27 Haziran 2016 Pazartesi

OSMANLIYI YIKAN 3 YAHUDİ-SİYONİST MASON GERÇEĞİ:, Yazar: Ahmet Doğan ŞİMŞEK

Bizlerde 60-70 sene önceleri Refik Halid Karay'ın yazdığı kitapları okurduk. 
Ama bu aşağıdaki yazıları hiç kimse açıkça yazamazdı ve yayınlatamazdı. Çünkü o zaman sadece Osmanlıya lanet okutmaya çalışan İttihatçıların koskoca devlet-i aliye'yi satıp tüketmiş olanların adamları ittihatçıların yerini almış Osmanlıyı yağmalatıp kendi diktalarını düşman desteği ile kurmuş milletin ileri gelenlerini ortadan kaldırmak ile meşgullerdi.
Yazı biraz uzun ama romanlaşmış anılar tadında olduğundan o günleri muhayyilemizde canlandıra bilen bir yazı.
Selamlar
A.D.Şimşek
Tarih: 26 Haziran 2016 19:07
Konu: OSMANLIYI YIKAN 3 YAHUDİ-SİYONİST MASON GERÇEĞİ
Alıcı: ahmet dogan Simsek <ahmetdogan.simsek@gmail.com>

BU GARİBİN BEBEK SEMTİ HATIRALARINDAN BİR BÖLÜM VE OSMANLIYI YIKAN 3 YAHUDİ-SİYONİST MASON GERÇEĞİ:
HATIRALARIMA BAŞLAMADAN ÖNCE BU YAZIYI Mutlaka okuyun.
83 sene önce yazılan, bugün de kalıntıları devam eden “Ittihat Terakki kimdir görün.
 
83 yıl önce 83 yıl sonra / Mustafa İslamoğlu 

Devşirme… 
Önceleri biz devşirmiştik Batı yakasının cins kafalarını. Onların içerisinden bir çok sadık idareci devlet adamı, yönetici çıktı. Kimi zaman ihanet edenler de oldu.
III. Ahmet döneminde Batı hayranlığıyla başlayan yabancılaşma, II. Mahmud döneminde yepyeni bir dönemece girdi. Doğunun cins kafa Müslüman çocukları, kendine yabancılaşan Osmanlı idarecileri kadroları tarafından 'medeniyetin beşiği' Fransa'ya gönderilmiştiler. Niçin? Elbette “devşirilsinler" için. Anlayacağınız, iş tersine dönmüştü. İslâm’ın cins evlatlarının kafaları ve kalpleri yıkanarak Batı’dan kendi memleketlerine birer 'devşirme' olarak döndüler. Artık onlar Batı'nın yeniçerileriydi...
Hepsi de, ırzına geçen zorbaya âşık olan ahmak kız sendromuna tutulmuştular. Batı'da gördükleri her şeye körü körüne hayran olmuş, kendi öz kimliklerinden ise nefret eder hâle gelmiştiler. Batılı gibi yemeye, batılı gibi giymeye, batılı gibi tüketmeye, batılı gibi yaşamaya başlamış ve fakat yine de hiçbir zaman Batılı olamamıştılar. Leylek olmaktan çıkmış, fakat güvercin de olamamıştılar. Artık onlar ne Müslüman ne gayr-ı müslim idiler. Ne Doğulu ne Batılıydılar. Ne yabancı ne yerliydiler. Hisleri, duyguları karışık, düşünceleri karışık, hayatları karışık, tasavvurları karışıktı. Kişilikleri parçalanmış, kimlikleri kaybolmuş, imanları kundaklanmış, inançları çalınmıştı. Önce Genç Osmanlı idiler. Her fırsatta: “Hürriyet, hürriyet! diyorlardı. Abdulmecid'e Tanzimat'ı ilan ettirdiler.
Abdulaziz'i katlettiler. Abdulhamid'i korkusuna esir ettiler. Küfrettikleri padişah onları hem sürdü, hem de maaşa bağladı. (Sonrasıyla kıyaslayın!)
Sonra “terakki ve “müsavat" sloganlarını "hürriyet"in yanına ilave edip eklediler; "İttihat ve Terakki" koydular adını. Selanik meydanında padişaha küfrettiler, İstanbul’u basıp padişahı tahtından edince her biri bir padişah oldu. 
Astılar, 
Meclis bastılar, 
kestiler, 
soydular, 
vurdular,
kırdılar. 
Kimse hesap sormadı. Milyonlarca kilometre karelik Osmanlı toprağını yangın yerine çevirdiler. 8 yılda avuç içi kadar Anadolu dışında koskoca İmparatorluğu param parça edip erittiler. Ellerinde idare edilecek devlet, zulm edecek millet, soyacak hazine kalmayınca her biri bir tarafa sıvışıp gittiler. Talat Paşa Berlin'de bir kör kurşuna gitti. Enver Paşa "Büyük Turan" hayallerinin ardında telef oldu. Cemal Paşa Tiflis'te vuruldu. Gittiler de bitti mi? Ne gezer!.. İttihat ve Terakki'nin lanetli ruhu, bu milleti her batırışında başka bir isimle, başka bir suratla hortluyordu. Ama, daha o zamandan bazıları onların bittiğini sandı. Bunlardan biri de Refik Halid (Karay) idi. Bugün köşeme, Refik Halid Bey'in bundan tam 83 yıl önce İttihat ve Terakki'nin üçlü çetesinin memleketi terk edişlerinin ardından yazdığı bir yazıyı taşımak istiyorum:

Efendiler nereye
"Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir acı kahvemizi içmeden; efendiler nereye? Yaz başlarında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız bir takım tahtakurular çıkar, iğne gibi vücudumuza batar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli, canlı, iri yarı, şuraya buraya kaçarlar... Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahta kuruları nereye? Ücra dağ başlarında, gözleri ateşli, dişleri keskin, tüyleri dimdik aç kurtlar vardır. Köpeksiz sürülere dalarlar, etrafa kan kemik saçıp, mideleri dolu inlerine koşarlar... Galiba çoban göründü, köpekler havlıyor: Tok kurtlar nereye? Kedisiz evlerde fareler vardır. Kilerlere girerler, dolaplara dalarlar, şunu bunu kemirip sağa sola koşuşup baş köşede gezerler, bir patırtı olunca deliklere girerler. Galiba koku aldınız. Kedi geziyor: koca fareler nereye?
Dul annelerin haylaz çocukları vardır? Sandıkları kırarlar, paraları çalarlar, bohçaları aşırıp tefeciye satarlar ve sonra korkup sokak sokak kaçarlar... Galiba foyanız meydana çıktı. Yakanız ele geçecek: Ziyankâr evlatlar nereye? Vurdular, kırdılar, yaktılar, yıktılar, astılar, kestiler, kızdılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar. Memlekete düşmanları sokarak üstümüzden aştılar. Eli sopalı, beli palalı, gözü kapalı paşalar damdan dama nereye? 

O zamanlar kalemler kırık, gözler yumuk, boyunlar eğri, ağızlar kilitliydi. “Gel” diyordunuz, halk karnını yerde sürüye sürüye ezile büzüle koşuyor, ayaklarınızın altına sokulup tir tir titriyordu. “Git" diyordunuz kapıya kendini dar atıyor, merdivenleri dörder dörder atlayarak canını güç kurtarıyordu.
“... As” deyince sıra sıra dar ağaçları kurulur, “yak" deyince alev alev meşaleler tutuşur, "bas" deyince tabur tabur jandarmalar üşüşürdü. Elinizde zindan anahtarları, belinizde idam ipleri, sırtınızda dar ağaçları vilayet vilayet dolaştınız. Ali'ye çattınız, Veli'yi bastınız, Ahmed'i kazıdınız, Mehmed'i kavurdunuz, beş senedir her tarafta kargalara insan leşinden ziyafet çektiniz.
Muhalif mi? Al aşağı. 
Muharrir mi? Vur başına… 
A padişah olma heveslileri... Şam'da, Halep'te az daha adınıza hutbe okutup, isminize para bastıracaktınız! Yenilik sizde, kahramanlık sizde, avurt zavurt sizde, caka tavır hepsi sizdeydi. Şimdi böyle sinsi sansar gibi tavandan tavana nereye? 

Evet, nereye gidiyorlar? 
Mahalle kahvesinden bir adımda sadarete, meyhaneye iskemlesinden bir basışta nezarete (bakanlık), tulumbacı koğuşundan bir hamlede valiliğe eren bu türediler: nereye gidiyorlar? Kendileri kürklere büründüler, milletin derisini soydular. Kasalarına altın doldurdular, bizim ceplerimize kağıt tıktılar. Halk sersefil cami avlularında yatarken çiftlikler aldılar, kâşâneler yaptılar. Açlıktan ölenlerin lokmasını ağzından çalarak haspalara ziyafet çektiler. Susuzluktan kavrulanların testisini aşırıp havuzlarını doldurdular…

Halk sokaklarda pösteki kemirirken, onlar konaklarda “ebabil beyni" yediler, kuş sütü içtiler. Anamıza sövdüler, babamızı dövdüler, tırnaklarımızı söktüler. İşte milleti artık büsbütün öldürdüklerinden emin olsunlar. Zira damarlarımızda bir damla kan, kollarımızda bir zerre kuvvet kalmış olsaydı yakalarına yapışır, öcümüzü alırdık. Halbuki kollarını sallaya sallaya yüzümüze tüküre tüküre gittiler!..

