28 Aralık 2016 Çarşamba

BİR İTİRAF DA ONDAN GELDİ & Müyesser Yıldız

BİR İTİRAF DA ONDAN GELDİ
Müyesser Yıldız
Türkiye-Barzani ilişkileri ve Peşmergenin Kasım 2015'te “fethettiği” Sincar(Şengal)'ın bugün PKK'nın eline geçmesi, burasının ikinci bir Kandil olması endişesi, hem AKP dönemi dış politikamız, hem de nasıl aldatıldığımız konusunda derslerle dolu.
Bir vakitler Erdoğan'ın, “Türkiye olarak bizim muhatabımız Barzani olamaz ki... Türkiye olarak bizim muhatabımız Irak'ın merkezi yönetimidir... Kaldı ki, Barzani'nin şunu çok açık net ortaya koyması lazım; Terör örgütüyle ilgili olarak terör örgütüne o bölgede yataklık yapar durumdalar. Olay budur. Uluslararası hukuk noktasında ne anlama geldiği de bellidir” dediği Barzani, bugün Türkiye'nin neredeyse tek müttefiki... Hatta PKK'yla mücadelede yegâne umudu!..
Yine bir vakitler AKP'nin önemli isimlerinden Cemil Çiçek'in, “Dünün postal yalayıcısı” dediği Barzani bugün artık bir “Sayın”!..
Konumuz; “Barzani'nin egemenlik alanında” olduğu söylenen Sincar'da ikinci bir Kandil doğması.
Terör ve bölücülüğün karargâhı birinci Kandil'i anlatmaya gerek yok. Orası da “Barzani'nin egemenlik alanında” ve on yıllardır bölücü teröristleri buradan çıkartmak için parmağını dahi oynatmadı.
2015 Kasım'ından beri ise gözümüzün önünde ikinci Kandil'i kuruyorlar.
“Irak Kürdistan Bölgesi Başbakanı Neçirvan Barzani” birkaç gün önce Duhok Amerikan Üniversitesi'nde düzenlenen “Bağımsızlık Sonrası Kürdistan” (Konu başlığına lütfen dikkat. Bağımsızlık, yani 'Kürdistan” işi hallolmuş, 'sonrasını' konuşuyorlar) konferansında, PKK'nın Sincar bölgesinden çıkması gerektiğini belirtirken şunları söyledi:
“PKK'nın Sincar'daki varlığı bölgede istikrarsızlığa sebep oluyor. Sincar'ın yeniden inşa edilememesinin sebeplerinden biri de PKK'nın oradaki varlığıdır. PKK'nın şunu anlaması lazım; halkın yararı için bölgeden çıkması gerekiyor.”
PKK'ya “rica”da bulundu yani. Ancak, “Eğer PKK Sincar'da kalma ısrarına devam ederse güç kullanırız imasında mı bulunuyorsunuz?” diye sorulunca, “evet” karşılığını verip, “ricasını” şöyle sürdürdü:
“Sincar'ın nasıl yönetileceğine, Sincar halkı karar vermeli. Bu yüzden Sincar'a müdahale eden güçler orada kalmamalı. Bize göre PKK'nın Sincar'da kalmasına gerek yok. Bölgeden çıkmalıdırlar.”
Saraylarda ve en üst düzeyde ağırladığımız bu şahsın, “Sincar'a müdahale eden güçler” ifadesine de dikkat. Yani PKK terörist, terör örgütü değil, “güç”müş!..
Barzani'nin bu sözleri Ankara'yı memnun etti. Başbakan Yardımcısı Veysi Kaynak'tan şu açıklama geldi: “Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımız çeşitli defalar ilân ettiler, MGK'nın çeşitli toplantılarının sonuç bildirisinde bunları açıkladılar; Şengal'de yeni bir Kandil oluşumuna asla müsaade etmeyiz. Bu ülkemize yeni bir mikrop yuvası kapısı açmak demektir. Ülkemize yeni bir mikrop sirayet edecek bir merkezin oluşmasına Türkiye Cumhuriyeti hükümeti asla müsaade etmez. Tabii Barzani kendi egemenlik sınırları içerisinde olduğu için kendi görevini yapıyor. Sayın Barzani'nin başarılı bir netice alması en büyük dileğimiz, ama olmadığı takdirde bunun gereğini Türkiye TSK marifetiyle yerine getirecektir.”
ABD izin vermediği için birinci Kandil'e hava operasyonu dışında müdahale edemezken, ikinci Kandil'e müdahale edeceğiz!.. Hani Musul'da da hem masada, hem sahada olacaktık?!.. Neyse ki, umudumuz “Sayın Barzani”!..
CUMHURBAŞKANLIĞI BAŞDANIŞMANI DA DAVUTOĞLU'NUN ALDATTIĞINI İTİRAF ETTİ 
Normal bir ülkenin 1 yılda yaşayamayacağı şeyleri 1 günde yaşıyoruz. Şoklardayız. Üstüne unutkanlığımızı ekleyince, Sincar'da neler olduğunu yeniden hatırlamak gerekiyor.
Sincar IŞİD'in eline geçmişti... Yıllardır, “Kandil'i temizlemek için yeterli gücümüz yok” diyen Barzani, IŞİD'le mücadele için 50 bin kişilik güç oluşturdu.
2015 Kasım'ının ilk haftasıydı; burası IŞİD'den kurtarıldı.
Medyamız bu gelişmeyi, “Peşmerge güçlerinin başarılı askeri harekâtı” diye aktardı ve peşmergeleri Türk Özel Kuvvetleri'nin eğittiğini vurguladı.
Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu da Barzani'yi arayıp, kutladı. Davutoğlu'nun, “Sözkonusu operasyondaki başarının münhasıran peşmerge güçlerine ait olduğunun herkesçe bilinmesi gerekir” dediği açıklandı.
Oysa Ankara görmezden, bilmezden gelse ve Barzani cenahı reddediyor görünse de o operasyonda PKK'nın oluşturduğu Şengal Savunma Güçleri (YPŞ) de yer almıştı... Nitekim o günlerde Peşmerge Güçleri Dicle Batı ve Doğu Cephesi Sorumlusu Zaim Ali'nin, “Başkan Barzani söz verdi. Hayatta olduğu sürece kardeş kavgasının olmasına müsaade etmeyeceğini söyledi. Bu yüzden biz asla PKK ile savaşmayı aklımızdan geçirmiyoruz” sözleri herşeyi açıklıyordu.
ABD cenahında da, “PYD-PKK’nın, Barzani’ye bağlı peşmergelerle birlikte Ezidi kenti Sincar’ı IŞİD’den geri alması” büyük bir övgüyle anlatılıyor ve bu, “Batı için Kobani’den sonra IŞİD’e karşı ikinci büyük başarı” olarak nitelendiriliyordu.
İktidar ve medyamız, Sincar'ın PKK'nın elinde olduğunu ve burada ikinci bir Kandil yaratıldığını, yani 2015'te “aldatıldığımızı” ne zaman anladı veya itiraf etti; Bu sene!..
Bugün bu konuda bir itiraf da geçmişte Barzani'nin danışmanlığını yapan, şimdi Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı olan İlnur Çevik'ten geldi. Yeni Birlik Gazetesi'ndeki köşesinde, “Barzani de Artık PKK'dan Yıldı” başlıklı bir yazı kaleme alan Çevik, “Barzani'nin, PKK'nın silah zoruyla Kandil'den temizlenemeyeceğini anlayıp, siyasi çözüm, hatta arabuluculuk teklifinde bulunduğunu, ama ne zaman PKK’nın kendilerine de doğrudan tehdit olduğunu anlayınca işler değiştiğini” belirtip, Neçirvan Barzani'nin son açıklamalarına atıfla şunları anlattı:
“DEAŞ, Sincar’ı ele geçirince, PKK Ezidileri kurtarma bahanesi ile hem Suriye’den hem de Kandil’den güçlerini Sincar’a kaydırıp, orayı Peşmergelerle birlikte kurtardıktan sonra oraya da çöreklendi. Peşmergeleri oradan sürdü ve Barzani’yi güneyden, doğudan ve batıdan kuşatmaya başladı… Sonunda Barzani de bizim sözümüze geliyor. Yani Türkiye artık Sincar’da PKK’ya ağır darbeler vurabilir ve bilhassa Barzani, 'ne yapıyorsunuz?' demez, hatta yardım eder.”
Acaba?.. Barzani'nin, “Hayatta olduğum sürece kardeş kavgasına izin vermeyeceğim” sözü bir yana, ABD'nin, “Durun, siz kardeşsiniz” diyeceği belli değil mi?
