinde; Avrupa’yla bütünleşme, NATO’ya bağlılık ve demokrasinin tüm dünyada korunmasından söz ediliyordu. Türkiye’nin, “Demokrasiyi karşılaştığı tehlikelerden dünya çapında korumak için kurulmuş olan Batı ittifak sistemine ve onun temel direği olan Atlantik Paktı’na (NATO y.n.) sarsılmaz bir sadakatle bağlı” olduğu söyleniyor, bu bağlılığın aynı zamanda “Türkiye’nin yerine getirmesi gereken kaçınılmaz bir ödev” sayıldığı dile getiriliyordu. 14

Ecevit ve Ortanın Solu
18-21 Ekim 1966’da yapılan 18.Kurultay’da nereden ve neden çıktığı tam olarak anlaşılamayan ortanın solu diye bir kavram yoğun olarak tartışıldı. Sol, sosyal demokrasi, demokratik sol gibi tanımlar, toplumda karşılığı olmayan, bu nedenle Türk Devrimi’nin söylemlerinde yer almayan kavramlardı. Sosyalist Enternasyonel’in üyelik önerisi, 1927’de kabul edilmemiş, CHP o güne dek bu tür tanımlardan uzak durmuştu.

18.Kurultay’da Genel Sekreter olan Bülent Ecevit, ortanın solu kavramına ısrarla sahip çıktı. Bu kavramı, 1974’de Demokratik Sol haline getirdi; 1976’da CHP’yi Sosyalist Enternasyonale üye yaptı ve sert söylemlerle düzen karşıtı eleştirilere başladı.

Ecevit, Atatürk devrimlerini “halka ulaşmadığı” ve yeterince “radikal olmadığı” için eleştiriyordu. Bireylerin inançlarını açıkça uygulamaya sokabilmesi gerektiğini söylüyor, “laiklik uygulamalarına” katı oldukları için karşı çıkıyordu. 15

Söylemler
Bülent Ecevit’in Türkiye’nin her yanına yaydığı söylemler, Ceza Yasası’nın 141. ve 142.maddeleri nedeniyle, sosyalistlerin bile söylemekten çekineceği kadar sertti: “Toprak işleyenin su kullananın”, “Ne ezilen ne ezen, insanca hakça bir düzen”, “Bu düzeni değiştireceğiz”, “Toprak ve su ağalığına son”, “Köylünün olmayan toprakta, demokrasi olmaz”, “Toprak işgalleri devrimci eylemlerdir” gibi sözler söylüyordu. 16

Söylenenler içinde devlete karşı özenle seçilmiş söz ve eleştiriler de vardı. “Halk devletin değil, devlet halkın hizmetinde”, “Devlet ve servet köleliğine karşıyız”, “Yerel yönetimler gerçek demokrasinin gereği olan yetkilerle donatılacaktır” 17 biçiminde sloganlaştırılmış sözler sıkça yineleniyordu.

Söz Var Eylem Yok
Bülent Ecevit uzun siyasi yaşamı boyunca; topraktan, devrimden, su kullanımından; tefeciden, ağadan ya da işbirlikçiden alıp, işçiye, köylüye vermekten söz etti. Ancak, Başbakanlığı dahil söyledikleri yönünde hemen hiçbir girişimde bulunmadı. 1970-1980 yılları arasında milyonlarca insanı peşinden sürüklemeyi başardı, iki seçim kazandı, iki kez hükümet kurdu ancak miting meydanlarında halka söz verdiği konularda, bir şey yapmadı.

Gösterişli bir yükselişle elde ettiği siyasi gücünü sessizce yitirdi. 1999’da yeniden Başbakan olduğunda Türk halkı bambaşka bir Ecevit’le karşılaştı. “Toprak işgali”, “su kullanımı” ya da “devrim”in yerini artık, “küreselleşme”, “global liberalizm” ya da “özelleştirme” söylemleri almıştı.

Ecevit’in Özgörevi (Misyonu)
Bülent Ecevit, verdiği sözleri yerine getirmedi ama önemli bir siyasi işlevi yerine getirdi. Altmışlı yılların sonuyla yetmişli yıllarda yayılan ve giderek toplumsal karşıtçılığa (muhalefete) dönüşen ulusçu ve bağımsızlıkçı halk deviniminin, denetim altına alınması ve giderek sönümlenmesine büyük katkısı oldu.

O dönemde işçi eylemleri gelişip örgütleniyor, köylüler toprak işgalleri yapıyor, üniversite gençliği anti-emperyalist nitelikli eylemlere girişiyordu. Süleyman Demirel başkanlığındaki Adalet Partisi hükümetleri bu eylemlere baskı uygularken, Ecevit devrimci söylemlerle ortaya çıkıyor ve toplumsal karşıtçılık, baskı yöntemlerinden çok daha etkili bir biçimde yön değiştiriyordu.

12 Eylül ve CHP
Cumhuriyet Halk Partisi, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra herhangi bir mahkeme kararına dayanmadan, 16 Ekim 1981’de kapatıldı. Gerçekleştirilen eylem, sıradan bir parti kapatma olayı değil, olumlu-olumsuz etkileriyle altmış yıldır Türk siyasi tarihine yön veren temel bir kurumun ortadan kaldırılmasıydı.

Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk’ün kurduğu parti olarak, onun ilkelerinden ne denli uzaklaşmış olursa olsun, Türk siyasetinin ana unsuru, Cumhuriyet’in siyasi alandaki dokunulmazlarından biriydi. Yeni devlet ve yeni toplumun kuruluşuna öncülük etmiş, halk içinde kök salmış, Türk parti düzenine biçim vermişti. Darbeciler, Cumhuriyet’in siyasi simgesi olan CHP’yi ortadan kaldırmakla, onun tarihsel birikimini yok etmek istiyordu.

Bu girişim, bilinçli bir davranıştı ve amacı yönünde başarılı oldu. CHP, daha sonra aynı adla açıldı ancak o artık eski CHP'den herhangi bir iz taşımayan yapay bir CHP’ydi.

1980’den Bu Güne
Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1981 yılında kapatılmasından sonra; Halkçı Parti (HP), Sosyal Demokrat Parti (SODEP), onların birleşmeleriyle oluşan Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP), Demokratik Sol Parti (DSP) ve yeni Cumhuriyet Halk Partisi kuruldu. Bunların tümü; Atatürk’ü ve Türk Devrimi’ni kavrayamayan, halkla bağı olmayan bilgisiz insanlar tarafından yönetildi. Batı’ya bağlanmayı, küresel politikaya uyum göstermeyi ilke haline getirdiler. Kemal Derviş’i bakan ve milletvekili yaparak programını uygulamaları; Atatürk’ten kopmanın, ülkesine ve halkına yabancılaşmanın en üst noktasıydı.

Atatürk, 1935 yılında, “sonuna dek benim olarak kalacağını nereden bileyim” demekte ne kadar haklı olduğu, bugün daha açık olarak ortaya çıkmıştır. Günümüzdeki CHP, izlediği politikayla, Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Partisi’nin tam olarak karşıtıdır. Başka bir örgüttür. Bunu kendileri açıklıyor. Genel Başkanları; “Türkiye’de kutsal devlet anlayışından, insan odaklı devlete geçilecek. İçine kapalı Türkiye, küresel Türkiye haline getirilecek. Karma ekonomi yerine çağdaş piyasa ekonomisi yerleştirilecek” 18 diyor.

CHP’nin bu günkü yönetimi 11 Kasım 1938’de başlayan geri dönüş sürecinin doğal sonucudur. Siyasi birikimi olmayan, tarihsel bilinçten yoksun düzeysiz bir küme yönetime getirilmiştir. Köklerini yadsıyan, siyasi bozulmanın merkezinde yer alan ve dünya egemenlerinin dümen suyunda varlığını sürdüren bu küme, partiyle birlikte Cumhuriyetçi birikimi de yokoluşa götürmektedir. 1950’lerde Demokrat Parti ile ödün verme yarışına giren CHP bugün, benzer anlayışla AKP ile yarışıyor. Kimliksiz ve kişiliksiz bir politika yürütüyor.

CHP, Cumhuriyet değerlerini ve Kemalist ilkeleri savunmadığı sürece ülke sorunlarına çözüm getiremeyecek, Türkiye’nin geleceğinde yer alan siyasi bir güç olamayacaktır.