Aşk olsun, at da size yaraşır, meydan da!.. 
Bizde bu ölü kan, sizde o yaman surat olduktan sonra bir gün olur yine gelirsiniz. Eteklerinizi öptürüp ciğerlerimizi söndürürsünüz. Biz size "Kırk katır mı, kırk satır mı?" diye sormadık. Yarın sizin bize: "Ölümlerden ölüm beğen" demek artık hakkınızdır. Lâyığımız olan paşalar! Topumuzun kellesini kesmeden nereye?” 
Giden miden olmadı aslında. Sadece isim ve cisim değiştirdiler. Bu yazının üzerinden tam 83 sene geçti. Siz söyleyin, ne değişti?
Kuklacıya değil de kuklaya baktığımız sürece, değişen pek bir şey de olmayacak.

GELELİM KONUMUZA, 
O ZAMANKİ BEBEKLİ TÜRK AİLELER ÇOK KÜLTÜRLÜ, MAL, MÜLK SAHİBİ İDİ. KİMİ AVUKAT, KİMİ DOKTOR, KİMİ ESNAF İNSANLARDI. ÖYLE BİR ÇEVREKİ 2,5 -3 YAŞINDA LÜTFENSİZ, EFENDİMSİZ SÖZ SÖYLEMEZDİK. APARTMAN KAPI KOMŞUMUZ ÇOK NAZİK AMERKALI BİR BAYAN ROBERT KOLEJ HOCASI VARDI. ÇOK EĞİTİMLİ BİR SİYAH AV KÖPEĞİ VARDI. KÖPEĞİ BAKKALDAN ALIŞ VERİŞ YAPAR BOYNUNDA SEPETİNDE SİPARİŞ YAZILI KAĞIT VE PARA İLE BAKKALA GİDER EKMEK, GAZETE ALIR DÖNERDİ.. SAHİBİNİ AKŞAM 5 TE KÜÇÜK BEBEK DOLMUŞ DURAGINDA KARŞILAR VE SABAHTA ORAYA BIRAKIP GELİRDİ VE YABANCI KİMSEYİ ONA YAKLAŞTIRMAZDI. BU KÖPEK  HAVLAMAZ, BİZİM HERZAMAN YEMEK İÇİN OTURDUĞUMUZ MUTFAK SERVİS KAPIPISINI TIRMALAR EVİNİN ZİLİNİ ÖN AYAGINLA GÖSTERİR ÇALMAMIZI İSTERDİ. ZİLİ ÇALARDIK BALKONDAN GELEN SAHİBİ BİZE TEŞŞEKKÜR EDER, KÖPEĞİ İÇERİ ALIRDI. 
RUMLARDA VARDI. 
BOSTAN İŞLETEN VE 10 METRE AGIZLI 100 METRE DERİNLİKTE BÜYÜK BİR KUYU İLE SEBZELERİNİ SULAYAN RUM KADINDAN TUTUN KARŞIMIZDAKİ TAHTA EVDE OTURAN RUM AİLEYE KADAR HEPSİ BAŞ ÖRTÜLÜ BAYRAMA, ORUCA HÜRMET EDEN, KİLİSELERİNE GİDEN MUTEDİL İNSANLARDI. BUNLARIN YERİNE YUNANİSTANDAN HEP SABETAYLAR GETİRİLİP MUBADELE İSMİ ALTINDA YERLEŞTİRİLDİ. GEREK 1924 TE DE BÖYLE BİR MUBADELE OLMUŞ VE KİLİT TOPRAKLARA SABETAYLAR GETİRİLİP YERLEŞTİRİLDİ. ŞEBİNKARAHİSAR YERLEŞEN RAHŞAN’IN AİLESİYE DE BÖYLEYDİ. GEREK İSE 6-7 EYLÜL OLAYLARINDA BİZİ SEVEN VE ARTIK BAŞKA BİR YERE GİTMEK İSTEMEYEN AZINLIKLAR HEDEF ALINIYOR VE BİTMEYEN BİR DÜŞMANLIK TESİS EDİLMEK İSTENİYOR İDİ. BUNUN YANINDA, KOMŞU YERLİ ESKİ İSTANBULLU AİLELERİ ÇOCUK AKLIMIZLA SEYREDERDİK. 
AMAN EFENDİM NE NEZÂKET NE NEZÂKET… 
MAİDE HANIM, AVUKAT BEYi EVE GELDİĞİNDE BÜYÜK BİR SÂÂDETELE DIŞ KAPIDA KARŞILAR, BEYİDE “EVİMİN SULTANI NASILLAR, İYİLERMİ?” DİYE HAL HATIR SORAR KENDİSİNE SUNULAN TERLİKLERİNİ GİYER EVİNE GİRER, YORGUNLUK KAHVESİNİ İÇERDİ. BİZLERDE ÇOK NAZİKTİK. MESELA “LÜTFEN SU VERİRMİSİNİZ ANNECİĞİM. SİZ BİLİRSİNİZ EFENDİM” DERDİK. BABAM ANNEME YARDIM ETSİN DİYE MERZİFONLU BİR HACI AMCANIN KIZI FATMA ABLAYI ALDI. YETİŞTİRDİ VE EVLENDİRDİ. BİZE EPEY BAKTI VE ÜZERİMİZDE HAKKI VARDIR. 