Barzani Ailesi'nin, “Kürdistan'ın bağımsızlık” işi tamamlanana kadar Türkiye'yi oyaladığı, “PKK'ya karşıymış” gibi yaparak sadece milletimizi uyutmaya çalıştığı o kadar ortada ki!..
Erdoğan geçen yılın başında kelimesi kelimesine şunları söylemişti:
“Biz yeni bir Irak olsun istemiyoruz. Nedir bu? Kuzey Irak... Şimdi de Kuzey Suriye doğsun! Bunu kabullenmemiz mümkün değil. Burada Türkiye olarak üzerimizdeki yükün ağır olduğunun bilincindeyim, biz buradaki duruşumuzu korumak zorundayız. Aksi takdirde Kuzey Irak’tan sonra burada da bir Kuzey Suriye... Bu oluşumlar gelecekte büyük sıkıntılara yol açacaktır.”
İki gün önce İstanbul'daki bir açılışta ise, “Biz, Kuzey Suriye'de yeniden bir devlet kurulmasına müsaade etmeyeceğiz, bu böyle biline” dedi.
“Kuzey Irak'la ilgili duruşumuza” ne oldu?.. “Barzanistan oluşumu, hatta bağımsızlığı büyük sıkıntılara yol açmayacak” mı yani?
Bir de; MHP'nin muhalif isimlerinden Meral Akşener, ikidir İmralı ile görüşmelerin sürdüğünü iddia ediyor. Niye kimse çıkıp da yalanlamıyor?!.
Eğer doğruysa, Barzani bu görüşmelerin neresinde?..
Ve Sincar'a karşılık, Suriye'nin kuzeyinde PKK-PYD için yeni bir yerlerin denklemi mi kuruluyor?.. 
***
ENSEMİZDEKİ ASIL TEHLİKEYİ DE GÖRMELİYİZ…
NECDET BULUZ
Şimdilerde Dolar ile yatıp, Dolar ile kalkıyoruz. Dolar’ın ekonomimize nasıl bir etki yapacağı tartışmaları da sürüyor. İç ve dış siyasi belirsizliğin Doları zıplattığını söyleyen ekonomistler de var. Bizi yönetenler, Dolardaki yükselişin suni olduğunu, FETÖ terör örgütünün Türkiye üzerinde ekonomide oyun oynadığını söylüyorlar. Bu yaşananların da gelip geçici olduğuna vurgu yapıyorlar.
Hiç kuşkusuz bizim için sadece önemli olan Dolar ve ekonomik göstergeler olmamalıdır. Etrafımızdaki tehlikeyi de görmeliyiz. Özellikle Suriye ve Irak’taki yapılaşma ve gelecekte bölgedeki haritalardaki değişikliklerin bizi nasıl etkileyeceğinin de hesaplarını şimdiden yapmak durumundayız.
Sanki bizi Dolar ile baş başa bırakıp, bütün dikkatlerimizi buraya toplayıp, sınırlarımız dışında bizi daha da sıkıntıya sokacak adımların rahat atılmasının yolları aranıyor gibi geliyor. Özellikle Suriye’deki gelişmelere bakacak olursak durumu daha iyi anlamış olacağız.
Ensemizde çok büyük bir tehlike var. O tehlikenin adı Suriye’deki PYD/YPG güçleridir. Bu güçlerin içine sızan ve birlikte hareket eden terör örgütü PKK’nın durumudur.
Amerikalı yetkililer PYD/YPG güçleri için daha önce ne demişlerdi?
“Bu güçleri silahlandırıyoruz. Bizim kara gücümüz gibi hareket ediyor. En büyük düşman IŞİD’dır. IŞİD ile mücadelede büyük başarı gösteren PYD/YPG güçlerine bundan sonra da desteğimiz sürecektir. Silahlandırmaya da devam edeceğiz.”
Amerika’nın yeni Başkanı Trump’un dış politika danışmanları da bu görüşleri destekliyor. Yeni Başkanın ekibinden Mary Beth Long da son yaptığı açıklamada PYD güçlerine desteği sürdüreceklerinin mesajını verdi. Trump’da göreve başlamadı ama konu hakkında PYD/YPG konusundaki politikaların devam edeceğini açıkladı.
Burada asıl önemli olan şudur:
Amerika PYD/YPG güçlerini sadece IŞİD ile mücadele için kullanmıyor.
IŞİD, Suriye’deki varlığını yitirse bile Türkiye Amerika’nın desteğindeki PYD ve onun silahlı gücü YPG ile baş başa kalacak gibi görünüyor. İşte sözünü ettiğimiz “Ensemizdeki tehlike” budur.
Çünkü Amerika, Rusya’yı, İran’ı ve Esad’ı halen düşman görüyor. Bugün işbirliği yapmak durumunda olduğu bu isimlere karşı bölgede kendi çıkarları için “tampon bölge” konumunda gördüğü koridoru mutlaka hayata geçirmek istiyor. Bu koridor PYD/YPG güçlerince oluşturulacak ve korunacak. Böylece Suriye’nin Kuzeyinde Rusya-İran-Esad tehlikesine karşı bir kale inşa edilmiş olacak.
İşte bu proje Türkiye’nin bölgedeki, özellikle de Suriye üzerindeki “kırmızı çizgi” ve görüşlerine tamamen aykırıdır.
Şimdi sinsice oluşturulmak istenilen bu projeyi tehlikeli olarak görmeyecek miyiz? “Ensemizdeki en büyük tehlike” demeyecek miyiz? Bu oluşum bütün hızı ile sürüyor. Biz halen Dolar ile uğraşıyoruz ve tüm dikkatlerimizi bu tehlikeden uzaklaştırıyoruz.
Rusya ile uçak krizinden sonra “yakınlaşıyoruz” diyoruz ya, işte bu oluşumlar Rusya ile yakınlaşma stratejilerimize de uzak kalıyor. Rusya, bölgede çıkarları neyi gerektiriyorsa o şekilde hareket ediyor. Esad ve Halep üzerindeki tüm hesaplarımızın kapanmasını isteyenin de Rusya olduğunu unutmayalım.
Bütün bu gelişmelere karşı nasıl bir hazırlık içindeyiz, projelerimiz ne, neler oluyor, neler bitiyor bunları da şu an için bilemiyoruz. Çünkü bütün meselemiz Dolar’ın sonunun ne olacağı üzerine kurulmuş durumda.
“Fırat Kalkanı” adı altında Suriye topraklarında ÖSO ile başlattığımız operasyonların sonucu ne olacak? Daha açıkçası “Fırat Kalkanı” hedefine ulaştı mı? Dikkat edilecek olursa Amerika sürekli olarak bunu engelliyor. Özellikle de PYD/YPG güçlerine karşı hiçbir şekilde hareket edilmemesini istiyor.
Halep’teki Türkmen vatandaşlarımız şu anda evlerini terk etmiş durumda. “Fırat Kalkanı” ile Tükmenler’i de korumaya alacaktık. Ancak Rusya karşı çıktı. Halep’teki rejim güçleri dışında kalanları da “terörist” ilan etti. Hiçbir şey yapamıyoruz, sesimizi de çıkaramadık. Çünkü Dolar’ın ne olacağı ile uğraşıyoruz.
Bazı güçler bizi bölgeden koparmak istiyor. Önümüze tuzaklar kuruluyor. Ekonomimizle oynayarak önümüzü görmemiz engelleniyor.
Suriye’deki “Kürt Koridoru”nun sadece Suriye ile sınırlı olmayacağı, bunun Kuzey Irak uzantısının da olacağını yine ABD’nin yeni Başkanı Trump’un ekibinden Mary Beth Long açıklıyor. Yanı başımızda gelecekte Bağımsız bir Kürt Devleti’nin temellerinin atılmak üzere olduğunu görmekteyiz.
Nitekim Kuzey Irak’taki Peşmergebaşı Barzani ve ekibi de bu konuda yaptıkları açıklamalarda “Yeni devlet için gün sayıyoruz “demiyorlar mı?
Özetleyecek olursak, sınırlarımızdaki sorunlarımız henüz aşılmış değil ve daha da tehlikeli duruma gelmek üzere. Eğer Amerika, güney sınırımız boyunca uzanacak bir Kürt tampon bölgesi kurarsa –ki kurmakta kararlı- ne yapacağız? Bu bölgesinin oluşmasına Rusya da ses çıkarmıyor.
Batı ise gerek Suriye, gerek Irak ve gerekse bölgedeki gelişmelerde ve oluşumunda baştan bu yana Amerika’nın yanında yer alıyor. Biz hala adı geçen bu ülkelere “dost” ya da “müttefik” diyebilir miyiz?
necdetbuluz@gmail.com