1 “Tarihe Tanıklık Edenler”, Arı İnan,Çağdaş Yayınları, sf.364
2 “Çok Partili Hayata Geçiş” Prof. Tamer Timur, İletişim Yayınları
3 Ulus, 10 Mayıs 1939, ak.Hikmet Bila, “CHP–1919-1999” Doğan Kitap, 1999, sf.89
4 “Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, İst.Mat.–1974, 3.Cilt, sf.1328
5 “İkinci Dünya Savaşına Ait Gizli Belgeler” Cüneyt Arcayürek, Hürriyet 07.11.1972; ak.D.Avcıoğlu “Milli Kurtuluş Tarihi” İst. Bas.– 1974, 2.Cilt, sf.1472
6 Numan Menemencioğlu’ndan aktaran Dündar Soyer, “AB Tartışmaları ve Atatürk’ten Bir Anı” Cumhuriyet 16.06.2002
7 “Menderes’in Dramı” Ş.S.Aydemir, RemziKit., İst. 1969, sf.331 ve “Türkiye Tarihi 4–Çağdaş Türkiye”, “Siyasi Tarih 1950–1960” Mete Tuncay, Cem/Tarih Yay., 4.Basım 1995, sf.185
8 “İkinci Adam” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit., 4.Bas., İst. 1983, 3.Cilt, sf.417
9 “ABD Ziyareti ve İnönü” Prof.Türkkaya Ataöv, Cumhuriyet, 30.12.2003
10 Büyük Larousse, Gelişim Yay., 4.Cilt, sf.2507
11 a.g.e. sf.133
12 “Türkiye’de Siyasi Partiler” Prof.T.Z.T., Arba Yay., 2.Bas., sf.577–578
13 Büyük Larousse, Gelişim Yay., 4.Cilt, sf.2507
14 a.g.e sf.126
15 “CHP, Örgüt ve İdeoloji” Doç.Dr.Ayşe Güneş Ayata, Gündoğan Yay., 1992, sf.84
16 a.g.e. sf.204, 206 ve 208
17 a.g.e. sf.189, 201, 206 ve 256
18 “Baykal–Derviş Sentezi” Hürriyet, 22.08.2002

Metin AYDOĞAN, 17 Nisan 2016
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."

http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!

12 Ocak 2018 Cuma

697 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname: "OLAĞANÜSTÜ HAL KAPSAMINDA BAZI TEDBİRLER ALINMASI HAKKINDA KANUN HÜKMÜNDE KARARNAME"

12 Ocak 2018 CUMA
Resmî Gazete
Sayı : 30299
KANUN HÜKMÜNDE KARARNAME
OLAĞANÜSTÜ HAL KAPSAMINDA BAZI TEDBİRLER ALINMASI
HAKKINDA KANUN HÜKMÜNDE KARARNAME
Karar Sayısı: KHK/697
Olağanüstü hal kapsamında bazı tedbirler alınması; Anayasanın 121 inci maddesi ile 25/10/1983 tarihli ve 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanununun 4 üncü maddesine göre, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nca 8/1/2018 tarihinde kararlaştırılmıştır.
Kamu personeline ilişkin tedbirler
MADDE 1- (1) Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan ve ekli (1) sayılı listede yer alan kişiler kamu görevinden başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın çıkarılmıştır. Bu kişilere ayrıca herhangi bir tebligat yapılmaz. Haklarında ayrıca özel kanun hükümlerine göre işlem tesis edilir.
(2) Birinci fıkra gereğince kamu görevinden çıkarılan kişilerin, mahkûmiyet kararı aranmaksızın rütbe ve/veya memuriyetleri alınır ve bu kişiler görev yaptıkları teşkilata yeniden kabul edilmezler; bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemezler, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilemezler; bunların uhdelerinde bulunan her türlü mütevelli heyet, kurul, komisyon, yönetim kurulu, denetim kurulu, tasfiye kurulu üyeliği ve sair görevleri de sona ermiş sayılır. Bunların silah ruhsatları, gemi adamlığına ilişkin belgeleri ve pilot lisansları iptal edilir ve bu kişiler oturdukları kamu konutlarından veya vakıf lojmanlarından onbeş gün içinde tahliye edilir. Bu kişiler özel güvenlik şirketlerinin kurucusu, ortağı ve çalışanı olamazlar. Bu kişiler hakkında bakanlıkları ve kurumlarınca ilgili pasaport birimine derhal bildirimde bulunulur. Bu bildirim üzerine pasaport birimlerince pasaportlar iptal edilir.
(3) Birinci fıkra kapsamında kamu görevinden çıkarılanlar, varsa uhdelerinde taşımış oldukları büyükelçi, vali gibi unvanları ve müsteşar, kaymakam ve benzeri meslek adlarını ve sıfatlarını kullanamazlar ve bu unvan, sıfat ve meslek adlarına bağlı olarak sağlanan haklardan yararlanamazlar.
İade hükümleri
MADDE 2- (1) Ekli (2) sayılı listede yer alan kişiler, ilgili kanun hükmünde kararnamenin eki listelerin ilgili sıralarından çıkarılmıştır.
(2) İlgili kanun hükmünde kararname hükümleri, birinci fıkrada belirtilen kişiler bakımından tüm hüküm ve sonuçlarıyla birlikte ilgili kanun hükmünde kararnamenin yayımı tarihinden geçerli olmak üzere ortadan kalkmış sayılır. Söz konusu personelden bu maddenin yürürlük tarihinden itibaren on gün içerisinde göreve başlamayanlar çekilmiş sayılır. Bu kapsamda göreve başlayanlara, kamu görevinden çıkarıldıkları tarihten göreve başladıkları tarihe kadar geçen süreye tekabül eden mali ve sosyal hakları ödenir. Bu kişiler, kamu görevinden çıkarılmalarından dolayı herhangi bir tazminat talebinde bulunamaz. Bu personelin görevlerine iadesi, kamu görevinden çıkarıldıkları tarihte bulundukları yöneticilik görevi dışında öğrenim durumları ve kazanılmış hak aylık derecelerine uygun kadro ve pozisyonlara atanmak suretiyle de yerine getirilebilir. Bu maddeye ilişkin işlemler ilgili bakanlık ve kurumlar tarafından yürütülür.
(3) Olağanüstü hal kapsamında yürürlüğe konulan kanun hükmünde kararnameler gereği öğrencilikle ilişikleri kesilmiş olanlardan bu Kanun Hükmünde Kararnameye ekli (3) sayılı listede yer alanlar, ilgili kanun hükmünde kararnamenin eki listelerin ilgili sıralarından çıkarılmıştır. İlgili kanun hükmünde kararname hükümleri, bu kişiler bakımından tüm hüküm ve sonuçlarıyla birlikte ilgili kanun hükmünde kararnamenin yayımı tarihinden itibaren ortadan kalkmış sayılır.
(4) Ekli (4) sayılı listede yer alan kişiler, ilgili kanun hükmünde kararnamenin eki listenin ilgili sıralarından çıkarılmıştır. İlgili kanun hükmünde kararname hükümleri, bu kişiler bakımından tüm hüküm ve sonuçlarıyla birlikte ilgili kanun hükmünde kararnamenin yayımı tarihinden geçerli olmak üzere ortadan kalkmış sayılır. Bu fıkraya ilişkin işlemler ilgili bakanlık ve kurumlar tarafından yürütülür.
Rütbesi alınan Türk Silahlı Kuvvetleri personeli
MADDE 3- (1) Türk Silahlı Kuvvetlerinden emekliye sevk edilen, kendi isteğiyle emekli olan, istifa eden veya başka bir sebeple ayrılanlardan, terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilen ve ekli (5) sayılı listede yer alanların rütbeleri alınır ve emekli kimlikleri iptal edilir. Bu kişiler kamu görevine yeniden kabul edilmezler, doğrudan veya dolaylı görevlendirilemezler. Ayrıca bunlar uhdelerinde taşımış oldukları mesleki unvanları ve sıfatlarını kullanamazlar ve bu unvan ve sıfatlarına bağlı olarak sağlanan haklardan yararlanamazlar. Bu kişilerin uhdelerinde bulunan her türlü mütevelli heyet, kurul, komisyon, yönetim kurulu, denetim kurulu, tasfiye kurulu üyeliği ve sair görevleri de sona ermiş sayılır. Bunların silah ruhsatları, pilot lisansları, gemi adamlığına ilişkin belgeleri ve ilgili pasaport birimlerince pasaportları iptal edilir. Bu kişiler özel güvenlik şirketlerinin kurucusu, ortağı ve çalışanı olamazlar.
Kurum ve kuruluşlara ilişkin tedbirler
MADDE 4- (1) Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara aidiyeti, iltisakı veya bunlarla irtibatı olan ve ekli (6) sayılı listede yer alan kurum ve kuruluşlar kapatılmıştır.
(2) Birinci fıkra kapsamında kapatılan kurum ve kuruluşlara ait olan taşınırlar ile her türlü malvarlığı, alacak ve haklar, belge ve evrak Hazineye bedelsiz olarak devredilmiş sayılır, bunlara ait taşınmazlar tapuda resen Hazine adına, her türlü kısıtlama ve taşınmaz yükünden ari olarak tescil edilir. Bunların her türlü borçlarından dolayı hiçbir şekilde Hazineden bir hak ve talepte bulunulamaz. Devre ilişkin işlemler ilgili tüm kurumlardan gerekli yardımı almak suretiyle Maliye Bakanlığı tarafından yerine getirilir.
Yürürlük
MADDE 5- (1) Bu Kanun Hükmünde Kararname yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
Yürütme
MADDE 6- (1) Bu Kanun Hükmünde Kararname hükümlerini Bakanlar Kurulu yürütür.


