31 Temmuz 2015 Cuma

Özel Okul Teşvik başvuruları Ağustos’ta!

Özel Okul Teşvik başvuruları Ağustos’ta!..
2015-1016 Eğitim-Öğretim yılında özel okullarda okuyan öğrenciler için hazırlanan “Eğitim ve Öğretim Desteği Verilmesine İlişkin Tebliğ” Resmi Gazete’de yayımlandı
Maliye Bakanlığı'nın belirdiği tutara göre özel okullarda eğitim gören öğrenciler 2 bin 680 TL ile 3 bin 750 TL arasında destek alabilecekler. Teşvik için başvurular Ağustos ayında başlayacak.
Maliye Bakanlığı ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın özel okullarda okuyan öğrenciler için hazırladığı  "2015-2016 Eğitim ve Öğretim Yılında Özel Okullarda Öğrenim Görecek Öğrenciler İçin Eğitim ve Öğretim Desteği Verilmesine İlişkin Tebliği", Resmi Gazete’de yayımlandı.
Bu tebliğe göre okul öncesi eğitim kurumlarındaki 20 bin öğrenciye 2 bin 680 TL, ilkokuldaki 50 bin öğrenciye 3 bin 750 TL, ortaokuldaki 50 bin öğrenciye 3 bin 750 TL öğretim desteği verilecek. Lise ve temel liselerde eğitim gören öğrenciler ise lise için 3 bin 750 TL, temel lise içinse 3 bin 220 TL teşvik alacak.
TEŞVİK İLLERİN GELİŞMİŞLİK SEVİYESİNE GÖRE VERİLECEK.
Öğrencilerin alacağı desteği belirleyen bir diğer kıstas ise öğrencilerin okudukları şehrin sosyoekonomik gelişmişlik seviyesi olacak. Öğrencilerin bulunduğu Birinci ve İkinci Bölgede yer alan şehirlere 0.95, Üçüncü ve Dördüncü bölgelerde 1.00, Beşinci bölgede 1.20, Altıncı bölgede ise 1.30 katsayıları üzerinden teşvik değeri belirlenecek.
Destek için illerde okul türlerine göre ayrılan öğrenci kontenjanından daha az talep gelmesi durumunda, bakanlık boş kalan kontenjanları aynı okul türünden talebin fazla olduğu illerde kullanabilecek.
Okul öncesi eğitime devam eden öğrencilerden 48-66 ay yaş grubundakiler, eğitim öğretim desteğinden yararlanabilecek.
TEŞVİK İÇİN BAŞVURULAR AĞUSTOS’TA
Özel okullarda okuyan ya da okumaya hazırlanan öğrenciler bu teşvikten faydalanmak için velileriyle birlikte Ağustos ayı itibariyle, MEBBİS’te yer alan Özel Öğretim Kurumları Modülü üzerinden başvurularını yapabilirler.

21 Temmuz 2015 Salı

ÇOK ÖNEMLİ BİR KONU: "KADININ VE ÇOCUĞUN SOYADI RAPORU"


BİLKA
          BİLGE KADIN ARAŞTIRMA MERKEZİ             
KADININ VE ÇOCUĞUN SOYADI RAPORU
(2014) 
Av. VİLDAN ERYILMAZ
İlahiyatçı SABRİYE BAHTİYAROĞLU
Psikolog BURCU TOLUÇ

KADININ VE ÇOCUĞUN SOYADININ HUKUKİ AÇIDAN DEĞERLENDİRİLMESİ                     
                                          Av. Vildan ERYILMAZ                                                               

ANAYASA MAHKEMESİ, AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ VE
YARGITAY KARARLARI IŞIĞINDA DEĞERLENDİRİLMESİ