MÜLK SAHİBİMİZ RIZA BEY VE HANIMI DA ÇOK NAZİKTİ. KIZI MUALLA YÜKSEK TAHSİL YAPIYORDU. EVLATLIK ALDIKLARI LEYLA ABLA VARDI. KAPICIMIZIN MUHLİS BEYİN OĞLU TAHA’ YI DA OKUTTULAR. VE YARDIM ETTİKLERİ DAHA BİR SÜRÜ İNSAN VARDI. LEYLAYI DA BİRAZ GEÇ EVLENDİRDİLER.
GELELİM İHTİYAR KAYIKÇI DEDEYE. 
BU İHTİYAR KAYIKÇI BİLEMEDİĞİM DEĞİŞİK VE ESKİMİŞ BİR DENİZCİ ÜNÜFORMASINI HİÇ ÜZERİNDEN ÇIKARMAZDI. TEREKLİ BİR ŞAPKASI CEKETİ VE BUNA UYGUN BİR PANTALONU VARDI. KAYIĞIYLA HEP RIHTIMDA BEKLERDİ. BİZ AİLECEK KAYIĞINA BİNERDİK. BAZEN KARŞIYA KÜÇÜKSUYA GÖTÜRÜRDÜ. BAZENDE BİZİ KAYIKLA AÇIĞA GÖTÜRÜR, ANNEM, BABAM BELİMİZE İP VEYA SİMİT BAĞLAR DENİZE SALI VERİRDİ. 2,5 YAŞIMDAN BERİ YÜZMEYİ BÖYLE ÖĞRENDİK. AKLIMIZ ERECEK YAŞA GELDİĞİMİZDE BİR GÜN KÜÇÜK BEBEK SAHİLİNDE İDİK. 
YAŞLI İHTİYAR KAYIKÇI BU KİTABI YAZACAK İKİ KÜÇÜK ÇOCUĞA ŞÖYLE ANLATDI: 
“AH EVLAT BU KULAKLAR NELER DUYDU, BU GÖZLER NELER GÖRDÜ ” 
İKİ KARDEŞ ANLATMASI İÇİN ONA YALVARDIK. DEDİ Kİ: “İTTİHATÇI PAŞALAR YAĞMURLU BİR GÜNDE FAYTONLARLA GELDİLER, SIRILSIKLAM, PERİŞAN HALDE, DENİZE İNEN BU RIHTIM MERDİVENLERİNDEN FİLİKAYA BİNDİLER, AÇIKTA ONLARI BİR GAMBOT ALDI. İÇLERİNDEN BİRİNİN ŞÖYLE DEDİĞİNİ VE DİĞERLERİ DE TASDİK ETTİGİNİ KULAKLARIMLA DUYDUM: “BİZ SULTAN ABDÜLHAMİD’İ ANLAYAMADIK. O BÜTÜN BU OLACAKLARI BİLİYORU. BİZ, MASONLARIN OYUNUNA GELDİK. HEM KENDİMİZİ PERİŞAN ETTİK, HEMDE DEVLTİ MAHVETTİK DİYORLARDI” 
BU KONUŞMANIN ASLI ŞU YAZIDA GİZLİDİR: 
Burada bir ara veriyor, İttihat Terakki Liderlerinden Enver Paşa’nın, (tahta oturan Sultan V. Mehmet Reşad’ın dahi haberi olmadan) Alman Genel kurmayı ile birlikte yaptıkları bir oyunla Osmanlı Devleti’ni I. Dünya Harbine sokarlar ve savaşın  kaybedilmesi üzerine Enver Paşa, (1 Kasım 1918 Cumartesi gecesi bir Alman denizaltısı ile) Memleketi terk ederek Almanya’ya giderken yaveri Mersinli Cemal Paşa’ya söylediklerini aktarıyoruz: -“Paşam, bütün ef’âlimin (yaptıklarımın, eylemlerimin) hesabını vermeye hazırım.. Turan yapacaktık, viran olduk. Bizim en büyük günahımız, hatamız Sultan Hamid’i anlayamamaktır. Yazık paşam, çok yazık! Siyonistlerin oyununa âlet olduk ve onların hıyanetine uğradık!”(5)
Burada ikinci bir notun daha düşülmesi elzemdir. (Bizdeki bilinen ismi ile İtalyan vatandaşı) Selanik Mebusu; Emanuel Karasu