                                                                                                                          Recep Tayyip ERDOĞAN
                                                                                                                              CUMHURBAŞKANI



6 Ocak 2018 Cumartesi

MUSTAFA UYAN: "Dreyfus Davası: Gerçek ve Adalet Savaşçısı Emile Zola"

Bu tarihi davanın konusunu sizlere hatırlatmak, bazı olaylarla kıyaslamak açısından hafızalarınızda yer etmesini sağlamak ve davanın ve yürekli savunucusu Emile Zola'yı saygı ile anmak için konuyu araştıran bu uzun ama okunası araştırmayı sizinle paylaşmak istiyorum.
Saygılarımla, 
Mustafa Uyan.
Dreyfus Davası:
Gerçek ve Adalet  Savaşçısı Emile Zola
Özet
Casuslukla suçlanan Yüzbaşı Dreyfus yaşam boyu hapis cezasını çekmek üzere 1895'te Şeytan Adası'na gönderilmiştir. Mahkûmun Fransa'da yaygınlaşan Yahudi düşmanlığının kurbanı olduğunu anlayan Emile Zola, davanın yeniden görülmesi için savaşır. La Verite en Marche (Gerçek Yürüyor) adlı kitapta topladığı yazılarıyla insanlık ve yurttaşlık görevini yerine getiren Zola aynı zamanda değerli bir yazınsal yapıt bırakmıştır. Bu makale, Zola'nın yapıtını tarihsel gerçeklere koşut olarak incelerken, yazarın gerçek ve adalet kavramlarını bir yazınsal yapıtın kişileri olarak ele alışındaki ustalığı vurguluyor.
Dreyfus Davası:
Gerçek ve Adalet Savaşçısı 
Emile Zola
I. Giriş
Emile Zola'yı ölümünün 100. yıldönümünde, yalnız büyük bir yazın adamı olarak değil, bağnazlığa ve haksızlığa karşı savaşan öncü bir aydın olarak da anmayı istedik. O, hiç tanımadığı bir mahkumun, Alfred Dreyfus'un yeniden yargılanması için savaşırken, yalnız masum olduğuna inandığı bir insanın değil, ülkesinin de geleceğini ve onu- runu kurtarmayı amaçlıyordu. Yirminci yüzyılın eşiğinde Fransa'yı ikiye bölen Dreyfus davası, Zola'nın La Verite en marche (Gerçek Yürüyor) adlı belgesel yapıtının temelini oluşturur.
1894 güzünde Paris'teki Alman Askeri Ataşesi'nin çöp kutusunda Fransız ordusuna ait bilgiler içeren bir not bulunur. Yüzbaşı Dreyfus'un casus olduğu dedikodusu Genel Kurmay'dan basına sızdırılır. Irkçı gazete La Libre Parole Yahudi subay Dreyfus'un ca- suslukla suçlandığını duyurur. Ancak yazının Dreyfus'a ait olduğunun kanıtlanması kolay değildir. Görevlendirilen bilirkişi, nottaki yazının kuşkulununkine hiç benzemediğini söyleyince, istenen yanıtı verecek yeni uzmanlar bulunur. Önyargıyla hazırlatılan ra- porlara dayanılarak, Dreyfus'a karşı vatana ihanet suçlamasıyla dava açılır. Bu raporların suçlunun cezasını çekmesine yetmeyeceğini düşünen İstihbarat Müdürü Albay Sandherr, Dreyfus'un suç dosyasını kabartmak için düzmece belgeler hazırlatır. Binbaşı Henry sanığın yazısını taklit eder; Binbaşı du Patty de Clam da bunları açıklayıcı bilgilerle donatır. Savaş Bakanlığı bu dosyayı gizli damgasıyla askeri mahkemeye ulaştırır. Savcı, iddianameyi bazı varsayımlara dayandırır: "Dikkat çekecek kadar güçlü bir belleğe sahip olması", "fazla kültürlü olması", çok iyi Almanca bilmesi gibi özellikleri nedeniyle Dreyfus casusluk yapabilecek bir kişidir. Sanığın gittiği savlanan yerlerden getirilecek "olası tanıklar kuşkulu" kimselerdir'. Dava sırasındaysa tanıklıklar ciddiyetten yoksun, hatta gülünç bir biçimde yapılır. Sanığın suçlu olduğunu adını vermediği "şerefli bir adamın" uyarılarından anlayan Henry, bu konuda ant içerken bir eliyle de İsa'nın resmini gösterir2. Kapalı oturumlarla sürdürülen hızlı bir yargılama sonunda, Dreyfus vatana ihanet suçundan mahkum olur. Yaşam boyu cezasını çekmek üzere Şeytan Adası'na yollanacaktır. Ancak daha önce bir muhafız, halkın önünde, hainin üniformasındaki apoletleri, düğmeleri söker; kılıcını kırar. Halk, bu aşağılama törenini "Yahudiler'e ölüm", "haine ölüm", "kahrolsun Yuda"3 sloganları atarak izler4. Dreyfus Şubat 1898'de Şeytan Adası'na gönderilmek üzere gemiye binerken de taşkınlıklar sürer.
Ailesi, basının kışkırttığı bu düşmanca ortamda Dreyfus'un suçsuzluğunu kanıtlama- ya çalışmaktadır. Militan basından geri kalmamak için büyük gazeteler de kendilerini bu havaya kaptırırlar. Yüzbaşı'nın kardeşi Mathieu, Le Voltaire'de yazan Bernard Lazare'la görüşerek karşı kamuoyu oluşturmaya çabalar. Bu arada bir gazete Dreyfus'un suçunu kanıtlamak için mahkemeye sunulan gizli dosyadan bahseder. Halkı mahkuma karşı kışkırtmak için de olsa bu dosyadan söz edilmesi, Dreyfus ailesine yarar sağlar. Eşi Meclis'e bir dilekçe verir. Lazare'in yazdığı bir broşür de etkin gazetecilere ve parlamenterlere gönderilir5.
Bir subay hiçbir kanıt olmadan, ısmarlama bilirkişi raporları, varsayımlara dayanan bir iddianame, gülünç tanıklıklar ve sahte belgelerle vatana ihanet gibi ağır bir suçtan hüküm giymiştir. Zola'nın bu konudaki tutumunu ve yapıtını incelemeden önce, bu kini oluşturan önyargının nedenlerim ele alalım.
II. Dreyfus Davasının Ardındaki Nedenler
Bir Yahudinin Alman casusu olduğu duyurulduktan sonra, hükümet için de, ordu için de dönüş olanaksızdır. Bir kez ok yaydan çıkmıştır. Sanık aklanırsa, onu suçlayan Fransız Genel Kurmayı'nın saygınlığı zedelenecek. Savaş Bakanı'nın siyasal geleceği tehlikeye girecektir. Bu davaya bu kadar çok önem verilmesinin ardında, etkinliği gittikçe artan ırkçı-dinci bağnazlık hareketi vardır. Bu hareketi güçlendiren tarihsel koşullar Cumhuriyetin ilanından Dreyfus davasına dek yavaş yavaş oluşmuştur. 1870'te Prusya ordularına teslim olan Fransa'da, amacı Almanlar'dan öç almak olan "intikamcı"6 bir milliyetçilik anlayışı halkın yurtseverlik duygularını sömürmektedir. Başlangıçta tutucular tarafından yönetilen Üçüncü Cumhuriyet'in ilk evresi için "kılık değiştirmiş bir monarşi" saptaması da yapılmaktadır. Cumhuriyetçiler yıllar sonra ruhban sınıfı karşıtlığı sayesinde birleşebilirler.1880-1886 yılları arasında Jules Ferry'nin önderliğinde yapılan eğitim devrimi laik cumhuriyeti güçlendirmeyi hedeflemiştir.8 Ancak ordu henüz kiliseye bağlıdır. Dreyfus olayı sırasındaki Savaş Bakanı ve Genel Kurmay Başkanı koyu katolik ve kralcı subaylardır. Protestanlıktan dönme Albay Sandherr, Yahudi düşmanıdır. Olaya karışanların hemen hemen hepsi "cizvit yetiştirmesi" ve "cumhuriyet düşmanı" subaylardır9.
Bu tarihsel süreç içinde arka arkaya siyasi ve mali skandallar ortaya çıkar. Dinci- kralcı sermayenin kurduğu Union Generale adlı bankanın 1882 yılında batması skandallar zincirinin ilk halkasıdır; iflasın ardında Yahudi komplosu olduğu söylentisi yayılır.10 Bunu "General intikam" diye anılan Boulanger'nin cumhuriyeti tehlikeye düşürecek bir biçimde kitleleri peşinden sürüklemesi izler. Cumhurbaşkanı Grevy'nin damadının adının karıştığı bir başka skandal, halkın parlamenter düzene olan güvenini iyice sarsar. Bu arada Ülke anarşist eylemlerle çalkalanır; Grevy'nin yerine geçen Sadi Carnot bir suikast sonucu yaşamını yitirir. Seçimlerde Parlamento'ya 50 sosyalistin girmesi, laiklikten yana görünen ılımlı politikacıların ruhban sınıfıyla uzlaşmalarına neden olur. Irkçı- dinci bağnazlık olarak ortaya çıkan cumhuriyet düşmanlığını yaratan olaylar zincirinin son halkasını, Panama skandalı oluşturur.
Panama Kanah'nın yapımı 1879 yılında Ferdinand de Lesseps'e verilir. De Lesseps, daha önce Süveyş Kanalı'nı açarken gösterdiği başarıdan ötürü saygın bir ada sahiptir; bu sayede şirketine ortak ettiği halktan büyük paralar toplar. Ancak, hem teknik olarak yanlış bir işe girişmesi, hem de çalışanlarını kasıp kavuran salgın hastalıklar yüzünden planladığı işin yarısını bile bitiremez11. Şirketin zararını karşılamak için "mucize" gibi bir yasa çıkarılır. Ancak işler daha da kötüye gider ve bir buçuk milyar Frank adeta "buhar olur". Küçük hissedarlar 1889'da dolandırıcılık suçlamasıyla dava açarlar; 1892'de hükümet bazı parlamenterlerin rüşvet aldığını kabul eder. Skandala adları karışanlardan ikisi Yahudi kökenlidir. Adalet çok yavaş işler; itirafta bulunan bir eski Bakan dışında hiçbir politikacı cezalandırılmaz. Halkın rejime olan güveni iyice sarsılır.12 Panama skandalı henüz çözüme kavuşmadan patlak veren Dreyfus davası, böyle sorunlu bir ortamın ürünüdür.