27 Aralık 2016 Salı

NE EKERSENİZ, ONU BİÇERSİNİZ “Dindar ve kindar bir gençlik oluşturacağız” - Prof. Dr. Ali Demirsoy

NE EKERSENİZ, ONU BİÇERSİNİZ
“Dindar ve kindar bir gençlik oluşturacağız”
Prof. Dr. Ali Demirsoy
            Atasözü deyip geçmeyin, onların içinde yüzyılların felsefesi, ibret verici öğretileri ve yol gösteren öğütleri vardır. Belli ki atalarımız hiçbir şeyin durup dururken ortaya çıkmadığını, onları yaratan, tetikleyen ve en önemlisi teşvik eden bir şeylerin toplumda bulunmasının bir sonucu olarak kendini gösterdiğini gözleyerek atasözlerini edebiyatımıza sokmuşlardır.
            Bugün isterseniz çok sayıda ibret verici atasözlerimizden birini alarak bu gün yaşadıklarımızı yorumlayalım. Bunun için bilimsel yöntemi kullanacağız; yani benzerleri ile karşılaştıracağız.
            Geniş anlamda bu coğrafya, dar anlamda Türkiye, ivmesi gittikçe artan çağdışı, gerici, rezil, ahlaksız, insanlık dışı sosyal olaylarla özellikle terörizmle dünyayı sarsmakta; onların tarihten gelen nefret duygularını iyice kaşımaktadır.
            Eğitimde bilinen en önemli yöntemin, sözle akıl verme, övünme, iyilik perisi rolüne bürünme olmadığını, bizzat davranışı ile bir bir yaşayarak örnek olmadır. Siz ne kadar benim ailem, benim ırkım, benim kültürüm, benim dinim insancıldır, barışçıdır, hoşgörülüdür gibi fiyakalı sözlerle geçmişinizi ve şu andaki durumunuzu övseniz de uygar ve bilimsel yöntemi rehber almış insanları ve toplumları kandıramazsınız. Onlar insanlarınızın değerlerine ve davranışlarına göre notlarını verirler.
            Eğer bir yönetim ya da bir felsefe ya da bir toplum gençliğini belirli bir hedefe göre eğitmeye yeltenir ve o davranışları teşvik edici söylemlerde bulunursa er ya da geç tatlı ya da acı meyvelerini toplar. Bu yönlendirmede en etkili yol ise kuşkusuz o kişilerin hiçbir insani yasa ya da kural ile karşılaştırılamayacak manevi duygularını önce güçlendirmek, daha sonra da kaşımak olacaktır. Bu coğrafyanın tarihine baktığımızda insanların manevi duygularının kaşınması ve yönlendirilmesi ile sayısız katliamların ve acıların yaşandığı görülecektir. Bu şekilde formatlanmış insanın hiçbir insani, ahlaki ve evrensel değeri yoktur; öğretisinin kurbanıdır. Verilen görevi yorumlamadan yapacak duruma gelmiştir. Bu nedenlerle her gün görsel basında anasını, babasını, kardeşini, akrabasını manevi değerler adını taktığı bahanelerle hiç uğruna öldüren sayısız insana tanık olmaktayız. Her defasında çıkıp bu insanları lanetliyoruz; ama bunların bu hale gelmesine neden olan insanları ve düşünceyi masaya yatıramıyoruz.
            Diyelim ki farklı bir dine, kültüre ya da ırka karşı oluşturulan kin ile bu katliamları işlediniz; en azından –akıllı bir adamın kabul etmese bile- benden değildi diyerek buna bir gerekçe bulabilirsiniz. Ancak İslam dünyasına dönüyoruz; son 30 yılda terör ile dünyada 11 milyon insan öldürülmüş; bunun 10 milyonu Müslümanmış ve en çarpıcı yanı ise bu 10 milyon Müslümanın hemen hepsi kendi dindaşları tarafından öldürülmüş. Öbür dinler de geçmişte farklı değildi; ancak insani değerlerle dinlerini reform tabii tuttukları için yıkım büyük ölçüde azaldı. O nedenle insanca yaşamak için herkes bu reformu yapan ülkelere hücum ediyor. Bu ülkelerin manevi profiline bakıyorsunuz (özellikle kuzey ülkelerine), %80-90’nı ateist ya da benzer düşüncede; dini eğitim yaşamlarında bazı ritüeller hariç yer almıyor.
            Bayanlar, beyler! Önümüzde çözmemiz gereken önemli bir sorun var. Sorunlarınızın üzerine doğrudan yürümez çevresinden dolanırsanız, olumsuzluklarınıza hiç ilgisi olmayan içten ya da dıştan sorumlu bulmaya kalkışırsanız ve olanları komik ve eften püften mazeretlerle kapatmaya çalışırsanız yaranız gittikçe derinleşir ve bulunduğunuz toplum, bulunduğunuz coğrafya kana boğulur. Bizim yaşadıklarımız tümüyle böyledir. Son yarım yüzyıldır silahlı ya da silahsız, el kol, parmak işaretiyle ötekileştirilen, laikliğin dinsizlik olarak öğretildiği; kin pompalanan toplumun yetiştireceği insan olsa tekbirle Rus Büyükelçisini öldüren insandan başkası olmayacaktı.
            Kürsülerden “dindar ve kindar gençlik yetiştirme bizim amacımızdır” denen bu ülkeye, birileri, size, buyurun istediğiniz dindar ve kindar gençlik birileri tarafından yetiştirildi diyor. Bunu ve bunları, cahillik, eğitimsizlik, bilinçsizlik ve manevi değerlerin eksikliği diye de geçiştiremiyorsunuz. Yetiştirilen öyle bir kuşak ki, meclisine, kendi askerine, vatandaşına, komutanına gözünü kırpmadan mermi yağdırdı. Bunların hiç biri cahil ve eğitimsiz de değildi; küçük yaştan beri en yoğun dini eğitimle de yetiştirilmişlerdi. Hiç kimse bunların dinsiz olduğunu söyleyemez. Bugün FETO olarak lanetlediğimiz terör ekibinin en eğitimsizi görünürde öğretmen ve polistir; büyük bir kısmı paşalar, kurmaylar, rektörler, profesörler, önemli iş adamları ve üst bürokratlardan oluşmuştur. Bu toplumda bundan daha eğitimli bir kitle oluşturamazsınız. Büyük bir kısmının batılı ülkelerde eğitimi ve kalmışlığı da bulunmaktadır. Ancak hepsinin düşünce sisteminin altında köklü bir din eğitimi bulunmaktadır. Bunlara verilen din eğitimi, bu gün ilkokullara kadar yaygınlaştırılan din eğitiminden tek bir harfi bile farklı değildir. Bu terör örgütünü sapkın olarak nitelendirebilirsiniz. İyi de o zaman sorarlar, bugün dünyadaki en cani, ahlaksız, korkulan, hiçbir insanı değeri olmayan 20 terör örgütünün hepsi Müslüman, kafa keserken hepsi tekbir getiriyor. Coğrafyaları, tarihi geçmişleri, ırk yapısı, dilleri, her şeyleri farklı olan bu insanların benzer değil aynı cinneti göstermelerini nasıl açıklayacaksınız? Batı bunun yanıtını bulduğu için bizi içlerine almak istemiyor. Bu rezillik bu güne mahsus da değil; bu coğrafyanın tarihi din, mezhep savaşları ve katliamları ile yazılmıştır. Hatta dinimizin kurulduğu yıllar da benzer şekilde kanla yazılmıştır.
            Bütün bu gerçekler gözümüzün önünde iken, “dindar ve kindar gençlik yetiştirme” söylemlerini nasıl değerlendirmeliyiz? Buyurun! Siz yetiştirmeseniz (yardımlarınızı şimdilik unutalım) bile birileri hem dindar hem de kindar bir kuşak yetiştirdi ve başımıza bela etti. Sakın sevinmeyin, dine dayalı bu terör örgütü temizlense bile, bugün kol kola gezdiğiniz (bir zamanlar gezdikleriniz gibi) ya da haz etmediğiniz başka dini örgütler zaman içinde onların yerini alacaktır. Siz din eğitimini düzenli eğitime soktukça, siz yönetimde dini söylemleri rehber yaptıkça, siz dindar ve kindar geçinenleri bir yerlere getirmede ceberut davrandıkça bu beladan ne siz ne ülke ne de bu coğrafya hiçbir zaman kurulamayacaktır.
            Bilim ve bilimsel düşünceyi yaygınlaştırmakla yükümlü tek kuruluşumuz TÜBİTAK, son 10 yılda onlarcasının arasından birkaç örnek vermek gerekirse ilişikteki projeleri seçerek ödüllendirdi: Besmele okuyarak ekmeği taze tutan ekmek kutuları, dua ile kanserin iyileştirilmesi, dua okuyup Kabe’yi tavaf eden pilli robot, “papaz eriğini imam eriğine çevirme makinesi, ayet okunarak üç kat daha fazla büyütülen fasulye ve diğerleri. Şimdi be soruyorum: Ne bekliyorsunuz? Avrupa bizim bu dehşet verici projelerimizi destekleyen kurumlarımızı ve onları düşünen yaratıcı insanlarımızı mı büyük bir özlemle bekliyor?