Türk Medeni Kanununun (TMK) m. 187 hükmüne göre;  “Kadın evlenmekle kocasının soyadını alır; ancak evlendirme memuruna veya daha sonra Nüfus idaresine yapacağı yazılı başvuruyla kocasının soyadı önünde önceki soyadını da kullanabilir. Daha önce iki soyadı kullanan kadın, bu haktan sadece bir soyadı için yararlanabilir.” Buna göre kanun evli kadına iki seçenek sunmaktadır. Seçeneklerden birisi, kadının evlenmekle kocasının soyadını alacağına; ikincisi ise, evlendirme memuruna veya nüfus idaresine yapacağı yazılı başvuruyla kocasının soyadı önünde önceki soyadını da kullanabilmesine ilişkindir.
Bir kimsenin kanun gereği soyadı edinmesi ya evlenen kadının durumunda olduğu gibi evlenmenin bir sonucu olarak ya da çocuğun soyadı edinmesinde soy bağı ilişkisinin bir sonucu olarak meydana gelmektedir.
TMK m. 187 hükmü, kadının evlendiği anda kocasının soyadını kanun gereği elde edeceğini, bunun yanında isterse ilgili yerlere başvurarak evlenmeden önceki soyadını da kocasının soyadı ile birlikte kullanabileceğini düzenlemektedir. Bu düzenlemeye göre, hukuk sistemimizde yasama organı kadının evlendikten sonra hiçbir şekilde önceki soyadını tek başına kullanmasına imkân vermemektedir.
Medeni Kanununda yer alan kadının soyadı ile ilgili bu düzenlemeye rağmen, evlenen kadının soyadını değiştirmesi ile kişilik hakkı ve kamu düzeni ihlalinin gerçekleştiği fikir ve görüşleri gündemi mesnetsiz ve gereksiz olarak fazlası ile meşgul etmektedir.
Evlenen kadının evlenmeden önceki soyadını kullanmasına kanuni düzenleme ile engel olunmasının, kişinin özel hayatına zorunlu müdahale oluşturduğunu ileri sürenler de mevcuttur. Bu söylem medyada sıkça ve tek taraflı olarak dile getirilmektedir. Bu yayınlar kanuni değişikliklerin yapılması için bir baskı unsuru olarak kullanılmaktadır.
Zira Türkiye’nin taraf olduğu temel hak ve özgürlüklere ilişkin başta İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ile Temel Hak ve Özgürlükleri düzenleyen diğer sözleşmelerde, evli kadının evlenmeden önceki soyadını muhafaza edeceğine ilişkin açık bir hüküm ve düzenleme bulunmamaktadır. Diğer bir anlatımla, “aynı konuda farklı bir hüküm” mevcut değildir.
Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)  2004 yılında almış olduğu bir kararla, kadının soyadı ile ilgili bu düzenlemenin, özel hayatın ve aile hayatının korunması ilkesine ve ayrımcılık yasağına aykırı olduğunu söyleyerek, TMK m. 187 düzenlemesinin “evli kadına kocasının soyadını taşımayı dayattığını, bunun da soyadını seçme ve evlenmeden önceki soyadını muhafaza etme hakkını ortadan kaldırdığını belirterek adı geçen düzenlemenin Sözleşmenin m. 8. de belirtilen “özel hayata” müdahale oluşturduğu gerekçesi ile ihlal kararı vermiştir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin m. 46 uyarınca, mahkeme kararları bağlayıcıdır. Akit devletler, taraf oldukları davalarda mahkemenin nihai kararlarına uymayı taahhüt etmişlerdir. Bu kararlar, milli mahkeme kararlarını ortadan kaldırmaz, sadece hak ihlali olup olmadığını tespit eder. AİHM kararlarının uygulanması için akit devletler gereken tedbirleri alır. Bunu nasıl yapacakları kendi takdirlerine bırakılmıştır.
Akit devletler sözleşmeye göre bir yükümlülük altında değildir. Mahkeme kararları iç hukukta doğrudan sonuç doğurmamakta, milli mahkeme kararlarını iptal ederek veya değiştirerek onların yerine geçmemektedir. Akit devletlerin iç hukuk düzenlerinde kesin hüküm kavramı yerleşmiş olduğundan, AİHM kararları milli mahkeme kararlarının bu niteliğini ortadan kaldırmaz. Milli mahkeme kararlarının sözleşmeye aykırılığının tespit edilmesi halinde tazminat ödenmesi haricinde bir yaptırım söz konusu olmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi ise 2011 yılında kadınının soyadı ile ilgili bir kararında AİHM kararına aykırı yönde karar vermiş, Türk kadınının kanunen ve zorunlu olarak evlendiği kimsenin soyadını alması gerektiği yönündeki önceki içtihadını teyit etmiştir. (R.G., t. 21.10.2011, s. 28091)
Anayasa Mahkemesi, Medeni Kanun m. 187 hükmünün Anayasa’ya aykırı olmadığı sonucuna varmıştır. Anayasa Mahkemesi, gerekçeli kararında, kişinin soyadının “kimliğinin belirlenmesinde en önemli unsur” olduğunu ve bu bağlamda “vazgeçilemez, devredilemez, kişiye sıkı surette bağlı bir kişilik hakkı” olduğunu ifade etmiştir.             
“Kişinin kimliğini belirleme işlevi yanında, ailesini ve soyunu belirleme, kişiyi başka ailelerin bireylerinden ayırt etme işlevleri” de olduğuna, bu doğrultuda kanun koyucunun “nüfus kayıtlarının düzenli tutulması, resmi belgelerde karışıklığın önlenmesi, soyun belirlenmesi, ailenin korunması gibi sebeplerle” soyadını düzenlemeler ile kural altında tuttuğuna vurgu yapmıştır.
MK m. 187’de yer alan kuralın da “aile birliğinin korunması ve aile bağlarının güçlendirilmesi başta olmak üzere, nüfus kayıtlarının düzenli tutulması, resmi belgelerde karışıklığın önlenmesi ve soyun belirlenmesi gibi kamu düzeni gerekleri nedeniyle kabul edildiği” yönünde karar vermiştir.