III. Zola'nın Savaşımı ve İlk Yazıları
Toplumu inceleyen, bunun için tarihsel belgelerden sürekli yararlanan bir romancı olarak Zola, güçlenen yobazlığın getireceği tehlikenin bilincindedir. Rougon-Macquart- lar'daki birçok romanında bu konuyu işler13. 1894 yılında yayımlamaya başladığı üçlü roman dizisi Lourdes, Roma ve Paris'te ise hem dinci hem de ırkçı bağnazlığı ele alır. Mayıs 1896'da Le Figaro'ya yazdığı bir makalede de ırkçılıktan duyduğu dehşeti anlatır; bu "canavarlığın" ülkeyi yüzlerce yıl geriye, dinsel baskılar dönemine götüreceğini yazar14.
Dreyfus'un mahkum edilişinden bir yıl kadar sonra, Sandherr'den boşalan Genel Kurmay İstihbarat Birimi'nin başına Yarbay Picquart geçmiştir. Picquart, Alman Askeri Ataşesi'nin çöp kutusunda bulunan yeni bir belgeden yola çıkarak Binbaşı Esterhazy'nin casus olabileceğinden kuşkulanır. Yaptırdığı soruşturma sonunda, Esterhazy'nın Alman Elçiliği'ne gidip geldiğini, bir metresi olduğunu, borç içinde yüzdüğünü öğrenir. Kuşkulunun el yazısını Dreyfus'u mahkum eden belgedekiyle karşılaştırır; gizli dosyadaki evrakın sahte olduğunu anlayınca da üstlerini uyarır. Kimse dediklerine kulak asmaz. Hatta General Gonse, ondan, bildiklerini kimseye anlatmamasnı ister. Bir Yahudinin mahkum olması onu ilgilendirmemelidir. İstihbarat Müdürü bu adamın masum olduğunu söyler ve "bu sırrı mezara kadar taşımayacağını" bildirir15. Bunun üzerine Picquart uzaklara sürülür, tehlikeli görevlere atanır ve sürekli tehdit edilir. Sonunda bildiklerini Senato Başkan Yardımcısı Scheurer-Kestner'e iletir. Esterhazy adını bir başka kanaldan öğrenen Mathieu Dreyfus da Scheurer-Kestner'e başvurunca. Senatör konuyu gündeme getirir.
Irkçı-dinci bağnazlık sorununa duyarlı olmakla birlikte, Zola başlangıçta Dreyfus davasıyla yakından ilgilenmez. Olay gündeme geldiğinde İtalya'dadır; sonra da uzun süre Medan'daki kır evinde kalır. Paris'e dönüp gerçekleri öğrenince etkin bir kampanya başlatmayı gerekli bulur.
O sırada gerici gazeteler bir karalama kampanyası başlatıp Scheurer-Kestner'i "Alman uşağı" olmakla suçlarlar16. Zola, bu konudaki ilk yazısını, şoven basının hedef aldığı bu politikacıya ayırır. 25 Kasım 1897'de Le Figaro'da çıkan "Gerçek Yürüyor, Onu Hiçbir Şey Durduramaz"17 hem gerçeğe, hem de onu yiğitçe savunan senatöre bir övgü niteliğindedir. Zola, "adalet ve gerçek" yolunda savaştığı için hakarete uğrayan dürüst politikacıyı över. Ona göre "bundan daha kahramanca bir savaş olamaz", (s. 29).
Bu güçlü fikir yazısı süssüz ama inandırıcı diliyle yazınsal bir yapıt güzelliğindedir. Burada gerçek kişileştirilmiş, adeta bir roman kahramanı olmuştur. "O zavallı gerçek çıplaktı, titriyordu. Herkes onu yuhalıyordu. Onu boğmakta herkesin çıkarı vardı sanki". Yazar, yapıtının diğer kişisi Scheurer-Kestner'i de "onu zafere ulaştıracak anı ve olanakları bekleyen" yiğit bir destan kahramanı olarak işler, (s.30-31).
Bu kahramanın karşısında, "kampanyaların en çirkini ile çileden çıkarılan bir kamu- oyu", satışlarını artırmak için "kışkırtıcı davranan" bir basın, "bu çılgınlığı körükleyen" "budalaca" bir bağnazlık vardır. Kahraman yalnızdır; dürüst insanlar korkudan seslerini çıkaramamaktadırlar, (s. 32).
Zola, yapıtının baş kişisi olan gerçeğin bu savaştan yengiyle çıkacağım duyurur:
"Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durduramayacak", (s. 33).
Dreyfus'un tekrar yargılanmasını isteyenler bir Yahudi örgütü kurmakla suçlanırlar. Bunun üzerine Zola, l Aralık 1897'de "Lonca"yı yayımlar. Bu yazısında, Dreyfusçuları bir çete gibi göstererek halkı kışkırtan basına yöneltir oklarını. Zola'ya göre, Dreyfus'un suçlanma nedeni eylemi değil ırkıdır. Artık o, "soyut bir kavramı", "satılmışlık kavramını" simgelemektedir.
"Lonca" sıradan bir fikir yazısı değildir; büyük bir yazarın kaleminden çıktığı bellidir. Zola, Voltaire'i andırır bir ironiyle, Dreyfus'un vatanını satmış olmasının, atası Yuda'nın İsa'ya ihanet etmiş olması kadar kesin olduğunu söyler. Bu dinsel doğmayı tartışmaya kalkanlar, bununla yetinmeyip, hainin yerine bir Hıristiyanı mahkum etmek için bir örgüt oluşturmuşlardır. "Haine şeref kazandırmak" ve "Fransa'yı boğmak" için "hayasızca" kurulan bir lonca vardır. Ne tuhaftır ki, bu örgütten para almakla suçlananlar hep namuslu bilinen kişilerdir, (s .36).
Yazının ikinci evresinde ironinin yerini ciddi, zaman zaman da acıklı bir dil alır. Zola, olayın kendisi için ırk değil, adalet sorunu olduğunu açıklar. Yahudileri sevip sevmemesinin önemi yoktur; onlardan birini haksızlığa uğradığında savunmasının tek nedeni "insan" olmasıdır. Ancak mahkumun yakınları elbette sevgiyle hareket edeceklerdir; onu savunmak için her yola başvurmak ailesinin hakkı ve görevidir. Bir kardeşe görevini yaptığı için saldıran, onu bir çıkar birliği kurmakla suçlayan gazeteler "Fransız basınının yüz karasıdır". (s.37).
Son bölümse açık bir meydan okuma biçimindedir. Zola, karşı tarafın zorla oluşturduğu bu loncanın üyesi olmaktan gurur duymaktadır. "Böyle bir loncada elbette ben de varım" diyerek, dürüst Fransızları, amacı gerçeğin ve adaletin egemenliğini sağlamak ve Fransa'yı "iğrenç basının sürüklediği bunalımdan kurtarmak" olan bu loncaya katıl- maya çağırır, (s. 40-41).
Bu arada iyice köşeye sıkışan Henry ve du Patty de Clam, artık casus olduğu bilinen Esterhazy'yle görüşmeye karar verirler. Vatanlarını suçsuz bir insanın cezalandırılmasını sağlayacak kadar seven bu insanlar, gerçek vatan hainiyle işbirliğine girecek kadar bağnazdırlar. Esterhazy'ye onu koruyacaklarını söylerler; ancak ondan da Alınan Ataşe'yle ilişkisinin kesmesini ve Cumhurbaşkanı Faure'a bir mektup yazmasını isterler. Esterhazy, bu mektupta, Picquart'ın Dreyfus'u kurtarıp yerine kendi adını vermek için bir Yahudi örgütü tarafından tutulduğunu savlar18.
Bu savlar Meclis'te de benimsenmiş, ezici bir çoğunluğun aldığı kararla "kamu vicdanını bulandırmak için yürütülen iğrenç kampanya" kınanmış, "orduya saygı" sunulmuştur. Bunlar olurken sosyalist lider Millerand Yahudilerin art arda komplolarla nasıl zenginleştiklerini anlatmıştır19. Olay ortaya çıktığında Dreyfus'u şiddetle suçlayan ünlü solcu politikacılar Clemenceau ve Jaures ise artık Dreyfusçu taraftadırlar. Clemenceau'nun çıkardığı L'Aurore, bağnaz yargının kurbanlarını korkusuzca ve inatla savunan Voltaire'in mektuplarını yayımlamaya başlar.
Zola'nın Le Figaro'daki son yazısı 5 Aralık 1897'de çıkar: "Tutanak". Yazar "kepazelik" olarak nitelendirdiği olayların bir özetini yaptıktan sonra, yalan ve iftirayı yayan şoven basını şiddetle kınar. Zola bu yazıda "zehirli ırmak yanlarından aktığı halde kıllarını bile kıpırdatmayan" tarafsız gazeteleri de hedef alır. (s. 44). Oysa tehlike ciddidir. Ülkeyi ortaçağ karanlığına, soykırıma sürükleyebilecek ırkçılık, özgürlüğe aşık Fransa'ya yakışmamaktadır. Bu bağnazlık "sisli bir beynin, dengesiz bir inananın" ürünüdür. (s. 45). Bu "sisli beyin" kampanyayı başlatan Drumont'dan başkası değildir21.
Bu yazıda da diğerlerinde olduğu gibi, öfkeli bir söylem göze çarpar. Haksızlığa baş kaldıran dürüst bir adamın sesini duyarız. Yazar, bu ateşli satırların ardından tarihsel bir saptama yapar. Irkçılık, bu "tehlikeli azgınlık", Panama Skandalı yüzünden güçlenmiş, onun ürünü olan Dreyfus olayı toplumsal bir çılgınlığa dönüşmüş, "yurtseverlik alçakça sömürülmüştür". Bu sömürüye ortak olan basın kadar, oy kaygısıyla ona göz yuman politikacılar da suçludur. Haksızlığa karşı çıkması umulan ılımlılardan, radikallerden ve sosyalistlerden hiçbiri "vicdanının sesini" duyurmamıştır. (s. 47).
"Tutanak" umutla biter. Zola "gerçek ve adalet" için bir kez daha savaşmamayı dilemektedir (s. 48). Esterhazy yakında yargılanacaktır. Ancak hükümetin ve kışkırtıcı basının gözünde o, Dreyfus'u kurtarmak için düzenler kuran Picquart'ın kurbanıdır.