            Atatürk’ün laik devlet yapısını sözde değil özde kurmadıkça hiçbir İslam ülkesi terör belasından kurtulamayacaktır. Kandırıldık, bilmiyorduk gibi afaki laflarla suçunuzu ileride kapatmaya kalkışmayın; bu ülkenin yarım yüzyıllık bir öğretim üyesi olarak, en azından 600 yıldan beri Müslüman olan bir ailenin bireyi olarak sizi, öğrencilerimi, toplumu ve siyasileri bu yazımla bir daha uyarıyorum: Dini eğitim dünyanın hiçbir yerinde bulunduğu topluma hayır getirmemiştir. Gelin! Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda çatışmayı, kini, nefreti önlemeye yönelik, bölünmeye ve sürtüşmeye izin vermeyen laik felsefeyi bir daha salim kafayla ön yargımız olmadan gözden geçirelim. Tek bir kurtuluş yolumuz var: Cumhuriyetimizin kuruluş evresindeki laik felsefeyi ödün vermeden uygulamaktır. Bana (en azından bir defa) inanın! Bu coğrafyaya halifeliği getirmeyle, mezhepçiliği kaşımayla, hatta yönetimlerdeki insanların dini söylemleriyle -iyi niyetle de olsa- kürsülerde devlet politikası gibi sık sık söylemesi ile bu coğrafyaya hizmet edemezsiniz. Bu coğrafyayı ve Müslümanları, cumhuriyeti kurarken yola çıktığımızda bin bir tehlikeyi, güçlüğü göze alarak getirdiğimiz ve daha sonra (1945’lerden sonra; hatta 10 Kasım 1938’den sonra) altını oyarak, binbir desise ile piç ettiğimiz laiklik ile kurtarabiliriz.
            Bir insanın tanımadığı bir insanı ya da insanları hatta kendisini gözünü kırpmadan öldürmesi, bugün bilimin söylediği gibi, ancak, onu Tanrı yolunda öldürmenin kutsal bir görev olduğuna inandırmanız ile gerçekleşmektedir. Dünyadaki katliamların hemen hepsinin böyle bir tutkudan (illa Tanrı tanıması ile olmayabilir, bir kişiye ya da düşünceye katıksız bağlanmasıyla da olabilir) beslenmesi bir rastlantı değildir. Tekrar söylüyorum: Küçük yaşta çocuklara din eğitimi verilmesi ve ırkçılık aşılanması gelecekteki sürtüşmelerin temelini oluşturacaktır.
            Avrupa geçmişinde din ve mezhep çatışmalarına dayalı 30-40 ve 100 yıl savaşlarını yaşadı; milyonlarca insan inançları nedeniyle hunharca öldürüldü (bu gün Müslüman ülkelerde yaşandığı gibi). Sonunda dini yönetimlerinden ve eğitimlerinden kesin olarak uzaklaştırarak barışa ulaşabildiler. Aptallar bundan ders almamış olabilirler; ancak bu coğrafyada en azından bir kişi bu yaşananlardan örnek alarak cumhuriyeti kurarken, laikliği olmaz ise olmaz biçimde yasalarına yerleştirdi. Aslında Atatürk sadece bu nedenle bile bu coğrafyanın 1000 yıllık makus talihini değiştirmek üzere ortaya çıkmıştı; bu nedenle –şu anda içimizdeki bazı meczuplar ne derse desin- tüm dünya tarafından 100 yılın en büyük adamı olarak seçildi. Geçmişte, bugün FETO örgütünü (keza El Kaide ve IŞID gibi örgütleri kuran ve) manipüle eden güçler, 1980 yılından öncede de insanlarımızı sağ ve sol olarak bölüp bir çeşit çatışmaya (terörizme) zemin hazırlamıştı; özellikle solun ezilmesi ile sağın radikal kısmının gelecekte yeşermesine zemin hazırlamıştı. Bugün bazı çevreler Türkiye’de bu denli gerici, dini temelli terörün patlarcasına gelişmesini, 1982 Anayasasındaki din eğitiminin zorunlu hale getirilmesine bağlasa da; bunun tek başına bir etken olduğunu söyleyemeyiz.
            Batı dünyasının Müslümanlara ve Türklere bakışı hiçbir zaman olumlu olmamıştır. Bunun kendilerine göre tarihsel bir nedeni vardır. Ancak Müslüman ülkelerde artan köktenciliğe paralel olarak Batı Dünyası artık bu kültürle, bu insanlarla birlikte yaşamak istemiyor. Ben bunu söylediğimde insanlar bana kızıyor. İyi de bana niye kızıyorsunuz. Gidin onlara sorun neden bizimle birlikte yaşamak istemiyorsunuz diye? Avrupa Birliğine almakta ayak diretiyorlar. Ekonomimiz oradaki birçok ülkeden daha iyi, yasalarımızı birçoğundan daha hızlı uyumlu hale getirdik, çıkarları için kurdukları birçok örgüte herkesten çok hizmet ettik neden bu insanlar bizi almıyorlar diye ateş püskürüyoruz. Bakın ben size bir şey daha söyleyeyim: Bütün yasaları aynen uygulasak, ekonomimizi daha düzenli hale koysak, ne isterlerse onu yapsak; ancak Müslümanlığın emrettiği yaşam tarzından taviz vermezsek size kesin olarak söyleyebilirim ki bizi içlerine almayacaklar. Bir batılının azınlık Müslümanlarla değil (dünyanın birçok ülkesinde artık azınlık Müslümanlar da istenmiyor), eşit haklara sahip Müslümanlarla aynı yerde yaşamasını beklemeyiniz. Türkiye laik devlet görünümü ile bir şans yakalamıştı; ben o şansın artık geçerli olduğunu söyleyemem. Türkiye makas değiştirdi…
            Bütün bu yargılara nereden vardın diye sorabilirsiniz? Artık ondan bundan örnek vermeyi bıraktım. Bizatihi yaşadıklarımı anlatırsam belki bu yazıyı okuyanların daha anlamasını sağlayabilirim.
            Ben 20 küsur yaşlarında, genç bir akademisyen olarak ilk olarak Almanya’ya gittim ve zaman zaman başka ülkelerde de bulundum. Uzun boylu, sarışın ve mavi gözlü olmam nedeniyle, ağzımı açmadığım ve kimliğimi söylemediğim sürece çok büyük itibar gördüm[1]. Ancak Türk ve özellikle Müslüman olduğumu söylediğimde insanlarda bir hayal kırıklığı olduğunu gözledim. Kinlendim, üzüldüm; hiç olmadığı kadarıyla daha milliyetçi ve hatta dindar oldum. Ancak gözlemlerin biriktikçe ve öfkemi yenmeye başladıkça, sis perdesinin açıldığını ve daha empatik yorum yapmaya başladım. İlk olarak şuradan başlamalıyım, ben çocuklarımı ömrü billah bir Müslüman ülkede yaşamaya zorlayabilir miyim? Kendim bir Müslüman ülkede yaşamı hedef olarak koyabilir miyim? Mezhepçiliğe, tarikatçılığa, dinciliğe, bürünmüş bu insanlarla aynı apartmanda bir ömür geçirebilir miyim? Müslümanım diyen bir insanın namusuna, tarafsızlığına, doğruluğuna, düzgünlüğüne, adaletine, hoşgörüsüne, iyi niyetine, demokrasi anlayışına, laikliğine inanabilir miyim? İnsanı insan yapan yüzlerce değer konusunda benzer soruyu sordum, ben belirli bir sonuca ulaştım. Batı dünyası da bir sonuç ulaşmış olmalı ki bizle birlikte yaşamak istemiyorlar. Avrupa’da birçok ülkede yaklaşan seçimler nedeniyle partiler, Türkleri ve özellikle Müslümanları ülkelerinden sürmek taahhüdü ile oy istiyorlar. Ben utanç duyuyorum.
            Bizzat benim yaşadıklarım ve gözlemlerim bir başka gerçeği daha üstü kapalı yansıtmıştı. Bana ya da benim gibi görünenlere Türk’e benzemiyorsun, Avrupalı gibi görünüyorsun dendiğinde çevremdeki Türklerin bana gıpta ile baktığını ya da tersi sen bir doğulu gibi görünüyorsun dendiğinde onu bir iltifat olarak değil bir aşağılama olarak algılandığını çok büyük bir üzüntü ile hep gözledim. Yani benim ülkemin insanı, bana yabancı ülkede ikinci sınıf bir insan gibi bakıyordu. İster istemiz Avrupalının bu davranışının nedenini anlamak için onların gözüyle bakarak durumu anlamaya çalışıyorum. Görünen manzara şöyle:
            Müslüman ülkelerin hiç birinde, hatta Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde hep huzursuzluk var. İnsanlar birbirini yiyiyor. En korkulan, vahşi teröristler bu dinden çıkıyor. Öldürdükleri insanların başında dini sloganlar atıyorlar. Müslüman ülkelerde rüşvet, yolsuzluk, yetkiyi kötüye kullanması; yöneticilerinin ailesi ve çevresi ile birlikte inanılmaz zenginliklere ulaşması;  demokrasi düşmanlığı; başka ırk ve dinlere hatta kendi dininin mezheplerine öldüresiye düşmanlığı; birçoğunun elindeki büyük gelirlere karşın insanlığa tek bir teknik ya da sanatsal katkısının olmaması; çevreye saygınlıklarının yeterince olmaması bu ülkelerin genel özelliği olarak kayda geçiriliyor. Bu ülkeler kendi topraklarında yaşasalar belki sorun olmayacak. Ancak, şu özellikleri ile kendi toplumlarının içine girmelerini istemiyorlar:
            Giyimleri, kılıkları kıyafetleri kendilerine tamamen aykırı; kadınları çarşaflar ve örtüler içinde, erkekleri kendilerine göre garip bıyıklı (biz badem diyoruz), erkeklerinin yakası paçası açık; günde beş vakit namaz için çalışmasını bırakan (hâlbuki kendileri bir saniyenin muhasebesini yapıyor); bir günde milyonlarca hayvanı sokaklarda kendilerine göre vahşice boğazlayıp kanlarını parklara ve yollara akıtan; biriktirdiği birkaç kuruşu kültürel faaliyetlere ayıracağına hacca giden (kendi ülkesinde yeşil kart kullanan), senenin bir ayında gün ne kadar uzun olursa olsun yemeyip içmeyip dikkatli işlerde aksamalara neden olan, yerlere tüküren, kırmızı ışıkta geçen, bağırarak konuşan, fırsat bulduğunda eğri büğrü işlerin hepsini yapan bir topluluk olarak görüyorlar.
            Kültürlerinin önemli bir kısmı heykel, resim, tiyatro, opera ve müzikle örülmüş. İçlerine girmeye çalışanlar ise heykel, resim, opera, tiyatro düşmanı. Dünyanın en gözde heykellerinin Afganistan’da, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, Libya’da darmadağın edilmesine yakın zamanda tanık oldular. En liberal ve laik geçinen Müslüman ülkelerinin liderlerini bir defa olsun heykel, resim, opera, tiyatro salonlarında ya da açılışlarında görmediler.
            Tüm dünya yılbaşını senin benim törem ya da bayramım demeden iyi dilekler sunarak kutluyor. Bunu kardeşliğin bir harcı olarak görüyor. Öyle mi? Yıl 2016 Aralık ayı, Mili Eğitim Bakanlığından gelen bir tamimle, okullarda yılbaşı kutlaması, Noel Baba figürü, süsleme ve benzeri tüm kutlamalar yasaklanıyor. Hiç kuşkunuz olmasın yakın bir tarihte yılbaşını kutlayanlar, bu kafa ile yetiştirilen meczuplar tarafından, elçiyi öldüren formatlanmış insanın sözleriyle darp edilecektir. Kaldı ki Noel Baba’nın Demre’de yaşayan bir Anadolu çocuğu olduğunu ileri sürerek, şapelini göstererek turist çekmeye çalışıyoruz. Ayrıca 1 Ocak yılbaşı Hz. İsa’nın doğum günü değil (Hz. İsa’nın doğum günü 24-26; genel kabul 25 aralıktır), yani sadece Hıristiyanların kutlaması için kurulmuş bir gün değil; Gregoryen takviminin tüm insanların ortak olarak paylaşması için konmuş ortak bir değerdir.
            Ben bu ülkelere birlikte yaşamamız için sanatımızla, bilime katkılarımızla, müziğimizle, teknik bilgimizle davet edilmemizi isterim. Alınmamız için peşimize düşülmesini isterim. Gel gelelim ki, Avrupa’ya alınmamız için ileri sürdüğümüz gerekçelere bir bakalım: Enerji hatlarının üzerinde bulunuyoruz; birçok ülkenin coğrafik olarak merkezinde bulunuyoruz; dünyanın 3’üncüsü en kalabalık ordusunu besliyoruz; işsizler ordumuzu yaşlanmakta olan kıtanın hizmetine sunuyoruz. Bu nedenle bizi almalarının kaçınılmaz olduğunu ileri sürüyoruz. Doğrusu bu sözleri duydukça kahrımdan ölüyorum; Atatürk’ün büyüklüğünü bir daha kavrıyorum.
            Batı dünyası bu cümleden Avrupa Birliği İçine aldığı insanlarla ortak değerleri ve günlük yaşamı paylaşmak istiyor. Bu nedenle ortak yasalara bağlı olarak yaşamanın yollarını arıyorlar. Ancak bize gelince önemli bir sorun var. İçine girmeye çalışan topluluğun kadınlarının elini sıkamıyor, yüzlerini göremiyor, aynı mekânda birlikte oturamıyor; hatta sohbet edemiyor. Erkekleri, kadınları gibi giymeyenleri üstü kapalı olsa da fahişe gibi olarak görüyor. Dört kadınla evlenmeyi ibadet sayıyor; kadınları dövmeyi hak olarak kabul ediyor. Mali durumu ne olursa olsun çok çocuk yapmayı sevap görüyor.
            Eğitilmemiş analarından dolayı ve çok çocuk yapmanın sonucu ülkelerindeki okullarda bu kesimin çocukları en alt sırayı oluşturuyor. Hatta Almanya’da Sonderschule (öğrenme kıtlığı olan) sınıfların neredeyse tümünü bu kesim oluşturuyor.
            Aynı şeyleri yiyip içemiyorlar (çünkü bir seri haramlar yasağı var). Domuz eti değmiştir diye kullandıkları bıçağı ve mutfak tezgâhını kullanmıyorlar. Bir yerlerde yemek ve içmek isterlerse ister istemez ayrı bir teşkilat ve hizmet bekliyorlar. Suyun ve çayın dışında hiçbir şeyi birlikte içemiyorlar. Geçmişte belki hoş görülebilirdi; ancak günümüzde tuvalet kâğıdı yaygın olarak kullanılmasına karşın hala taharetlenmeyi bir dini ibadet görmeleri nedeniyle bu kesimi besin endüstrisinde çalıştırmaktan çekiniyorlar.
            Bütün bunları da belki hoş görebilirlerdi. Ancak bir gözlemleri var ki, buna asla tahammül edemiyorlar. Yaklaşık 1964 yılından bu yana Avrupa’ya yerleşmiş olan Müslümanların ve Türklerin katı tutucu kesimleri ne doğru dürüst dil öğrenebiliyor, ne de ortama uyum sağlayabiliyor. Geldikleri kültürü, giyimi, kuşamı, geleneği, göreneği hiç değiştirmeden sürdürüyor; fırsat bulunca da çevrelerine kendileri gibi olmayı dayatıyor. Sanat, kültür ortamında, sosyal organizasyonlarda dini kesimden kimseyi göremiyorlar. Bu çemberi kırıp da gerekli uyumu yapanlar batı dünyasına mükemmel uyum yapıp başarıya ulaşıyorlar. Bugün özellikle Alevi kökenli vatandaşlarımızın Avrupa’da önemli yerlerde bulunmasının nedeni değişebilir olmalarından, yeniliklere yatkın olmalarından ve dinin katı kurallarından kurtulmuş olmalarındandır. Bütün bunları gözleyen biri, özellikle dininin katı kurallarından arınan kişilerin uygar dünyaya uyum yapıp başarılı işlere imza attığını görünce, ister istemez faturayı Müslümanlığa çıkarıyor.
            Diyelim ki Avrupa tarihten gelen korkusu ve kini nedeniyle böyle bir saplantı içindedir. İyi de bu yıl içinde yapılan bir ankette (CNN Marsall anketleri, CNN TV, 23 Aralık 2016, saat 23.20), bu ülkede dini ve özellikle siyasi görüşleri farklı olan insanlar 4 grup halinde toplanıp onlara belirli soruları içeren bir anket uygulanıyor. Bu gruplardaki insanların %80 küsuru, başka bir gruptan kız alıp vermeyi, aynı apartmanda oturmayı istemiyor. Durum gerçekten bu ise kimseyi suçlamaya hakkımız olduğunu düşünmüyorum. Bu oranın diğer Müslüman ülkelerde farklı olduğuna inanılmıyor. Çünkü hepsi birbirini yiyiyor. Hepsinde din eğitimi zirve yapmış durumda. Eğer bu ülkeler dinlerini farklı kitaplardan öğrenmiş olsalardı, kusuru farklı yazılmış kitaplara yüklerdik. Ancak hepsi kelimesi kelimesine aynı olan bir kitaptan yani Kur’an’dan öğrenmiş durumdalar. Bununla ilgili yorumu gerisini size bırakıyorum…
            Bizim zaman geçirmeden gerekli reformları yapıp, laik eğitim ve yönetim düzenlemesi ile önce halkımızı ve daha sonra da model olarak bu coğrafyayı bataklıktan kurtarmamız gerekiyor. Bunu için çok fazla zamanımız olduğunu söyleyemeyiz. Bu coğrafyanın her bakımdan kilit taşı Atatürk ilkeleri doğrultusunda belirli bir yere gelmiş, laik düzenini yeniden inşa edecek Türkiye Cumhuriyetidir. Sadece bir ülkenin değil bu coğrafyanın geleceği bizim sorumluluğumuzdadır.
Prof. Dr. Ali Demirsoy
***
Değerli Kardeşim
Bu coğrafya ve Türkiye ektiklerini biçmeye başladı. Sorunları hep bir yerlerde arıyoruz; dönüp kendimize bakma cesaretini ve olgunluğunu gösteremiyoruz.
Avrupa’ya girişimizi sürüncemeye bırakmalarının nedenini farklı yerlerde arıyoruz; görmemiz gerekeni görmekten kaçınıyoruz.
Eğer yanlıştan dönülmez ise bu coğrafya ve biz çok büyük zorlukları gittikçe artan bir ivme ile yaşayacağa benziyoruz.
Soruna tam tanı koyamaz isek, gerçek çözümü de bulamayız. Herkesi suçlamayla bir yere gidemeyeceğimiz anlaşıldı. Gelin eksikliklerimizi, kusurlarımızı ve tarihsel çıkmazlarımızı bir daha masaya yatıralım.
Yeni yılın sloganı şöyle olmalı: İyilikler dua ve dilemekle hiçbir zaman elde edilemez; doğru uygulamalar ile kazanılır; kötülükler de beddua ve kınamalar ile giderilemez; gerekli önlemler ile bitirilir.