Yargıtay, kocasından boşanan ve çocuğuna kendi soyadını vermek isteyen annenin, yerel mahkeme tarafından kabul edilen talebini, Nüfus Müdürlüğünün temyizi üzerine bozmuş, gerekçe olarak ise anne ve babanın, çocuğun doğduğu anda evli olması halinde, babanın soyadını alacağını, çocuk reşit oluncaya kadar veya baba TMK m. 27 şartlarını ispatlayarak soyadını değiştirmedikçe, soyadının değiştirilmesinin mümkün olmadığını ifade etmiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin ve Yargıtay’ın birbirini teyit eder nitelikteki kararları ile TMK m. 187 hükmünün Anayasaya ve mevcut kanuni düzenlemelere aykırı olmadığı, kadının soyadının evlilik ile birlikte değişmesinin kişilik hakkı ihlali ve kamu düzeni ihlaline neden olmadığı görüşünü benimsemekte oldukları anlaşılmakta idi.
Ancak Anayasa Mahkemesi 2013 yılında önceki içtihadından dönerek tam tersi bir karar vermiştir. Kararda "Başvuruya konu yargılama kapsamında başvurucunun sadece evlenmeden önceki soyadını kullanmasına yetkili idari ve yargısal merciler tarafından izin verilmemesi şeklindeki uygulamanın, kişinin kimliğinin belirlenmesinde en önemli unsurlardan biri olan soyadının vazgeçilemezlik, devredilemezlik ve kişiye sıkı surette bağlı olma niteliklerinin kadının soyadı bakımından geçerliliğini etkilediği görülmekle, belirtilen uygulamanın Anayasa'nın 17. maddesinde tanımlanan manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkına yönelik bir müdahale oluşturduğu açıktır." demiştir. Anayasa Mahkemesi’nin, AİHM paralelinde aldığı bu karar Türk kadınının soyadı meselesinin güncelliğini artırmıştır.   
Bilindiği üzere soy baba/erkek ile takip edilmektedir. Nesil silsilesi babayı takip etmektedir. TMK m. 282 göre, çocuk ile ana arasında soy bağı doğumla kurulur. Çocuk ile baba arasındaki soy bağı ise m. 283 göre ana ile evlilik, tanıma veya hâkim hükmü ile kurulur. Babanın soyadının kullanılmasında asıl olan, neslin devamı ve takibini sağlamaktır. Çocuk bu sebeple babasının soyadını kullanmalıdır. Özel durumlarda reşit olan çocuk kendi istek ve iradesi ile farklı bir soyadı seçebilir ve kullanabilir.
Nesebin devamlılığının sağlanabilmesi bakımından olması gereken bu düzen, erkeğin kadına üstün tutulduğu anlamını taşımamaktadır. Çocuğun babasının soyadını taşıması kendisi için hem hak hem de bir yükümlülüktür.
Geniş anlamda soy bağı bir kimse ile onun ecdadı, üst soyu arasındaki biyolojik ve doğal bağlantıyı ifade etmektedir. Dar anlamda soy bağı, yalnızca çocuklar ile ana ve baba arasındaki bağlantıyı başka bir deyişle çocuğun anne ve babasına bağını ifade etmektedir. (Yargıtay Hukuk Genel Kurul Kararı 2011/2-775 Esas 2012/116 Karar)
Anayasa Mahkemesi 2011 yılında verdiği bir karar ile Soyadı Kanunu’nun m. 4/2’deki “Evliliğin feshi veya boşanma hallerinde çocuk anasına tevdi edilmiş olsa bile babasının seçtiği veya seçeceği adı alır.” biçimindeki birinci cümlesini iptal ederek, boşanmada velayeti kadına verilen çocuğa kadının kendi soyadını vermesinin yolunu açmıştır. (R.G., t. 14.02.2012, s. 28204)
Evlenen kadının kendi soyadını kullanmak istemesi ortaya önemli sorunlar çıkaracaktır. Evlenen ve kendi soyadını kullanmaya devam eden kadının boşanması durumunda, ortak çocuğun, babanın soyadını değil annenin soyadını taşıması halinde, ciddi sıkıntılar yaşanabilecektir. Kadının yeniden evlenmesi halinde, erkeğin soyadını ortak soyadı olarak belirlemeleri halinde, çocuğun soyadı annenin kızlık soyadı olarak kalmaya devam mı edecek, yoksa evlenen anne ve yeni eşin seçmiş olduğu ortak soyadını mı alacaktır?
Farklı bir ihtimal ise çocuğun annenin soyadını taşıdığı durumlarda, yeniden evlenen annenin yeni eşin soyadını taşımak istemesidir. Bu durumda çocuk annesinin sonradan evlendiği kişinin soyadını mı alacaktır? Zira böyle bir durumda özellikle çocuk bakımından nesebin devamlılığını takip etmek zorlaşacaktır.
Boşanan eşlerin birden fazla çocukları olduğu varsayıldığında, çocuklardan bir kısmı annede ve bir kısmı babada kaldığı takdirde, annenin talebi ile soyadı değişen çocuklar ve babanın yanında kaldıkları için soyadı değişmeyen (babanın soyadını taşıyan) çocuklar söz konusu olacaktır. Bu durumda acaba çocukların bir kısmının annenin soyadını alması ve bir kısım çocukların babanın soyadını taşımaya devam etmesi sosyal hayatlarını olumsuz etkilemeyecek midir?
Kadının birden fazla kez boşanıp evlendiği düşünüldüğünde ve her evliliğinden çocuklarının olduğu hususu göz önünde bulundurulduğunda, kadının soyadının çocuğunda taşıması gerektiği yönünde olan görüş ve önerilere katılmak mümkün görünmemektedir. Kadının kendi soyadını kullanmak istemesi özel ve istisnai hallerde mümkün olsa bile, çocuğun kimliğinin belirlenmesinde soyadının vazgeçilmez, devredilemez, kişiye sıkı surette bağlı bir kişilik hakkı olduğu göz önünde alındığında, çocuğun soyadının babanın soyadı ile aynı olması uygundur.
Türk hukukunda aile ismi ile eş anlamda kullanılan soyadının, kişinin kimliğini belirleme işlevi yanında, ailesini ve soyunu belirleme, kişiyi başka ailelerin bireylerinden ayırt etme işlevleri de bulunmaktadır. Bu işlevleri nedeniyle kanun koyucu, nüfus kayıtlarının düzenli tutulması, resmi belgelerde karışıklığın önlenmesi, soyun belirlenmesi, ailenin korunması gibi sebeplerle soyadı kullanımını kanuni düzenlemelerle kural altına almıştır. Mevcut kanuni düzenlemeler ışığında kadının soyadını tek başına kullanması ve çocuk veya çocukların kadının soyadını kullanması istisnai haller ve kanuni gereklilikler haricinde mümkün olmamaktadır.
***
KADIN VE ÇOCUĞUN SOYADININ İSLAM HUKUKU AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ

                                                                                      Sabriye BAHTİYAROĞLU
                                                                                                  (İlahiyatçı)

İSLAMDA NESEBİN KORUNMASI

İslam da 3 şeyin korunması esastır.     
1. Can                                                                      
2. Mal
3. Nesep
İslam; nesebi korumaya, babalık haklarına riayet etmeye özen göstermiştir. İslam hukukçuları sahih nikâhla evli olan kadının doğan çocuğunun kocasına nispet edileceği hususunda görüş birliği içerisindedirler.”Çocuk yatak sahibine aittir.” Hadis-i şerifi bunun delilidir.  
Araplarda evlat edinilen çocuk gerçek bir oğul gibi kabul ediliyordu. Mirastan pay alıyor, evlat edinen anne onu gerçek bir oğul gibi, evin kızıda onu öz kardeş gibi kabul ediyordu. Bu konu düzeltilmesi gereken en önemli hususlardan birisiydi.
“Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler (bu hüküm) emzirmeyi tamamlamak isteyenler içindir. Onların (annelerin) nafakası ve kisvesi (giyeceği) maruf vechile (babanın elinden gelen miktara ve örfü âdete göre) çocuk kendisi için doğrulmuş olan (baba) üzerinedir.”        Bakara Suresi 233. ayet.
Ayet-i kerimedeki çocukların babalar için doğurulduğu ifadesi ile çocuklar babalara nispet edilmektedir.
“Onları (evlat edindiklerinizi) babalarına nispet ederek çağırın, bu Allah katında daha adildir. Eğer babalarınızı bilmiyorsanız artık onlar din de sizin kardeşlerinizdir veya dostlarınızdır. Hata olarak yaptıklarınızda ise sizin için bir sakınca (bir vebal) yoktur. Ancak kalplerinizin, kasıt gözeterek yaptıklarınızda (vebal) vardır. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”Ahzab suresi 5. ayet   
Bu ayet-i kerimeden evlatlık alınan kimselerin evlat edinene değil asıl babalarına nispet edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu emrin uygulanması ile ilgili olarak ilk sunulan reform Peygamber’in (s.a.v) evlatlığı Zeyd’in artık Zeyd bin Muhammed (s.a.v), (Muhammed’in oğlu Zeyd) yerine Zeyd’in babasına nispet edilerek Zeyd bin Harise (Harise’nin oğlu Zeyd) adıyla çağrılmasıdır. Bu ayetin nüzulünden sonra insanların kendilerini gerçek babalarından başkalarına nispet etmeleri yasaklanmıştır. 
Yine Sa’d bin Ebu Vakkas’tan Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.”Kendisini, bildiği halde babasından başkasına nispet eden kimseye cennet haram kılınmıştır.”      
Başkasına babalık iddiasında bulunan kimse bunun helal olduğunu kast ettiği takdirde cennet ona haram olur veya cennet ona azap görmeden önce haram olur.     
Babasından başkasını haram olduğunu bildiği halde, fakirlik veya makam talebi sebebiyle kendisine baba edinirse bu küfürdür. Ancak bunu helal kabul etmese büyük günahlardan birini işlemiş olur, cehenneme girmeyi gerektirir.
Başka bir hadiste: “Kim babasından başkasını baba olarak çağırırsa Allah’ın, meleklerin ve insanların laneti üzerine olsun. Allah kıyamet gününde onun ne farzını ve ne de nafilesini kabul eder.”        
“Babasından başkasını babamdır diye iddia eden kimse yoktur ki küfre girmesin.”
Peygamber Efendimiz bu hadis-i şerifler ile böyle yapan kimsenin bizzat babasının nesebini ret etmesi sonucunda bu hükme dâhil olacağını bildirmektedir.
Şayet bu kimsenin nesebi dedesiyle veya onu evlat edinen kimseyle şöhret bulmuşsa (tanınmışsa) ve babasını inkâr etmemişse, şöhretinden dolayı o kimseye kendisini nispet ederse bu tehdide muhatap olmaz.              
Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan İslam ilmihalinde nesep şu şekilde tarif edilmektedir; Geniş anlamda nesep, bir kimsenin geldiği soy ile ilişkisini, kan ve hısımlık bağını ifade eder. Dar anlamda nesep ise, çocuğun ana babasıyla hısımlık ilişkisidir. Sahih (geçerli) bir evlilikte doğan çocuğun nesebi kocaya bağlanır.   
İslam hukukunda soyun (nesep) korunması, önemi ve kuralları da şu şekilde açıklanır.                                                                                                                 
Kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte hukuki bir takım sonuçlar doğuran bir evlatlık kabul edilmemiştir. Evlat edinenle evlatlık arasında bu ilişki sebebiyle bir mahremiyet doğmaz. Aynı şekilde evlat edilenin ASLİ NESEBİNİN zayi edilmesi ve evlat edinenle evlatlık arasında tek veya çift taraflı bir MİRASÇILIK ilişkisi yoktur.
İki yaştan küçük çocukların –neseplerinin korunması anne ve babalarıyla irtibatlarının sağlanması kaydıyla- evlatlık edinilip emzirilmesi ve böylece süt mahremiyetinin ortadan kaldırılması gerekir.           
Görüldüğü gibi her ne sebeple olursa olsun çocuğun nesebi göz ardı edilemez ve çocuk babanın nesebini başka bir deyişle soy ismini taşır.  
Osmanlıdaki uygulamada bu şekildeydi. Evlatlık alınan çocukların masrafları istenirse bir belge ile belirlenir ve baba ortaya çıktığında veya maddi durumu düzeldiğinde masraflar babadan alınabilirdi.      
Cumhuriyet döneminde soyadı kanunu ile bu durum resmileştirilmiş oldu.    
Ayetler ve hadisler ışığında yapılan açıklamalar çocuğun nesebinin babaya bağlanacağını göstermektedir. Eğer bir anne çok önemli bir geçerli sebebi (can korkusu gibi) yoksa keyfi olarak çocuğuna kendi kızlık soy ismini veremez.     
Yukarıda yapılan açıklamalara göre ailenin korunması, aile içi huzur ve refahın sağlanması için çocuk ve anne arasındaki bağın kuvvetlendirilmesi hepsinin aynı soy ismini almalarıyla mümkündür. Sonuçta aile kurumunu tahrip eden hatta yıkan düzenlemelerin dini yönden tasvip edilmesi mümkün değildir. Bu tarz uygulamalar çocuğun ve diğer aile bireylerinin psikolojilerinin bozulmasına, aile kurumunun çıkmaza girmesine ve özellikle çocukta tamir edilemez yaralar açılmasına sebep olur. Çocuğun anne veya baba yanında kendini yabancı hissetmemesini sağlamak için aile fertlerinin aynı soy ismini taşımaları gerekmektedir.
Nesillerin geçmişlerini daha iyi tanıyabilmeleri için soy ağacı kütükleri sağlam tutulmalı, bu bakımdan ailede herkes aynı soy ismini taşımalıdır.     
Dünya kurulduğundan bu yana birtakım istisnalar dışında çocuk babanın soy ismini taşımıştır.       
Bu istisnalardan bir tanesi Hz. İsa’nın annesinin ismiyle anılmasıdır.
Peygamber Efendimiz’in soyu kızı Fatıma’dan devam etmesine rağmen çocuklar babaları Hz. Ali’nin ismiyle anılırlar. Hüseyin bin Ali (Ali’nin oğlu Hüseyin) gibi.
****
KADIN VE ÇOCUĞUN SOYADININ PSİKOLOJİK AÇIDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
                                                                                                         