Yazdıklarını yayımlayacak gazete bulamayan Zola, savaşımını broşürlerle sürdürür.
14 Aralık 1897'de piyasaya çıkan "Gençliğe Mektup", Sorbon Üniversitesi'nin bulunduğu Quartier Latin'de Dreyfus karşıtı gösteriler yapan gençliğe bir uyarı niteliğindedir. Yirminci yüzyıla yaklaşırken, İnsan Hakları Bildirgesinin ilanından yüz yıl sonra gençliğin karşı devrimci gösteriler yapması Zola'yı hem şaşırtmakta hem de kızdırmaktadır. Eskiden baskılara isyan etmek, tutucu hocaları ve dalkavuk yazarları kınamak, ezilenleri savunmak için harekete geçen Fransız gençliğinin şimdi kışkırtmalara kapılıp dürüst insanları yuhalamak için sokaklara dökülmesi yazarı derinden yaralamıştır. "Geleceğin kurucusu" gençliğin "din savaşlarına, bağnazlıkların en iğrencine" döndürülmesine isyan eder. (s .56-57). Henüz çıkar kaygılarıyla kirlenmediklerinden adalet duygusuyla hareket etmeleri beklenen gençlerin, hak savaşını yaşlılara bırakmış olmalarını ayıplamaktadır. Mektubun sonu, gericilerce kışkırtılan gençliğe bir ders niteliğindedir. "Nereye gidiyorsunuz gençler", "biz insanlığa, gerçeğe ve adalete gidiyoruz" diyerek bitirir yazısını, (s. 59).
6 Ocak 1898'de ise "Fransa'ya Mektup" adlı broşür yayımlanır, Zola'nın sitemi bu kez tüm ulusadır. Devrimci Fransız halkı, yalanlarla kışkırtılıp çılgın, yobaz bir kitle halini almıştır. Fransa'nın bu duruma düşürülmesi yazara büyük acı verir. Gerçek bu yazının da baş kişisidir. Halkı uyarır: "Gerçeğin yolu kesilir de, uzun ya da kısa süre içinde yer altına atılması başarılırsa o güç birikir, şiddetle patlayacak hale gelir." Basın kamu- oyunu yanıltmakta, kendini temize çıkarmak için soruşturmacıları yönlendiren Esterhazy'yi daha yargılanmadan aklamaktadır. Saygın gazetelerin, tirajlarını artırmak için sövgüye başvurarak "ulumalarını" sürdüren küçük gazetelere eşlik etmeleri, ulusal duyguları sömürmeleri, kızdırmaktadır yazarı, (s.65). Üstelik, Fransa'nın onuruna leke süren bu eylem, ülkeyi savunması gereken ordunun saygınlığını korumak adına yapılmakta, adaleti savunanlar orduya dil uzatmakla suçlanmaktadır. Meclis dikta heveslilerinin elindedir. Zola, Yahudi düşmanlığı olarak ortaya çıkan ırkçı hareketin, ortaçağ karanlığını geri getirmesinden korkmaktadır. Bu yazısında bu kez tüm Fransa'ya meydan okur. Bir yandan kutsal değerler söyleminin etkisindeki Fransız halkını suçlar, bir yandan da gericiliğin hortlamasının ardında egemenlerin çıkar birliği olduğuna değinir. "Fransa, kısacası senin kamuoyunu oluşturan etkenler şunlar: kılıca duyduğun gerek, seni yüzyıllarca geriye götüren papaz gericiliği, seni yönetenlerin, seni yiyenlerin ve sofrayı bırakmak istemeyenlerin doymak bilmeyen hırsları", (s. 69). Oysa cumhuriyet tehlikededir. Yazar yine de Fransa'dan umudunu kesmediğini söyler. Son sözler yine iki kahramana, adalete ve gerçeğe ayrılmıştır.
Casusluk savıyla askeri mahkemede yargılanan Esterhazy, herkesin gözünde Dreyfus loncasından Picquart'ın kurbanıdır. Duruşmalarda Picquart kötü muamele görür; çeteyle ilgili adlardan söz etmeye kalkışınca susturulur. Sokaklarda halk "Yasasın Ordu", "Yahudilere ölüm" sloganları atar22. Esterhazy oybirliğiyle aklanır. Gerici basın bunu alkışlarken, "dört parmaklı Margot" lakaplı eski bir fahişe olan metresi için de övgüler düzer23.
IV. Dreyfus Davası İçin Bir Dönüm Noktası: "Suçluyorum"
Casusun aklanması yetmezmiş gibi onun suç kanıtlarını bulan Picquart'ın cezalandırılması, Zola'yı bu konudaki en ünlü makalesini yazmaya iter: "Cumhurbaşkanı Felix Faure'a Açık Mektup". Clemenceau'nun gazetesi L'Aurore, bu yazıyı 13 Ocak 1898'de yayımladığında Dreyfus tarihinde yeni bir sayfa açılır. Clemenceau'nun önerisiyle, yazının son bölümünde sık sık yinelenen cümle "Suçluyorum- J'Accuse" başlık olarak kullanılır.
Gerçek suçlunun temize çıkarılması Fransa için utanç kaynağıdır. Zola, onuru henüz lekelenmemiş bir devlet adamının yönetiminde işlenen bu suça ortak olmak istemediğini söyler, (s. 74). Böylece Cumhurbaşkanı'na, tarafsızlık kisvesiyle bu utanca göz yumarsa, tarih önünde suçlu sayılacağını anımsatır.
Zola, "ordunun şerefi", "vatan sevgisi" gibi sürekli sömürülen kavramlara da korkusuzca yaklaşır. Suçlunun yerine masum bir insanın cezalandırılmasına isyan edenler vatan haini, ordu düşmanı diye karalanmakta, gerçek gizlenerek ordunun şerefi güya korunmaktadır. "...Fransız yurdunu savunacak olan orduyu, tüm ulustan oluşan orduyu, elbette seviyoruz... Biz onun şerefini ve saygınlığını istediğimiz için adalet istiyoruz. Burada söz konusu olan kılıçtır, belki de yarın başımıza efendi kesilecek olan kılıç! Bu kılıcın kabzasını bağnazca öpmek mi? Asla!" (s. 85). Zola'nın sözünü ettiği "tüm ulustan oluşan ordu", cumhuriyet ordusudur. Buna karşıt olarak kullandığı kılıç sözcüğü, kutsal ittifakın bir tarafını, soylulardan oluşan orduyu simgelemektedir. Yazar böylece Fransız ordusunun cumhuriyet düşmanlarının yönetiminde olduğunu da belirtmektedir24. Bu yazı, "suçluyorum" tümcesinin sürekli yinelenmesiyle son bulur. Adlarını tek tek sayarak sahte belgeler düzenleyen subayları, düzmece raporlar yazan uzmanları, buna göz yuman devlet adamlarını, basın yoluyla kamuoyunu yanıltan kurumları suçlar. Son olarak, masum Dreyfus'u mahkum edip, casus olduğu bilinen Esterhazy'yi tepeden gelme buyruklarla aklayan askeri mahkemeleri hedef alır.
Bu yapıt, yalnız cesaretiyle değil, şiirselliğiyle de etkiler okuyanları. Ünlü ozan Pe- guy, yinelenen cümlelerin kuruluşundaki ustalığı, Victor Hugo'nun yapıtlarındakiyle kıyaslar. Hugo'nun yergilerinde bile, "bu kıtalar halinde art arda dizilmiş suçluyorumlardaki" güzelliğe rastlamamıştır. Leon Blum, yazıyı okudukça "güveninin ve cesaretinin arttığını" duyumsar. Sosyalist milletvekili Jaures daha önce duraksadığı için özür diler. Bir başka solcu lider Allemane, Zola'yı işçiler adına kutlar25. Guesde "Zola'nın mektubunu yüzyılın en büyük devrimci eylemi" olarak niteler26. Bir yazınsal yapıtta sözcüklerin ve biçimin önemini hep vurgulamış olan büyük ozan Mallarme, çoğu kez olduğu gibi, yine Zola'nın arkasındadır. Bu "dahinin berrak sezgisine" ve eylemindeki "yüceliğe" duyduğu hayranlığı dile getirirken, cesareti karşısında saygıyla eğilir27.
Mektup Fransa'da bir aydın hareketi doğurur. Bu yazı, cesareti, kararlılığı ve güzelliğiyle, Dreyfusçular için bir umut dönemi başlatır. İmza kampanyaları, aydın bildirileri peş peşe gelir. Davanın yeniden görülmesini isteyen aydınlar L'Aurore'da iki bildiri yayımlarlar. Aralarında Anatole France, Marcel Proust, Brunot, Octave Mirbeau, Paul Alexis gibi yazarların yanı sıra ünlü sanatçılar, hukukçular, üniversite hocaları vardır. Le Temps ve Le Siecle de kampanyaya katılırlar. Aydınlar Şubat ayında Emile Zola'ya Hi- tap adını verdikleri bir yazıda onunla "adalet ve gerçek" adına dayanışma içinde olduklarını bildirirler28.
Zola'ya destek olanlar yalnız Fransızlar değildir. Dünyanın dört bir yanından dayanışma mektupları gelir. Bunları yazanlar arasında çok az sayıda Yahudi vardır29. Bu da Zola'nın yürüttüğü "adalet ve gerçek" savaşının inanç ve kökenden bağımsız bir uğraş olduğunun bir göstergesidir. Aydın insanlar, bağnazlığın, yalnız hedef aldığı kitle için değil, tüm insanlık için büyük bir tehlike olduğunu anlamışlardır.
Öte yandan, kimi solcular ve ılımlılar dahil, Fransızların çoğu Zola'yla aynı fikirde değildir. 1893 yılından beri onursal üyesi olduğu Öğrenci Birliği "orduyu tüm şüphelerin üstünde tutuyoruz", "vicdanımız .... büyük yazarın saldırılarından derin bir yara almıştır" diyerek Zola'yı kınar. Bazı solcu politikacılar, bir "burjuva" olan Zola'nın peşinden gitmeyi reddederken, bir sol gazete, proleterleri "burjuva iç savaşının iki kampına da katılmamaları" için uyarır30.