[1]  Suriye’den kaçan insanların bir kısmı Almanya’ya sığındı. 25.12.2016 tarihinde Haber Türk Televizyonu tartışmasında gündeme geldiği gibi, bu ülkeye giren 10.000 çocuktan haber alınamıyor. İşin en ilginç ve ırkçılık açısından ürkütücü tarafı, haber alınamayan çocuklar sarışın; büyük bir kısmı da mavi gözlüymüş. 

10 Aralık 2016 Cumartesi

HEM “DOST VE MÜTTEFİK”, HEM DE “DÜŞMAN”… NECDET BULUZ

HEM 
“DOST VE MÜTTEFİK”, 
HEM DE, AMANSIZ BİR “DÜŞMAN”…
NECDET BULUZ
Artık bazı gerçekleri görüp, kararlarımızı da bu gerçekler ışığı altında vermemiz gerekiyor. Yıllardır, Amerika için “dost ve müttefikimiz” deyimini kullandık, halen de kullanıyoruz. Ancak, bir ülke hem “dost ve müttefik” hem de “düşman” olabilir mi? Olabiliyor. Son gelişmeler bunu çok açık ortaya koyuyor.
Bilenler biliyor!.. 
Geriye bakmaya, olup bitenleri burada teker teker dökmeye gerek yok. Bilenler biliyor. Son Suriye ve bölgemizdeki olaylara baktığımızda dost ve müttefik olarak değerlendirdiğimiz Amerika’nın Türkiye için adeta düşman gibi hareket ettiğini görmekteyiz.
Türkiye yıllardır PKK terör örgütü ile mücadele ediyor. Suriye’nin güneyindeki PYD güçlerini de PKK’nın devamı olarak görüyor. Bu konuda PYD’ ye her türlü desteği veren dost ve müttefikimiz Amerika’ya da “PYD, terör örgütü PKK’nın devamıdır” açıklamalarını en üst seviyeden ilettik, halen de iletiyoruz.
Ancak, Amerika bu sesimize bugüne kadar kulak vermedi. Tam aksine PYD ve onun silahlı gücü YPG’ ye olan ilgisini, desteğini ve silah yardımını daha da artırdı.
İşin önemli ve düşündürücü tarafı şu:
PYD’ ye verilen Amerikan silahları terör örgütü PKK’nın da eline geçiyor. Doğu ve Güneydoğu’da güvenlik güçlerimiz ile çatışan ve öldürülen PKK’lıların elinde bu silahlar bulunuyor. Bunların da raporlarını ve belgelerini yine Amerikalı yetkililere iletiyoruz.
Yine sesimizi duyuramıyoruz, yine dost ve müttefikimiz bildiğini okuyor.
Şimdi de Suriye’deki PYD/YPG güçlerine Amerika Stinger füzeleri verecek.
Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde yürüttüğü “Fırat Kalkanı” harekâtını önlemek için PYD ‘yi daha da güçlendirecek.
Uçak, helikopter, İHA’lara ve keşif uçaklarına karşı omuzdan atılan Stinger füzeleri 5 kilometrelik alanda etkili oluyor.
İşin bir başka tarafına da bakalım:
Bugüne kadar PYD’nin elinde olan silahlar PKK’nın eline geçtiğine göre Amerika’nın Stinger füzeleri de PKK’nın eline geçmiş olmayacak mı? Amerika gibi bir ülke bunu bilmez mi?
Nitekim Başkan Obama, Suriye’de ABD’nin terörle mücadele operasyonlarına destek veren gruplara silah yardımını sınırlayan yasa hükümlerini devre dışı bırakacak bir başkanlık kararnamesi yayımladı. Çıkarılan kararnamede, “Faaliyetler, kuşatıcı savunma koşullarının maddeleri ve yabancı güçlere yardım, düzensiz birlikler, gruplar veya ABD’nin Suriye’de terör karşıtı operasyonlarını destekleyen bireyler, ABD’nin ulusal güvenlik çıkarları için esastır.” ifadelerine yer veriliyor.
Görüldüğü gibi Amerika çıkarları gereği her şeyi yapıyor. Bizim “terörist” dediğimiz gruplara da her türlü desteği vermekten kaçınmıyor.
Suriye’deki PYD güçlerini neredeyse Türkiye ile bir tutup, devlet statüsünde görecekler. Zaten PYD güçleri için “Bizim kara gücümüz” diyorlar. Adeta müttefikleri gibi davranıyorlar.
Şimdi biz yazımızın başlığını “hem dost ve müttefik, hem düşman” diye attık. Bütün bu gelişmeler ışığı altında bunda bir yanlış var mı? Hem dost olacaksınız, hem müttefiklikten söz edeceksiniz, hem de düşmanca hareketler içine gireceksiniz. Bununu başka bir adı olabilir mi?
Burada oynanan oyun çok yönlüdür.
Amerika, uzun zamandır PKK’ya perde arkasından destek veriyor. Bunu Körfez Savaşı öncesi Türkiye’de konuşlandırılan Çekiç Güç döneminde de gördük. Çekiç Güç’e bağlı helikopterlerin dağlardaki PKK’lılara yiyecek, giyecek, ilaç ve silah attığı belgelerle ispatlanmıştır.
Eşref Bitlis Paşa’nın uçağının düşürülüp öldürülmesinin bir başka nedeninin de bu olduğuna dair şüphelerin halen giderilmemiş olduğunu de görüyoruz.
Türkiye, haklı olarak sınırlarını korumak, terör belasından kurtulmak için Suriye sınırı boyunca mücadele veriyor. IŞİD’a karşı da harekât düzenliyor. PKK’nın Suriye uzantısı olarak gördüğü PYD güçlerinin de belirlenen “kırmızı çizgiler” içine girmemesinde direniyor.
Şimdi, Dışişleri Bakanlığımız ve yetkililerimiz Amerika’ya Stinger füzeleri konusunda uyarılarda bulunuyor. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hüseyin Müftüoğlu, açıklamasında “ABD tarafından söz konusu teçhizatın Türkiye’yi hedef alan terör örgütlerinin eline geçmemesi bakımından uyarı yapılmıştır” deniliyor.
Bu uyarılar yerini bulur mu, sanmıyoruz. 
Daha önce yaptığımız hangi uyarılarımızı Amerika dikkate aldı ki?
O halde kendi göbeğimizi kendimiz kesmek durumundayız.

Amerika olan ilişkilerimizi yeniden düzene sokmak, attığımız her adıma dikkat etmek ve artık “hem dost ve müttefiklik” ile “düşmanlığın” birlikte olamayacağını bilmemiz gerekiyor.
Bu arada Rusya’nın dostluğuna da güvenilir mi, bunu da bir başka yazımızda enine boyuna tartışıp, görüşlerimizi sizlere yansıtacağız.
necdetbuluz@gmail.com
www.facebook.com/necdet.buluz