                                                  Psk. Burcu TOLUÇ                                                                                  
Ülkemizde geçmişte ve günümüzde aile erkeğin soyadını taşımıştır. Şimdiye kadar bu konuda herhangi bir sorunda çıkmamıştır. Ancak son yıllarda gelişen bir takım akımlar bu durumun kadının özgürlüğünü engellediği veya kısıtladığını ileri sürerek konuyu gündeme taşımaktadırlar. Ancak soyadı konusu sadece hukuki bir konu olmayıp olayın çok ciddi sosyolojik ve psikolojik yönleri de bulunmaktadır. Mevcut gelişmeler ışığında burada konunun psikolojik yönüne değinilecektir.     

Boşanmış Kadının Velayeti Kendisinde Olan Çocuklara Kendi Soyadını Vermesi

Ülkemizde özellikle son yıllarda boşanma oranlarında artış gözlenmektedir. Ailenin kurulması ve sürmesi için özveride bulunulması Türk toplum yapısının temel reflekslerinden birisidir. Türk toplum yapısının diğer bir özelliği, ataerkil yapıya dayanmasıdır. Ataerkil yapıda soy baba/erkek çizgisini takip ederken ana soyluluk da bunun tersi bir durum vardır. Çocukların babanın soyadını alması, çocuğun babanın soyunu takip etmesini ifade eder.
Boşanmış kadının velayeti kendisinde olan çocuklarına kendi soyadını vermek istemesi, ataerkil yapıdan matriarkal (ana soylu) yapıya geçmeyi ifade etmekte olup, toplumun aile yapısının genleriyle oynanan bir süreci ihtiva etmektedir. Yargıtay annenin bu yöndeki talebini haksız bularak yerel mahkemenin kararını bozmuştur. Yargıtay'ın gerekçeli kararı dikkat çekicidir. Gerekçeli kararda, ‘baba’ soyadının, ‘aile’ soyadı olduğu ve değiştirilmemesi gerektiği ve doğumdan önceki boşanmalarda çocuğun annenin soyadını kullanabileceği belirtilmiştir. Ayrıca “Böyle bir uygulamanın nüfus kütüklerindeki kaydın güvenilirliği ve istikrarı zedeleyeceği gibi asıl bu gibi uygulamalar çocuğun ruh hali üzerinde çok derin ve etkili travma yaratacaktır.”ifadesi ile durumun ciddiyeti ve önemine vurgu yapılmıştır.
  Boşanma durumunda çocuğun annenin soyadını alması, sadece çocuğun değil; aile, kadın, erkek ve toplum ruh hali üzerinde de derin izler bırakacaktır. Her ne kadar birtakım medya organları kadının özgürlüğü adına bunun demokratikleşmeye katkı sağlayacağını ileri sürseler de, erkeğin soyadının ailede çatı teşkil ettiği, bunun toplumu bağlayıcı bir etkisi bulunduğu, erkeğin kadına kadının erkeğe tamamlayıcı olduğu, eşler boşanmış olsalar dahi çocukların  psikolojik açıdan babaya duydukları bir özsaygının var olduğu inkâr edilemeyecek bir gerçektir. Toplumu yönlendirmede araç olan yayın organlarının, verilen birtakım mahkeme kararlarının kadın için zafer olduğu manşetlerini atması toplumu yanlış yönlendirmektedir.
Ayrıca, boşandıktan sonra kadının velayeti altında olan çocuklarına soyadını vermesi, tekrar evlendiğinde aynı şekilde diğer çocuklarına soyadını vermesi çocuklar açısından daha vahim bir tablo sergileyecektir. 