Ama asıl büyük tepki milliyetçilerden, özellikle de basından gelir. Bir gazeteci, "Zola kendinden başka tek bir şeye tapar: paraya" dedikten sonra onun bu işe kendi reklamını yapmak için giriştiğini savlar31. Ünlü ozan François Coppee, Zola'nın "yürüttüğü bu kampanyanın" "arkadaşlarını şaşırttığını ve üzdüğünü" söyler. Drumont Zola'nın makalesinin başlığı "Suçluyorum"u kullanarak Cumhurbaşkanı'na açık mektup yazar. Yine Zola'ya öykünen bir başkası "Kanıtlıyorum" başlığıyla bu adalet savaşının ardında "yabancı parmağı" olduğunu savlar; Dreyfüsçuların, "Fransız öfkesinin patlayacağı kaçınılmaz günde sınır ötesine" sığınacaklarını yazar32. Zola'nın babasının Fransız olmayışı milliyetçi basın için iyi bir malzemedir. Le Jour "İtalyan Zola" başlığı atar33. Maurice Barres Zola'yla arasında bir "sınır" yani "Alpler" olduğunu söyler. Ona göre
Fransız soyundan gelmeyen bu adam "köksüz bir Venedikli'nin fikirleriyle" düşünmektedir. Bu çirkin yazılardan yalnız biri çok üzer Zola'yı. Bir yandan ağlar, bir yandan da "devam edeceğini" der. Le Pelit Journal, Zola'nın Rougon-Macquartlar'da savunduğu soyaçekim tezinden yola çıkarak Baba-Oğul Zolalar adlı bir yazı yayımlar. Baba Zola'nın 1832'de Yabancılar Lejyonu'nda görevliyken zimmetine para geçirdiği savlanmıştır. Yazının esinleyicisi Henry hem eski askeri belgeleri karıştırmış, hem de bunları sahte belgelerle süslemiştir. Bu yazıya göre, hırsız babanın oğlunun bir ahlaksızı savunması kalıtım yasalarına uygundur35. Arka arkaya yaptığımız bu alıntılar, bağnazlığın yaratıcılıktan yoksunluğu da getirdiğini, Zola'ya karşı çıkmak isteyenlerin, bunun için bile ona öykünmek zorunda kaldıklarını gösteriyor.
Zola, "Suçluyorum"u yazarken suç işlediğinin farkındadır; Basın Yasası'nın hangi maddelerini ihlal ettiğini bildirerek kendini ihbar etmiş, kolaysa beni ağır cezada yargılayın diyerek meydan okumuştur. Bakanlar Kurulu, Zola hakkında suç duyurusunda bulunur. Basının sürekli kışkırttığı gericiler, Zola'nın yargılanma süreci boyunca "Kahrolsun Zola", "Yahudilere ölüm", "Hainlere ölüm" sloganlarıyla gösteriler düzenler, Musevilerin dükkanlarını taşlarlar. Zola ve arkadaşları, göstericilerin saldırılarından kaçmak için, sık sık yollarını değiştirirler. Gerici şiddet önce taşraya, sonra da sömürgelere sıçrar; birçok kentte ırkçı gösteriler yapılır; Dreyfusçu aydınlara ve Yahudilere saldırılır. Cezayir'de çıkan olaylarda yüzden çok dükkan yağmalanır, esnaftan ölenler olur36.
Zola'nın yargılanması 17 Şubat 1898'de başlar. Savunmasında, orduya hakaret etmediğini, ordunun onurunu asıl zedeleyenlerin "onu savunmak bahanesiyle" hareket eden "bir takım haydutlar" olduğunu söyler (s .93-94). Şerefi ve yapıtları adına Drefus'un suçsuzluğu üzerine ant içer. Savunmasını "bir gün ... Fransa bana teşekkür edecektir" sözleriyle bitirir, (s. 100). Duruşmalar boyunca dostları Alexis, Charpentier, Proust, Mallarme, Monet, Pisarro, Barbusse, Clemenceau onu yalnız bırakmazlar. Bir yıl hapis cezasına mahkum edilir. Sürekli tehditler alan Zola'ya bir yandan da tüm Avrupa'dan dayanışma mektupları gelir; evi çiçeklerle, armağanlarla dolar. Aynı yıl Temmuz ayında yapılan temyiz duruşmaları sırasında da sokak gösterileri ve tehditler sürer.
Zola yine de doğru bildiği yolda yürümekte kararlıdır. L'Aurore'da, olayları engellemediği, küçük politik hesaplar peşinde olduğu için Başbakan Brissot'yu suçlayan bir açık mektup yayımlar. Fransa, güdümlü davalarla ve sokak gösterileriyle uygar dünyaya rezil olmaktadır. Bunun suçlusu da yükselmek uğruna hukuku çiğneyen politikacılardır. "Aranızdan birinin kendini çılgınlık rüzgarına kaptırdığını .... yükselmenin yolunu tuttuğunu sanacak kadar budalaca bir düşünceye saplandığını gördükçe kendi kendime -İşte Cumhurbaşkanı olamayacak bir kişi daha diyorum" sözleriyle bitirir yazısını (s. 112).
Zola'nın cezası kesinleşince, dostlarının oldu bittisiyle, hiç hazırlıksız İngiltere'ye kaçırılır. Ülkesini ve sevdiklerini aniden bırakıp dilini hiç bilmediği İngiltere'de bir yıl geçirecek, zaman zaman başkaları acı çekerken saklanıyor olmaktan rahatsızlık duya- caktır. Neyse ki orada da onu seven ve koruyan dostları vardır. Bu sürgün Zola'yı mali açıdan da yıpratır. Hem kitap satışları düşmüş, hem de giderleri artmıştır.
Zola İngiltere'deyken davayla ilgili yeni gelişmeler olur. Esterhazy, kendisiyle çete arasında mektuplar taşıyan kuzeni tarafından ihbar edilir. Casus tutuklanınca çetenin diğer üyeleri korkuya kapılırlar. Sahtekarlığı ortaya çıkan Henry 30 Ağustos 1898'de tutuklanır; ertesi gün hücresinde boğazını keserek intihar eder. Peş peşe gelen itiraflar gerici basını yıldırmaz. Charles Maurras kralcıların yayın organı La Gazette de France'ta, "şehit" Henry için, "intikam", "zafer", "kanlı gömlek" türünden sözcüklerden oluşan bir ağıt yazar. Henry sahte belgeler düzenlemiştir ama, bunları yurdunu sevdiği için, suçlu cezasını bulsun diye yapmıştır37.
Emile Loubet'nin Cumhurbaşkanı seçilmesi Dreyfusçuları umutlandırırsa da gericiler pes etmezler. 1899 yılında art arda sokak gösterileri düzenlenir; bir darbe girişimi olur; bir kez de soylular Cumhurbaşkanı'na saldırırlar. Ancak cumhuriyetçiler de seslerini daha yüksek çıkarmaya, şiddeti kınayan gösteriler düzenlemeye başlamışlardır. Anatole France, Jean Jaures, R.W.Rousseau gibi saygın kişilerin sürdürdükleri kampanya sayesinde, Dreyfus'un yeniden yargılanmasına karar verilir. Bu olumlu gelişmeler sonucu ülkesine dönen Zola, 5 Haziran 1899'da L'Aurore'da çıkan yazısında kaçış nedenlerini anlatır; kışkırtmaların son bulmasını beklemiştir. Savcıya, istediği an kendisini bulup cezasını tebliğ edebileceğini bildirir.
V. Yeni Gelişmeler, Son Yazılar
Dreyfus Fransa'ya getirilir. Coppee, Barres gibi yazarlar ırkçı söylemlerini sürdürürler. Bir darbe girişimi bastırılır; Dreyfus'un avukatı saldırıya uğrayıp yaralanır. 9 Eylül 1899'da Rennes'de yapılan duruşmada, umulanın aksine Dreyfus tekrar suçlu bulunur ve 10 yıl hapse mahkum edilir. Adalet bekleyenlerin umutları sönmüştür. Zola, Beşinci Perde'yi yazar. "Dehşet içindedir", bu tersine gelişmeden Fransa'nın geleceği adına ürkmektedir (s.126). Avukat susturulmuş, savunmanın tanıkları dinlenmemiş, tarihe garip bir iddianame bırakılmış, Fransa dünyaya rezil olmuştur. "Gerçek" tokatlanmış, "adalet" katledilmiştir. (s. 131) .
Artan toplumsal huzursuzluk karşısında çaresiz kalan Cumhurbaşkanı, Dreyfus'u affeder. Zavallının sıkıntılarının son bulması, ailesine kavuşması onun için de sevenleri için de bir tesellidir. Yine de Zola, bu affı masum bir insanın yeniden mahkum edilmesi olarak görür. Daha da kötüsü, bunu genel af izleyecektir; politikacılar, toplumu bölen düşmanlığın son bulması, ülkenin huzura kavuşması için bu yasanın çıkması gerektiğine inanırlar. Zola, Senato'ya ve Cumhurbaşkanı'na yazdığı mektuplarda, genel affın toplumun ahlak anlayışını sarsacağını, gençliğe kötü örnek olacağını söyler. Af demek, masumlarla suçluların bir tutulması demektir. Sevip saydığı, Dreyfus için birlikte çabaladığı politikacılar da, toplumsal barış adına bu affa evet demektedirler. Oysa Zola'ya göre Dreyfus davası unutulması değil, anımsanması gereken bir olaydır. O sayede gericilerin maskeleri düşmüş, cumhuriyetçiler ülkelerine sahip çıkmışlardır. "Bugün Fransa gericilerin tuzağından kurtulmuş bulunuyorsa, bunu Dreyfus Davasına borçludur" Zola'ya göre. (s. 177). Cumhurbaşkanı'nı tarih önünde "zavallı Felix Faure'un" düştüğü duruma düşmemeye, adını tarihe "adalet ve gerçekten yana" bir devlet adamı olarak yazdırmaya çağırır, (s.182). Kendisine gelince, bu konuda söyleyeceği söz kalmamıştır; bir yurttaş olarak görevini yapmış olmanın erinciyle kitaplarına dönecektir artık. Yine de "gerçeğin ve adaletin" gelişini umutla bekleyecektir, (s. 183).
Beklenen af gelir. Suçlular da masumlar da artık özgürdürler. Zola, kitaplarına dö- ner. Son romanı Gerçek, Dreyfus davasından esinlenir. Bu oylumlu yapıtın bu açıdan in- celenmesi ayrı bir çalışma konusu olacaktır.