7 Aralık 2016 Çarşamba

KADER KONUSU VE ALLAH IN TAKDİRİ., Haluk Gümüştabak

KADER KONUSU VE ALLAH'IN TAKDİRİ
Haluk Gümüştabak
Bizler kader konusunu, öyle yanlış anlıyoruz ve topluma anlatıyoruz ki, adeta bu anlayışımızla Allah a saygısızlık yapıyor ve Allah ın adaletini zerre kadar anlayamıyoruz. Kur’an da geçen Kader kelimesi Allah ın TAKDİRİ, ÖLÇÜSÜ ANLAMINDADIR. Kur’an kader kelimesini, dünyanın, tabiatın ve canlıların yaratılması ve onun eşsiz yapısını anlatırken de kullanır. Örneğin Rad suresi 8. ayetinde, ONUN KATINDA HER ŞEY ÖLÇÜ İLEDİR diyerek, bu âlemin şaşmaz bir ölçüyle, düzenle, dengede yaratıldığını anlatır bizlere. Yani Allah ın yarattığı kaderde, düzende asla bozulma, düzensizlik, kargaşa yoktur.
KARGAŞANIN, BOZGUNCULUĞUN OLDUĞU HER YERDE, İNSANLARIN USLANMAZ NEFİSLERİNİN AZGINLIĞI VARDIR.
Allah bizleri yaratırken nasıl bir takdir, yani kader ölçüsü kullanmış, onu anlamaya çalışalım Kur’an dan. Önce Allah ın bizler için takdiri, yani kaderimizde adaletsizliğin olamayacağını unutmamalıyız. Kader konusunun, çok hassas bir konu olduğunu söylemek isterim.  Bazen bir yere gelip, oradan öteye gidemeye biliyor insan. Çünkü bunun nedeni, sebep sonuç ilişkisini kuramadığımızdan, bu konunun da detayına Kur’an, çok fazla girmediğinden diyebiliriz. Allah anlayabileceğimiz kadarını bizlere bildirmiştir. Yaradan bu dünyada sizleri, imtihan ediyorum der bizlere.  Bu imtihanın sonucunda da, yaptıklarımızın karşılığı olarak, bakın neler yaptığı bilgisini veriyor.
Nisa 79: Sana gelen iyilik Allah'tandır. BAŞINA GELEN KÖTÜLÜK İSE NEFSİNDENDİR. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter. (Diyanet vakfı meali)
Bu ayetten de anlıyoruz ki, yaşantımızda başımıza gelen her musibet, şer bizlerin yaptıklarının karşılığı olduğunu çok açık bildiriyor.  Yani ne yapıyorsak, onun karşılığını görüyoruz bu dünyada. Bu konu üzerinde düşünelim şimdide. Her ne hikmetse çok büyük acılar, keder ve üzüntüler, acaba neden Müslüman toplumlarının başına geliyor, hiç düşündünüz mü? 
Geçen gün bir kız yurdunda çıkan yangında, küçük masum kızlarımız öldü. Acil tahliye kapısından, sanırım açık olmadığı için çıkamamışlar. Buna Allah ın takdiri diyebilir miyiz? Allah böyle istemiş, takdir etmiş diyen bir insan, ALLAH A SAYGISIZLIĞIN EN BÜYÜĞÜNÜ YAPMIŞ DEMEKTİR. Allah adaletsiz değildir. Adaletsiz bizleriz. Allah da yaptıklarımızın karşılığında, ortaya çıkan acı ve kederin oluşmasını engellemiyor, lütfen dikkat TAKDİR ETMİYOR. Yukarıdaki ayette olduğu gibi, başımıza gelen musibetler, kötülükler bizlerin elleriyle yaptıklarının karşılığıdır.
KENDİ SUÇUMUZU ALLAHA ATARAK, BU İŞİN İÇİNDEN SIYRILACAĞIMIZI SANMAYALIM. 
Böyle gidersek, daha çok acılar çekeriz. 
Bir insanın elinde olmayan bir kaderi vardır ki, buda dünyaya gelişi ile ilgilidir. Bu konuda da sanırım hiç birimizin, konuşmaya yetkisi olacağını zannetmiyorum. Çünkü konuyla ilgili hiçbir bilgiye sahip değiliz. Bununda bu dünyada, imtihanımızla ilgili bir nedeni mutlaka vardır. Kader konusunda Kur’an dan öyle ayet örnekleri veriyorlar ki bazı kişiler, batıl inançlarına delil yaratmaya çalışıyorlar. Çünkü öyle bir inanca sahipler ki, Allah bizlerin hayatını daha önceden yazmış, bizlerde bu yazgıyı/kaderi yaşıyoruz. Hani bu dünyada, imtihan ediyordu bizleri Allah? Bu nasıl adaletsiz bir imtihan ki, bizlerin hayatımızda hiç takdir hakkı yok. Böyle bir adaleti, Yaradan a nispet etmekten Allah a sığınırım.
Tevbe 51: De ki: ALLAH'IN BİZİM İÇİN YAZDIĞINDAN BAŞKASI BİZE ASLA ERİŞMEZ. O bizim Mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler. ( Diyanet vakfı meali)
Kader konusundaki yanlış inanç sahipleri, bakın bu ayette Allah, bizim için yazdığından başkası bize erişmez diyor, demek ki Allah bizler için her şeyi yazmış, bizde onu yaşıyoruz diyecek kadar, Kur’an dan ve Allah ın adaletinden uzak bir inanç yaşıyoruz. Bu ayetin bir öncesini yazalım şimdide.
Tevbe 50: Eğer sana bir iyilik erişirse, bu onları üzer. Ve eğer başına bir musibet gelirse, «İyi ki biz daha önce tedbirimizi almışız» derler ve böbürlenerek dönüp giderler. (Diyanet vakfı meali)
Bakın Allah,  inkârcıların sözlerine karşı, Allah bunu söylemiş ve demiş ki iman etmeyenlere,  ALLAH NE TAKDİR ETTİYSE O OLUR. SİZLER BOŞUNA KONUŞUYORSUNUZ. Allah bu ayetinde, tüm iman edenlere hitaben, siz ne yaparsanız yapın, ben sizin için ne takdir ettiysem o olur demiyor. Ayetleri doğru anlamak için, Kur’an ın diğer ayetleri ile mutlaka bağlantı kurmalıyız. Çünkü Allah bir ayetinde söylediğinin, diğer bir ayette tersini asla söylemez.
Kader konusunda, yanlış algıladığımız bir konu daha var. Bir insan sarhoş, ya da ehliyetsiz trafik kazası geçiriyor ölüyor. Kişilerin hataları sonucu, depremlerde yanlış yapılmış eksik malzeme konmuş binalarda, binlerce kadın, erkek, çocuklar ölüyor, birileri çıkıyor diyor ki, ALLAH IN TAKDİRİ İLAHİSİ BUYMUŞ. Bunları söyleyenler nasıl bir RAB edinmişler bilemem, ama benim Allah ım, Rabbim asla adaletsiz değildir. Bunu da onun gönderdiği rehberinden anlıyorum.
Kendi rezilliklerini, adaletsizliklerini, hırsızlıklarını örtmek için, ALLAH IN İSMİNİ MASKE OLARAK KULLANANLAR, BİR GÜN MUTLAKA BU DÜNYADA VE MAHŞERDE CEZALARINI BULACAKLARDIR. Din simsarcılarına sormak isterim, kurallara ve kaidelere uyarak binalar yapan, depremlerde neredeyse hiç can kaybı olmayan ve neredeyse her gün deprem olan Japonya yı Allah, bizlerden daha mı çok seviyor? Oradaki insanların kaderinde, depremden ölmeyi Allah yazmamış mı? 
Allah yarattığı tüm kullarına, Fatır suresi 37. ayetinde, SİZE DÜŞÜNECEK OLANIN, DÜŞÜNECEĞİ KADAR BİR ÖMÜR VERMEDİK Mİ? der. Bu sözleri hatırlayalım ve üzerinde düşünelim. Demek ki Allah ın takdiri bu yönde, imtihan için eşit zaman takdir edilmiş.  Peki, erken ölenler ne olacak? Onlara Allah gereken yaşamı vermemiş mi? Elbette onlarında hakkı gözetilmiş ve Kur’an da bununda bilgisini veriyor ve diyor ki Allah;
Vakıa 60,61: Sizin yerinize benzerlerinizi getirmek ve SİZİ BİLEMEYECEĞİNİZ BİR ŞEKİLDE YENİDEN YARATMAK ÜZERE ARANIZDA ÖLÜMÜ BİZ TAKDİR ETTİK. (Bu konuda) bizim önümüze geçilmez.(Diyanet meali)
Rum 11: Allah yaratmayı ilkin yapar, SONRA DA ÇEVİRİR ONU YENİDEN YAPAR; SONRA HEP DÖNDÜRÜLÜP O'NA GÖTÜRÜLECEKSİNİZ.(Elmalı Hamdi meali)
Buradan da anlıyoruz ki,  imtihan için verilen zamandan önce ölenler, tekrar dünyaya gelip imtihanlarını tamamlıyorlar. Tabi imtihan vakti kadar bu dünyada kalanların, tekrar dünyaya gelmeleri mümkün değil.  Bu bilgilerden yola çıkarak, kader konusunu değerlendirdiğimizde, şunları söylemeliyiz. Bir kişiyi, başka bir insan öldürdüğünde, bu trafik kazası da olabilir, silahla da olabilir, hatta gereken önlemleri alınmamış bir evde, okulda çıkan yangında ölenlerde olabilir, depremde gereken ölçülerde yapılmamış bir evin yıkılmasında ölen insanlara, BU ALLAH IN TAKDİRİDR, ONLARIN KADERİDİR DEMEMİZ BÜYÜK HATA OLUR. HATTA BU SÖZLER, KENDİ HATAMIZI ALLAH IN ÜSTÜNE ATMAKTIR, İFTİRADIR.
Neden hata olur, çünkü bu konuda hiçbir bilgimiz yok. Bilgimiz olmayan bir şeyi, nasıl olur da Allah a nispetle söyleriz. Allah ne diyordu. Benden şer gelmez. Başınıza gelen kötülük, sizlerin yaptıklarınızdandır diyordu. Bu durumda nasıl olur da, Allah a böyle bir adaletsizliği nispet ederek, kendi hatalarımızı gizleriz. Küçücük çocuğun yanarak yurtta ölmesini, NASIL OLUR DA ALLAH IN TAKDİRİ DERİZ VE ALLAH IN ÜSTÜNE SUÇÜ YÜKLERİZ. Bu kadar m ı azgın nefislere sahip olduk, bu kadar mı Kur’an dan uzaklaştık. 
Kader konusu gerçekten çok hassas bir konu. Onun içinde bilmediğimiz bir şeyi, hele hele adaletsiz bir düşünceyi, lütfen Allah a nispet etmeyelim. Allah Kur’an da geleceği bildiğini söyler ama Allah ın geleceği görmesi, önlem almayacağı anlamında elbette değildir.  Onun içinde bizlere elçiler ve kitaplar göndererek uyarmıştır.  Sırf imtihanımız da başarılı olalım diyedir, Allah ın bu çabası. Çok dikkat çekici olan ise, Allah ın takdir ettiği ömürde, bazen kısaltmalarında yapıldığı, ama hepsinin kayıt altında olduğu, bilindiği bilgisini de verir bizlere.  
Fatır 11: Allah sizi (önce) topraktan, sonra meniden yarattı. Sonra sizi çiftler (erkek-dişi) kıldı. O'nun bilgisi olmadan hiç bir dişi ne gebe kalır ne de doğurur. BİR CANLIYA ÖMÜR VERİLMESİ DE, ONUN ÖMRÜNDEN AZALTILMASI da mutlaka bir kitaptadır. Şüphesiz bunlar, Allah'a kolaydır (Diyanet vakfı meali)
Bu ayetten de anlaşılacağı gibi, Allah her kulu için, gerekli ve adaletli bir ömür belirlemiştir. Elbette Allah bu ömrün yaşanmasını, kullarına imtihanları gereği kendilerine bırakmıştır. Örneğin kendi isteğiyle intihar etmeleri gibi. Ya da bir kişinin, diğer bir kişiyi değişik nedenlerden öldürmesi gibi diyebiliriz. Bizlerin yaptığı hatalar neticesinde, bir başkasının başına gelen bir musibet, kötü bir durumun, asla Allah ın bir diğer kulu için yazılan kaderi/takdiri olamayacağını bilmeliyiz. Ne yazık ki ayetlere öyle anlamlar veriyor ve bu yolla batıl inançlarımıza kanıt yaratmaya çalışıyoruz ki, ayetlerin anlamları farklılaşıyor. 
Hadid 22: Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen HERHANGİ BİR MUSİBET YOKTUR Kİ, BİZ ONU YARATMADAN ÖNCE, BİR KİTAPTA YAZILMIŞ OLMASIN. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır. (Diyanet vakfı meali)
Bu ayette örnek gösterilerek, Allah ın her şeyi önceden yazdığını ve bizlerin bu yazgıyı yaşadığımızı söylüyorlar. Hâlbuki bu ayette dikkat ettiyseniz, başınıza gelen yalnız musibetlerden, yani cezadan bahsediyor. Allah bu musibetleri, yani cezayı neden verdiğini bir ayetinde açıklamıştı. Kendi ellerinizin yaptıklarınızın karşılığı demişti. Allah adaletsiz değildir. İncir çekirdeği kadar yapılan bir şeyin karşılığını alacaksak, Allah ın vereceği musibetin, cezanın nedenini doğru anlamalıyız.  
Allah bizlere üç şey için musibet verebilir.  İMTİHANIMIZ İÇİN.  YAPACAĞIMIZ KÖTÜ BİR ŞEYİ YAPMADAN, UYARI OLSUN DİYE. YA DA YAPTIKLARIMIZIN KARŞILIĞI, CEZA OLSUN DİYE. Bunların hiç birisini bizler takdir edemeyiz, nedenlerini bilemeyiz. Ama kendi yaptıklarımızı çok iyi biliriz. Eğer bizler, başımıza gelen tüm bu musibetlerden dersler almak istiyorsak, YAŞANTIMIZDA BAŞIMIZA GELEN MUSİBETLERİN, ASIL NEDENLERİNİ ARAŞTIRMALIYIZ. Eğer araştırmadan, ders çıkarmadan gerçeklere gözlerimizi yumarak, BUNLAR ALLAH IN TAKDİRİDİR, KADER DİYEREK, ALLAH IN ADALETİNE SAYGISIZLIK YAPAMAYA DEVAM EDERSEK, bilelim ki bu musibetler hem kişisel olarak, hem de toplum olarak, başımızdan hiç eksik olmayacaktır.
Saygılarımla
Haluk GÜMÜŞTABAK
***
https://www.facebook.com/Kuranadavet1/?ref=aymt_homepage_panel
http://halukgta.blogcu.com/
http://kuranyolu.blogcu.com/
http://hakyolkuran.com/