Evli Durumdayken Kadının Sadece Kendi Soyadını Kullanabilmesi

Evlilik içerisinde kadının sadece kendi soyadını kullanabilmesi, evlilik kurumunu zedeleyici bir işlev ifa etmektedir. Milli ve manevi değerleri kendi bünyesinde barındıran Türk aile yapısını, mevzuat açısından hukuki bir zeminde tesis edilerek, tamamıyla Avrupa aile yapısına entegre etme çalışmaları aile kurumunun dağılmasına neden olmaktadır. Kadının sadece kendi soyadını kullanmak istemesi formel bir değişiklikten çok öte bir anlam ifade etmektedir. Psikolojik ve hatta sosyolojik bağlamda; kadının toplumdaki yeri, erkeğin psikolojik olarak aile yapısının bekçisi olmaması, soy bağının babayı takip etmemesinin çocukların hayat boyu bunun travmasını yaşama riski gibi faktörlerin düşünülmesi gerekmektedir.  Zira toplumun dirlik ve düzeni için, birlik ve beraberliğin gücünü koruması, en ufak bir zedelenmeye yer verilmemesi, aile kurumunun hayati önemi göz önünde bulundurulmalıdır.
Aile kurumunun yıkımlara uğramasındaki nedenlere bakıldığında ve hatta psikolojik danışmanlık merkezlerinde yapılan çalışmalarda birbirleri ile kuvvetli bağ kurmuş kişilerin problemlerden de öte çetin meselelerin bile daha kolay üstesinden gelebildikleri görülmektedir. Buna karşılık boşanma vakalarının artış gösterdiği dönemlerde, psikolojik olarak yakın bağları yeterince kuvvetli olmayan kişilerin özgürlük adı altında kopukluk içerisinde sadece aynı evi paylaştığı gözlemlenmektedir. Zihinsel ve ruhsal anlamda kendisini bağımsız hissettiğini söyleyen bireylerin basit ailevi problemleri bile aşamadıklarını aksine boşanma kararı ile psikolojik destek aldıklarını söylemek mümkündür.
Milletimizin en özel bir yönü de birbirlerine, ailelerine olan duygusal bağın yakın çerçevede olmasıdır. Bu konuda en ufak bir zedelenmeye dahi yer verilmeyerek bu bağların güçlenmesi birlik ve beraberliğimizi kuvvetlendirecektir. Aile kurumunda babanın soyadı bir nevi çatı anlamında psikolojik olarak koruma, gözetme teşkil etmektedir. Kadının psikolojik anlamda farklı ruh yapısı ve naif, nazik yaratılışı göz önünde bulundurulursa bu durum kadının özgürlüğünün elinden alınması değil, aksine eline destek veren bir el anlamını taşımaktadır.
***
GENEL DEĞERLENDİRME
Ülkemiz bir süredir maalesef nesep karışıklıklarına yol açacak tehlikeli bir sürece girmiştir. Sperm bankaları, anne sütü bankalarından sonra kadının ve çocuğun soyadı ile ilgili bir takım değişiklikler gündeme getirilmiştir.
Anayasa Mahkemesinin ilgili hükümleri iptal etmesi ile kadının evlenmeden önceki soyadını evlilik içerisinde tek başına kullanmasının ve kadının boşandığında velayeti kendisine verilen çocuklara kendi soyadını verebilmesinin yolu açılmıştır. Anayasa Mahkemesinin müstakar içtihatlarından dönerek bu yönde karar vermesinin dayanağı AHİM kararlarıdır. Gerçekte AHİM kararlarının hiçbir bağlayıcılığı yoktur ve sadece tazminat yükümlülüğü doğurabilir.
Bu uygulamalar “aile toplumun temelidir” anlayışına tamamen zıttır. Anayasa Mahkemesi bu kararı ile Anayasadaki toplumu ayakta tutan en temel ilkelerinden birisini yok saymaktadır. Bu tür uygulamalar aile bireyleri arasındaki birlik ve beraberliği zedeleyecek, biz duygusunu, aidiyet hissini yok edecektir. Daha evlenmeden boşanmayı düşünen yeni nesil üzerinde yıkıcı etkisi olacak, aile birliği kurulurken boşanma sürecine de girecektir. Bu yaklaşım boşanma oranlarının hızla arttığı ülkemizde bu oranların artan bir ivme kazanmasından başka bir sonuç vermeyecektir.
Ayrıca nesep yönünden belirsizliklerin, karışıklıkların kapısı da sonuna kadar açılacaktır.
·      Çocuklara kimin soyadı verilecektir?
·      Birden fazla çocuk olur ise çocukların soyadı ne olacaktır?
·      Boşanma durumunda kadının soyadını alan çocuk babasının soyadını taşıyamazken annesinin babası olan kişinin, dedesinin soyadını taşıyacaktır! Çocuk adına hayati önemi haiz böylesi bir konuda kadının tek başına karar alması ne kadar adildir?
·      Anne yanında ve ona muhtaç olan çocuktan bu durumu idrak edip karşı çıkması beklenebilir mi?
·      Birden fazla çocuk olduğunda bir kısmının velayeti annede bir kısmının velayeti babada kalmış ise ne olacaktır?  Kardeşler farklı soyadı mı taşıyacaklardır?
·      Kadın velayeti kendisinde bulunan çocuğa kendi soyadını verdikten sonra evlenir ve yeni eşinin soyadını alır ise çocuk hem annenin hem de babanın soyadını taşımayacak, dedenin soyadını taşımaya mahkûm mu edilecektir?
Bu konuda benzer sorular çoğaltılabilir.
Mevzuatta zaten evlenen kadına evlenmeden önceki soyadını da taşıyabilme imkânı verilmektedir. Kadının iyiniyetli, kendi babasının soyadını taşıma talebi bu şekilde karşılanmaktadır. Ortada hukukla veya insan hakları ile ilgili bir sıkıntı yoktur. Burada mesele başkadır. Ortada feminizmden hatta erkek düşmanlığından da öte evliliğe ve aile kurumuna açıkça cephe alan bir zihniyet vardır.
Karar organları günübirlik moda akımlara, medya yönlendirmelerine göre hareket etmemelidir. Toplumun yapısına uygun uzun vadeli politikalar ile hareket edilmelidir. Mahkeme kararları, yargı içtihatları toplumun vicdanını kanatarak, denizde bir damla kadar bile olmayan bir kısım marjinal unsurları tatmin etmek veya susturmak adına verilmemelidir. Yüzyıllarca dimdik ayakta duran milletimizin bu gücü inancına uygun aile birliğinden ve aile fertlerinin birbirlerine duyduğu güvenden gelmektedir. İnancımızı, tarihimizi, kültürümüzü, medeniyetimizi küçümseyip yok sayarak, aile kurumunun yok olduğu Batıyı taklit etmek maalesef sonu yok oluşa giden büyük bir gaflettir.
Toplumsal hayatın devamı ve gelişimi için bir takım kurallara uyulması zorunludur. Evrende zerreden kürreye, tek bir atomdan devasa galaksilere, tek hücreden en büyük en gelişmiş canlılara kadar belli kurallar çerçevesinde işleyen bir nizam vardır. Tek bir atomun hatta atom içerisindeki tek bir yapının yine tek bir hücrenin hatta hücre içerisindeki tek bir yapının bile bu kuralların dışına çıkması nasıl bir felakete sebep olabiliyorsa toplum nizamı da böyledir. Toplum menfaati bireysel menfaatlerden önce gelir. Bu birey özgürlüklerinin yok edilmesi değil aksine gelişmesi için zaruridir, çünkü bireyin varlığı toplumun varlığı ile mümkün olabilir.
Nizam ile intizam olur. İntizam olan yerde özgürlük olur. Evlilik içerisinde kocanın soyadının kadının ve çocuğun soyadı olarak kullanılmaya devam etmesi ailenin nizamı, toplumun nizamı dolayısı ile devletin nizamı için zaruridir. 

7 Temmuz 2015 Salı

Magna Carta hakkında bir makale, Erdal AKALIN & Mehmet Ali SULUTAŞ

Magna Carta’yı Anımsayan Var mı?!.