Zola 29 Eylül 1902'de, yatak odasındaki şömineden sızan dumandan zehirlenerek ölür. Resmi kayıtlara kaza olarak geçse de bu ölümün ardında gerici bir örgüt olduğundan kuşkulanılır38. Tabutunun ardından 50 000 kişi yürür: maden işçileri, öğrenciler, yazarlar, milletvekilleri. Resmi cenaze töreni yapılamaz çünkü 1888'de legion d'honneur şövalyesi yapılan Zola'nın bu unvanı Dreyfus davası yüzünden askıya alınmıştır. Buna karşın, Zola'nın dört yıl önce hakaret etmekle suçlandığı ordu, onu uğurlamak için bir bölük asker görevlendirir39. Anatole France, kabri başında yaptığı konuşmada, adalet uğruna verdiği savaşta bunca acı çeken Zola'ya acımak değil, ona gıpta etmek gerektiğini vurgular. O, "ahmaklık, cehalet ve kötülük"ten oluşan müthiş bir "ahlaksızlık kumkumasına" karşı direnerek yücelmiş, "insanlık vicdanının bir anı" olmuştur40.
Jaures'in Meclis'e verdiği bir önerge sonucu Dreyfus yeniden yargılanır; 1906'da aklanarak orduya geri döner. Bu arada Clemenceau Başbakan, Picquart Savaş Bakanı olmuştur. Birkaç yıl önce Zola'yı vatan hainliğiyle suçlayan Meclis, kemiklerinin ulusal kahramanların yattığı Pantheon'a taşınmasına karar verir. Ancak gericiler, 1908'de düzenlenen bu törene gölge düşürmek isterler. 5000 eylemci yolları keser; tören sırasında Binbaşı Dreyfus'a ateş eden bir militan onu hafif yaralar41. Gerçeğin ve adaletin tutkusuna karşın, gericilik büyük bir tehlike olmayı sürdürmektedir.
VI.Sonuç
Dreyfus davasıyla ilgili tarihsel verilerin ve Zola'nın bu konuda yazdıklarının ince- lenmesi, bize eylemle söylemin bazen çelişebileceğini gösteriyor. Bunlar, ulusal duyguların nasıl sömürüldüğünü, ahlak ve yurtseverlik gibi değerlerin onlara sahip olmayan- larca da kullanılabildiğini anlatırken, evrensel adalet duygusuyla hareket edenlerin yüreklerindeki insanlık sevgisinin yurt sevgisiyle çelişmeyeceğini de öğretiyor. Ayrıca, basının bu sömürüye alet olduğunda ne büyük bir tehlike haline geldiğini, halkı kışkırtıp böldüğünü görüyor, doğal görevleri olan doğru bilgi aktarımını sağlayan gazetelerinse adaletin gerçekleşmesinde önemli payları olduğunu anlıyoruz. Gericiliği kışkırtan çıkarcılığa ve onu besleyen cehalete karşı gelmede, aydınlara büyük görev düştüğünü anımsıyoruz. Milli Eğitim Bakanı Doumergue, Zola Pantheon'a gömülürken yaptığı konuşmada, büyük romancının "fildişi kulesinden" inip halkı karşısına alma yürekliliğini göstererek kendisinden umulanı yaptığını,bu görevi yerine getirmesine şaşıranların onu ve yapıtlarını hiç anlamadıklarını belirtmiştir42.
Zola, Dreyfus'la ilgili yazılarında toplumsal bir yarayı deşmiş, davaya biçim verenin bağnazlık olduğunu sürekli vurgulamış, bunun ardındaki tarihsel nedenleri açıklayarak değerli bir belge bırakmıştır. Yurttaş ve yazar Zola'nın, Dreyfus davasının tarih ve yazın alanında unutulmaz bir yer almasında büyük payı vardır. On sekizinci yüzyıldan miras kalan güçlü fikir yazını geleneğini yirminci yüzyılın başına taşımış, Voltaire'in, Condorcet'nin torunu, insan hakları savaşçısı Zola, bir aydınlanma filozofu gibi kitlelere öncülük etmiştir. Şimdi onların yattığı yerde, hayranı olduğu bir başka büyük yazarın, Victor Hugo'nun yanında sonsuz uykusunu uyumaktadır43.
Ulusal kahraman haline gelen Zola, sağlığında vatan hainliğiyle, satılmışlıkla suçlanmış, kışkırtıcı basın Dreyfus davasını kendi reklamı için kullandığını yazmıştır. Kitapları hep çok satan, kazandığı parayı hiç düşünmeden hem kendi lüksü, hem de gereksinme duyan dostları için harcayan Zola'nın gelirleri düşmüş, giderleri artmıştır. Örnek olarak daha önce bir yıl içinde 100 000 satan Roma'nın, Zola'nın Dreyfus olayına karışmasından ölümüne dek geçen dört yıl boyunca sadece 6 000 sattığını söyleyebiliriz44. Bu arada iftira ettiği savıyla aleyhinde dava açan bilirkişilere büyük tazminatlar ödemeye mahkum edilmiş, eşyalarına haciz gelmiştir. Babası İtalyan olduğu için milliyetçilerin hakaret ettikleri, Yahudi loncasından para alıyor savlarıyla karaladıkları Zola, bu davayla ilgili olarak yabancı gazetelere yazı yazmamış. İngilizler'den gelen öneriyi, bunun bir ulusal sorun olduğu düşüncesiyle geri çevirmiştir.45 Eşi, ölümünden sonra pek çok değerli eşyasını, bu arada empresyonist arkadaşlarının yaptığı tabloları satmak zorunda kalmıştır .
Zola, yurttaşlık ve insanlık görevini yerine getirirken, asıl mesleği olan yazarlıktan da, yazınsal başarısını pekiştiren olgucu yaklaşımdan da uzak kalmamıştır. O güne dek uydurma deliller ve kof kahramanlık söylemleriyle yönlendirilmiş olan kamuoyunu yazılarıyla aydınlatmış; sağlam verilere dayandırdığı savlarını, yalın ve kesin bir dille duyurmuştur. Bunu yaparken elbette yazınsal yeteneğinden ve güçlü kaleminden yararlanmış; "adalet" ve "gerçek" kavramlarını bir yazınsal yapıtın baş kişileriymiş gibi işlemiş; zaman zaman öfkeli bir dil kullanmıştır. Ancak usta yazarın bu ateşli biçemi hiçbir zaman bayağılığa kaçmamış, Zola, yararlının da güzel olabileceğini bir kez daha göster- miştir. Dönemin büyük ozanları bile, Zola'nın cesaretinin yanında, yapıtının güzelliğini de övmüşler, yazınsal değeri önünde saygıyla eğilmişlerdir.
Kaynakça
1 A. Pages. J'Accuse. 13 janvier 1898. Perrin, 1998, s.45.
2 F.Brown. Zola; A Life. Papermac, 1997. s.717.
3 Dinsel söylemde Yuda, İsa'ya ihanet eden havaridir. Bağnazlar, onun soyundan geldiği için Yahudi ırkını lanetlerler.
4 F Brown. s. 71 S.
5 a.g.y., s.721.
6 revanchisme
7 A.Malet & J.Isaac, Histoire contemporaine depuis le mitieıı du XIXe sicle, Hachette. 1930, s. 346.
8 J.Lucas-Dubreton, Histoire de France IV. de Napoleon a nos jours. Flammarion. 1934. s.96-97.
9 A.Zevaes, Histoire de la ille Republique. Ed. de la Nouvelle Revue Critique. 1946, s.214.
10 F.Brown.s.583.
11 W. LaFeber, The Panama Canal, The crisis in historical perspective. Oxtford Univ.Press, 1989. s.11
12 bk. Brown. s. 719,Dubreton s.101- 102.
13 1882'de yayımlanan Apartman'da (Pot-Bouille) kentsoyluların aşağıladığı hizmetçilerin kendi sınıfla- rından birini Yahudi olduğu için dışladıklarını gösterir. E Zola, Apartman III, Cumhuriyet. 2000.
14 F. Brown, s. 726.
15 A.Zevaes, s. 217.
16 F. Brown, s. 725.
17 Zola'nın Dreyfus davasıyla ilgili tüm yazıları için 1901'de yayımlanan Dreyfus Olayı, adalet için bir savaşın öyküsü adlı kitaba referans verilecektir. E. Zola, Çev. M. Tuncer, Yalçın Yayınları, 1998.
18 F.Brown,s.730.
19 F.Brown,s.732.
20 A. Pages, s. 188.
21 M. Bernard.Zola.Seuil, 1988. s. 121.
22 F.Brown. s. 734.
23 A. Pages s.210.
24 Fransızca l'alliance du sabre et du goupillon deyimi, soylularla ruhban sınıfı arasındaki kutsal ittifakı simgeler. Sözcüğü sözcüğüne çevirirsek, sabre,kılıç, goupillon ise ayinlerde kutsal su serpmeye yara- yan kaptır.
25 A. Pages, s. 59.s. 218.
26 A.Zevaes. s. 220.
27 F.Brown,s.743.
28 A.Pages.s. 197-198.
29 F.Brown, s. 736, A. Pages. s. 224, 226, 228.
30 A.Pages.s. 113.219.
31 F. Brown, s. 712.
32 A.Pages.s. 120.208-209.
33 Emile Zola'nın babası İtalyan göçmeni bir mühendistir. Fransa'ya
yerleştikten sonra Zola'nın annesiyle evlenmiş, Aix-en-Provence'ta yaptırmaya başladığı baraj ve kanal ölümünden sonra tamamlanmış, ka- nala Zola adı verilmiştir.
34 A. Pages s. 240. F. Brown. s. 738.
35 F. Brown. 747.
194
36 a.g.y..s.742.
37 A. Pages .s. 240. F, Brown. s. 760.
37 1953'te Liberation'da çıkan bir yazı bu kuşkuyu güçlendirir. Bir okur, 1927'de ölüm döşeğindeki bir arkadaşını,kendisine,komşu evin çatısını onanırken. arkadaşlarıyla birlikte. Zola'nın evinin bacasını tıkadıklarını itiraf ettiğini savlamaktadır. Üstelik Zola, yaşamının son dört yılında sürekli ölüm tehditleri almıştır. Bk. F. Brown. s. 792-793.
39 Bu bölüğe kumanda eden yüzbaşı onu bu yüzden tokatlayan bir subayla yaptığı düello sonucu yaralanır, a.g.y. s. 794.
40 M.Bernard, s. 131, F.Brown, s. 794-796.
41 F. Brown, s. 799-800.
42 a.g.y. s. 799.
43 Zola, ozanlığa hevesli bir gençken, sürgündeki Hugo'ya hayranlığını dile getirdiği bir mektup yazar. a.g.y. s.79-80.
44 a.g.y. s. 754,
45 M.Bernard, s. 126.
195
mustafa uyan