REVAL'den BERİSİ... Yalçın KOÇAK

REVAL'den BERİSİ...
Yalçın KOÇAK
IMF borçlarını kapatmış bir Türkiye AB sınırları dışında mali olarak sömürülmeyen bir yapıdır. Hasta adam iyileşmeye mi başladı ne? Sorusu ve korkusuyla, nezaret altındadır.
Yazdık yetmedi, televizyon programlarında söyledik S&P, Moddy’s ve Fich tam anlamıyla ekonomik tetikçilik kuruluşlarıdır ve mali kredi notlarında tam anlamıyla pislik yapmaktadırlar. 
Sömürücü kemirgenlerin öncü kuvvetleridirler.
Tarih tekerrür ettirmek isteyen bu Şer trio bize 1854 yılın da Ruslarla aramızı açarak bizi yoktan yere Kırım savaşına sokan içeride Galata Bankerleri destekli Sabataycı azgın azınlık ile; İngiltere’yi ele geçirmiş Siyonist azınlıkların müşterek sahneledikleri İngiltere Kraliyet ailesi hariç Dünyada ki tüm asil genetiklerin, hanedanların devlet idarelerinden uzaklaştırılarak kendi hegemonyaları eliyle yönetilecek “ Yeni Dünya Düzeni” Hürriyet, Adalet, Eşitlik, Müsavat mavraları ile rutubetli dehlizlerinde kötü niyetli, cin fikirlerin dolaştığı demokrasi piramitleri inşa ettiklerini, tamamen Batı sokuntusu ve sahte bir aldatmaca olan Liberal düşünceler, halk idareleri ayakları ile aldatılan tarih, kandırılan milyonlar, kaybedilen asaletler, büyük göçler, savaşlar, telefat ve hala bitmemiş bir Dünya savaşları. 
Osmanlı İmparatorluğunu kaybetti, Hanedan tehcir edildi. 
Avusturya Macaristan parçalandı, Habsburg’lar devre dışı kaldı. 
Siyonist akıllı Fransız ihtilali ile Fransa Kraliyetini sonlandırdı. 
Beyaz Rus'un Bolşevik ihtilali ile Rusya Çarlığını, Alman İmparatorluğunu kaybetti ama İngiltere Krallığı ayakta,  bu nasıl iş ; İş tarihçilerin algımızı yönettikleri arada galiba. 
1908 yılında İngiliz Kralı Henry ile Rus Çarı Nikola arasındaki Reval görüşmeleri ile bizim Kırım harbimiz (1854) arasındaki 50 sene de başımıza örülen çorabı bir çözebilsek bu gün üzerine oyun kurulan değil, günün oyun kurucusu oluruz. 
Adı ne olsun derseniz ''Horasan İnisiyatifi'' tam coğrafyanın ve kitabın ortasından olur, herkese aittir. 
BOP bitti eş başkanlıklar gitti, HOP’u devreye alalım (Hazar Ortak Pazarı). 
KEİK’i canlandırıp (Karadeniz Ekonomik İşbirliği) HOP üzerinden Şanghay 5'lisine bağlayalım. Nefis bir İpek yolu projesi olur. Çin- Avrupa demir yolunda müessir ortak olmalıyız. Otoyol, Pipe-Line boru hatlarıyla gaz ve petrol taşımacılığı, Enerji platformu ve kulvarı yapılanması ve fiber optik altyapısı ile tek DİL, tek Gümrük. İşkodradan- Mançurya ya. 
Kazak Steplerindeki milyonlarca dönümde Dünyayı açlıktan kurtaracak alüvyon toprak ekecek adam bekliyor. Mavera ün nehir suladığı otlaklara sahip çıkacak çobanlarını arıyor.
Moğolistanın kıymetli Neodium, Lityum madenlerini ve mücevher kızlarını unutmayın, 20 bin damat istiyor.???
Fikir olsun, fakirin de katkısı bulunsun istedik.
Batıya ait okumaları ve Garbiyat çalışmalarımızı çoğaltmalı ve hızlandırmalıyız. Moldovya’dan Gökoğuz Türk çocuklarımızdan çok öğrenci okutmalıyız ve her birini çok iyi Ortodoks din alimi seviyesinde eğitmeliyiz. Rus Ortodoks aleminin Türk aşısına her asırda ihtiyacı vardır, unutulmamalıdır.? Altın renkli tenekelerimizin hali ortada.
Bülbül dağını ve Meryem kült'ünü akıllı bir şekilde Batıyı ve Batılıyı manipüle edecek şekilde kullanmalıyız.?
Yeni Anayasayı Yasama ve Yürütme ergi ile sınırlamalı, Yargıya haksızca ihtilallerle verilen hak geri alınmalıdır. Türkiye kuruluş manifestosundan saptırılmıştır. Hürriyetperver demokrasi parlamenter rejimin esasıdır. Başkanlık daha konuşulmamalıdır, kuvveden fiiliyata geçilmelidir. 40 yıl bir işi konuşmak gaflettir.
Din ve vicdan hürriyeti en önemli vazgeçilmezimizdir, istismarcıları ve ondan geçinenleri en ağır ceza ile cezalandırılmalıdır. Din adına çorba kaynatanlar, torba dolduranlar, kurslarımızda çocuk okutuyoruz dümeni ile zekat yiyenler afişe edilmelidir.
Kuruluş felsefemizde ki Bektaşi’yi de Caferi’yi de kapsayan Maturidi-Yesevi çizgisi taviz verilmeyen, vazgeçilmezimiz olmalıdır. 
Kimsenin toprağında gözümüz olmadığı gibi,
Bizim Toprak kaybına da tahammülümüz yoktur.
Ne diyor Avrupalı, birliğine almama gerekçesi olarak?
Çok kalabalıksınız.
Çok büyüksünüz.
Çok borçlusunuz.
Yazılı olmayanı da yazalım Müslümansınız.
Ey Avrupa; şimdi Suriyeli ve Iraklı akrabalarımızla daha da kalabalık olduk, aklını başına al benim ekonomimi berhava etmeye uğraşma, elinden geliyorsa ucuzlat dövizini de bu eşyası “denk” de duranlara hizmeti buradan vereyim yoksa kafana “ dank” edecek ama iş işten geçecek. İşte şer'deki hayır, politikasını üretebilene...
Dengi sırtında olanın kervanı Batıya gider.