12 Haziran 1215 tarihinde bir şeyler olmuş İngiltere’de.   Kral John’a karşı, Papa III. İnnocent ve baronlar ayaklanmışlar.  Sonunda da bir anlaşmaya varılmış, Magna Carta denen. 
Magna Carta Liberatum (Büyük Özgürlük Fermanı) diye adlandırılan bu anlaşma ile İngiliz Kralı ve din büyükleri ile baronlar arasında bir sözleşme imzalanmış.  Ki, bunu İngiliz Halkı ile Kral arasında (Yurtsuz John) hak ve hukuk konusunda oluşan bir sözleşme olarak kabul etmek gerekir. Ülkelerin anayasalara bağlı olarak yönetilmesi konusunda da bir ilk olmak gibi tarihsel değeri vardır.
Magna Carta, ülke yönetimi için toplum güçleri arasında bir denge oluşturmuş metindir.  O güne kadar sonsuz sayılan Kral yetkileri, din adamları, baronlar ve kısmen de halk adına sınırlanmıştır.
Manga Carta, toplam 63 maddelik bir sözleşmedir.  Zaman zaman yürürlüğü sekteye uğramış ve 44 kez tahta çıkan krallara yeniden onaylatılmıştır.
Magna Carta’nın birçok maddesi önemli olmakla birlikte, Özellikle üç konu öne çıkar;
- Yürürlükteki yasaların uygulaması olmadan kişilerin tevkif, hapis, malının elinden alınması söz konusu olamaz.
- Adalet satılamaz, geciktirilemez ve hiçbir vatandaş ondan yoksun tutulamaz.
- Yasalar dışında hiçbir vergi, kilise adamları ve baronlardan oluşan kurula danışılmadan alınamaz.
Uluslararası hukuk adına ise örnek sayılan öz maddesi 39. Madde hükmüdür;
“Özgür hiç kimse, kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya herhangi bir nedenle zarara uğratılmayacaktır”.
Magna Carta, bu örnek hukuki değeri nedeni ile insan hakları adına emsal bir metin kabul edilmiştir. 
Örneğin; 1776 yılında kabul edilen A.B.D. Anayasası ve Haklar Beyannamesi ile Maryland Kanunları içeriğinde, Magna Carta’nın 39. Maddesi orijinal hali ile kullanılmış ve geçerli kılınmıştır.
Geriye dönüp bir bakarsak, Magna Carta, Osmanlı Devleti içinde ışık olmuştur denebilir.
Mesela; 1808 yılında II. Mahmut ile Alemdar Mustafa Paşa tarafından imzalanan Sened-i İttifak,bir Magna Carta rüzgârı olsa gerektir.
Keza, 1839 tarihli olan anlaşma ki, Tanzimat Fermanı olarak biliriz, Sultan Abdülmecid ile Mustafa Reşit Paşa tarafından hazırlanmış bir Magna Carta esintisidir.
Hatta 1876 yılında Mithat Paşa tarafından hazırlanan ve II. Abdülhamit tarafından onaylanan Kanun-i Esasi, biraz da Magna Carta esprisi taşımaktadır.
***
Sonunda da neler geldi geçti ülkemiz gündeminden, hatta deve kervanları geçti elekten demeliyiz ki, 2007 yılından itibaren ülke hukukuna bir şeyler oluverdi.  Balyoz, Ergenekon derken, yürürlükteki hukuk kuralları unutulduğu gibi, evrensel hukuka maya sayılan ve Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi’ne temel olan Magna Carta’nın esamisi bile anılmaz ve anımsanmaz oluverdi.
Acaba birileri Ankara’ya, Magna Carta Liberatum diye tarihsel bir olgu vardır, lütfen anımsayınız diye bağırmalı mıdır?!.
***  
Adalet söz konusu olunca da, Langston Hughes bakın neler söylüyor (Sevgili Dost Mehmet Ali Sulutaş’ın tercümesi ve uyarlaması ile);
“ Şu adalet kör bir tanrıça,
   Ki onu biz siyahlar ezbere biliriz,
   Mikrop kapmış yarasını örtmekte sargısı,
   Ki o yara, belki bir zamanlar gören gözler idiler!”                                                                   Erdal Akalın (05.07.2015)

4 Temmuz 2015 Cumartesi

NİÇİN ELİMİZ KOLUMUZ BAĞLI, Nevzat Laleli (HAY-DER Genel Başkanı)