Değerli dostlarım sizleri; editörlüğü yaptığım ve 
gönül bahçem adını verdiğim www.dil-ibicare.org isimli internet siteme bekliyorum

Sevdayı bilmeyenin gözünde yaş olmaz, gözünde yaş olmayanın da gönlünde gök kuşağı oluşmaz..   (Muyan)
Canavarlar asla korku yaratamaz, ama korkular mutlaka canavarlar yaratır.  (muyan)
Başlar baş eğmeye başladıkça, başlar boş olmaya başlar. Başlar baş eğip boş olmaya başladıkça,boş  başlar, BAŞ olmaya başlar. (Muyan) 
Yarın Sana Göz Açtırmayacak Olanlar,Bugün Senin Göz Yumduklarındır.  
(Muyan) 
Yapılan zulmün, vahşetin, işlenen cinayetlerin, hamasi cümleler ve Bayrak ile süslenmesine SAVAŞ adı verilir. (muyan)
Köpeğin havlaması, kedinin miyavlaması normal bir hal, anormal olan, kedinin havlayıp, köpeğin miyavlamasıdır. Her köpek fıtratı gereği havlıyacaktır. (muyan)
Aşk, aşık olunan kişiden çok daha önemlidir. Sakın onu kaybetmeyin 
(muyan)
Ağzından bal damlayan arının bile kıçında iğnesi vardır. (muyan)
Gördüğünüz manzara baktığınız pencerenin bulunduğu kata bağlı  (muyan)
Kuvvetimize güvenerek bir birimizi HAYVAN yerine koyarsak, DAHA KUVVETLİ bir üçüncü gelir, ikimizi de HAYVAN yerine koyar(muyan)
İNSAN ın HAYVAN dan en üstün farkı, ZORBA dan fırsat buldukça kendisini güdecek ÇOBAN ı seçmesi. ZORBA dan fırsat bulamadığı zaman da, bir gün ÇOBAN ını seçebilmeyi DÜŞÜNÜP HAYALetmesidir. …(muyan)