NİÇİN ELİMİZ KOLUMUZ BAĞLI
Nevzat Laleli
 (Nereye gidiyoruz yazı serisi)                 
             Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Basın ve Halkla ilişkiler Müşavirliği, benim yazdığım “Silahsız yok ediliyoruz” başlıklı yazımın, 27.06.2105 tarihinde e-mail adresime gönderdiği bir yazıları ile “yanlış olduğunu” ifade etmişler.
            Önce bu konuda, hassas olması gereken ilgili Genel Müdürlüğün değil de daha çok Bakanın ve Bakanlığın protokol işleriyle ilgili Müşavirliğin yazıma cevap vermesi beni hayrete düşürmüştür. Çünkü bu konunun bir teknik tarafı vardır, bir tıbbi boyutu, bir ticari boyutu ve bir de siyasi boyutu bulunmaktadır. Bu müşavirlik ise görevi ve konumu itibariyle bu konulardan tamamen uzaktır. Konuyu sadece yazım üzerinden ele almışlar, tohum ithal ve ihracatıyla bir iki rakam vermişler ve kendi açıları ile yalanlama yoluna gitmişlerdir.
            İkincisi, benim yazım söz konusu kanunun uygulanmasını tenkitten önce bu kanunu çıkartan siyasi erkin, yanlış yaptığını belirterek, kanunun uygulaması sonuncunda bu millet yediği gıdaların özelliklerini taşıyarak ve kendisinin de kısırlaşacağını ifade etmiş ve bu kanununu mutlaka iptal edilmesi gerektiğini vurgulamıştım.
Nitekim yazarı olduğum, 8.Kasım.2014 tarihli Konya Merhaba Gazetesi “Kısırlaşıyoruz” manşetiyle 1. sayfadan verdiği resimli haberde, “Kısırlık oranımız % 15’ çıktı” diyerek kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışmaktaydı. Ayrıca GDO’lu tohumlarla üretilen gıdalarla beslenenlerin kansere yakalanma riskini artırdığını bu sebeple ülkemizde kanser oranının gittikçe yükselme olduğu bunun delilidir, demiştim.
GIDA OTORİTELERİ NE SÖYLÜYOR
Nitekim Dünya'nın en ünlü üniversitesi olan Harvard Üniversitesi Genetik Bölümü Başkanı olan ve 9. Danone Uluslararası Beslenme Ödülü'nü kazanması nedeniyle Sabri Ülker Gıda Araştırmaları Vakfı'nın (SÜGAV) beslenme zirvesine katılmak için Türkiye'ye gelen  Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil bu konularda şu önemli uyarıları yapmıştır.
Hotamışlıgil, "Günümüzde beslenme konusu, en fazla bilgi kirliliğinin olduğu alandır" dedikten sonra “şu 4 hastalık savaştan bile beterdir ve insanlığı yok etmektedir” açıklamasını yapmış ve “bu hastalıkların Kalp, kanser, diyabet, obezite ve solunum hastalıkları olduğunu” söylemiştir.
“İnsanların beslenmelerinde kullandığı, 45 günlük tavuklarla, arı'sız ballarla, fruktoz ve Mısır şurubuyla, Marshall Yardımı(!)yla, süt tozuyla, beyaz unla, beyaz şeker ve tek mineralli Tuzla, bitkisel yağ(!)larla, hibrit, dölsüz tohumlarla, asitli içeceklerle, sanayiye kurban edilmiş gıdalarla, bozulmuş toprağın ürünleriyle, bulutların ve toprağın kimyasallara öldürülmesiyle, atom ve kimyasal savaşlarla dünyanın en az yarısının canına kastedildiğini bilmeyen var mı...” demiştir.
Gönül isterdi ki Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, elindeki yüzlerce Ziraat Mühendisi, Gıda Mühendisi ve binlerce teknik personeliyle, bütün Türkiye’yi bir ağ gibi saran teşkilatıyla, 150’yi bulan Üniversitelerimizle, bunların Ziraat Fakülteleriyle, buralarda yüksek maaşlarla çalıştırdığımız Profesörler, Doçentler, Doktor ve Mühendislerle GDO’lu tohumlarla üretilen hububat, bakliyat ve sebzelerin, ziraatçı gözüyle ve tıbben araştırmalarını yapsınlar, günü birlik kararlarla milletimizin başına dertler açan siyasilerimizi de yönlendirsinler. Fakat, heyhat…
BAKANLIK YAZISINI İRDELEYELİM
İlgili Bakanlık yazısında; “köşe yazınızda gerçek olmayan yorum ve bilgilere yer verilmiştir. Kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi için Bakanlığımızca aşağıdaki bilgi notunun tarafınıza iletilmesi ihtiyaç olmuştur” denilmektedir.
            “Köşe yazınızda “2006 yılında çıkartılan 5553 sayılı yasayla, ülkemizde tohumculuk üretimi yasaklanmış, üretim yapanlara ağır cezalar getirilmişti. Böylece ülkemiz yiyeceği bütün hububat, bakliyat ve sebzelerde artık ithal tohum kullanmaya mecbur olduk.”şeklinde kamuoyunu yanıltıcı, maksadını aşan yorumlar yapılmıştır” denmektedir.
            Yazımda kanun numarasını belirtmiş bu kanunun 2006 yılında çıkarıldığını yazmışım. Lütfen okuyucularım, internetten “5553 sayılı tohumculuk kanunu”nu arasınlar ve incelesinler. Göreceklerdir ki bu kanun belirttim tarih ve sayıda yürürlüğü girmiştir.
            Aynı kanunun 12 maddesinin a, b, c, d ve f fıkraları; “Eğer şu sayacağımız şeyleri yapmazsınız, diyerek başlamakta ve sonra verilecek cezaları açıklamaktadır.
“Satanlar, dağıtanlar, satışa ve dağıtıma arz edenler veya şahsî ihtiyacından fazlasını ticarete konu olacak kadar elinde bulunduranlara on bin Yeni Türk Lirası idarî para cezası verilir. Fiilin tekrarı halinde beş yıl süreyle faaliyetten men edilir. Bu tohumluklara Bakanlık tarafından el konulur ve bu tohumlukların müsaderesine sulh ceza mahkemesince karar verilir. Müsadere edilen tohumlukların imha edilmesine karar verildiği takdirde, imha işlemi masrafları bu fiilleri işleyenlere ait olmak üzere, Bakanlık tarafından gerçekleştirilir.
             Bakanlıktan yetki almadan tohumluk yetiştiren, işleyen, satışa hazırlayan, dağıtan veya satan kişi veya kuruluşlara, on bin yeni Türk Lirası idarî para cezası verilir. Fiilin tekrarı halinde para cezası iki kat olarak uygulanır. Bu tohumluklara Bakanlık tarafından el konulur ve bu tohumlukların müsaderesine sulh ceza mahkemesince karar verilir. Müsadere edilen tohumlukların imha edilmesine karar verildiği takdirde, imha işlemi masrafları bu fiilleri işleyenlere ait olmak üzere, Bakanlık tarafından gerçekleştirilir.”
            Buyurun bakalım, cezaları…
Görülüyor ki bu kanuna dayalı olarak çıkartılan genelgeyle de çiftçilerimize önüne kaldıramayacağı ağır yükler getirilmiş, bu şartları yerine getirmeyen veya getiremeyenlerin tohumlarının tescil edilmeyeceği ve sertifika verilmeyeceği bildirilmiştir. Bu şartları yerine getirebilenler, ancak çok uluslu tohum şirketler olmakta ve sertifikayı onlar almakta ve dolayısıyla tohumculuk piyasasına da onlar hâkim olmaktadırlar.
(Bakanlık bilgilendirme yazısına cevaplarım devam edecektir)