İŞTE İHTİYAR KAYIKÇININ BAHSETTİĞİ MASONLARDAN BİRİ BUDUR.
“..Komiser Dario, İstanbul’dan “Carasso adından bir şahsın”, Cavir, Nogara ve Toeplitz ile alakalı bir iş için kendisine telgraf çektiğini bildirmiştir… Selanik asıllı Sefarad Yahudisi Avukat Emanuele Carasso Abdülhamid döneminde. Büyük İtalyan Doğu Locası ile Jön Türkler arasındaki “bağlantının gerçek halkası” olmuştur. Makedonya Risorta Locası Üstad-ı Azam’ı olan ve harp esnasında tükenmiş bir toplumun gıda karneleri üzerinden kendisine menfaat sağlayarak zengin olmakla suçlananan Caruso, (Emanuel Karasu) Yunanistan’ın hakimiyetine geçen bölgedeki diğer Yahudiler gibi, 1919 sonrası Napoli’ ye göç etmiştir. Oldukça esrarlı ve hakkında fazla bilgiye sahip olmadığımız kişiliktir. (6)
Şimdi söz sırası, İttihat Terakki kurucularından Emanuel Caraso’da-“Emanuel  Karasu, İtalyan Bankası’ndan aldığı 400.000 liralık altınları dört teneke içerisinde Mitroviçalı Necip Draga isminde zengin bir adama vermiş ve o da bu parayı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir uzvu olan merhum Eyüp Sabri Bey’e (Çorum Mebusu) verdi. Bu para 31 Mart’ın ortaya çıkmasına sarf edildi.
-Emanuel Karasu, müteaddit defalar, ‘Sultan Hamit’e 5 milyon altına yaptıramadığımız işi (Kastedilen Filistin bölgesinde Yahudilere toprak talebidir.) biz İttihatçılara 400.000 liraya yaptırdık,’ diye övünmüştür.’(7)  (Bütün bu olanların baş müsebbi, Mason Talat paşa dahil ittihatçıların istanbuldan kaçışını anlatıyordu. İstanbulda İSTİNYE KOYUNDA Goben zırhlısında misafireten bulunanTalat paşa, Bebekten bir filikayla Alman gabotuna binip ona intikal eden Enver paşa ve diğer hempaları ile birlikte istinye koyunda bulunanadı geçen Goben zırhlısında toplanıp İngiliz filosunun İstanbul limanına girmesinden önce EnverTalat ve Cemal Paşalar, 2 Kasım 1918’de Alman torpidobotu 'R-1' ile İstanbul'u terkederek 3 Kasım 1918'de Sıvastopol'a ulaştı.)”
ŞİMDİ BU NASIL OLDU ?
EMANUEL KARASSO BU YETKİYİ İLLİMUNATİ ADINA KULLANIYORDU:
Dönem, Osmanlı ile Rusya arasında cereyan eden "93 Harbi"ne rastlar. Osmanlı'nın finansal yapısı çok bozuktur ve acilen paraya ihtiyacı vardır. Bunu fırsat bilen siyonist Theodor Herzl, Sultan Abdülhamid'e giderek, Filistin'den toprak satın almak istediklerini beyan eder. Ancak, Sultan Abdülhamid, "Şehid kanıyla alınan topraklar parayla satılmaz" diyerek Herzl'i huzurundan kovar. Theodor Herzl, istediklerini alamamanın hıncıyla Avrupa'ya döner. Ve yaşanan olayları rapor halinde diğer siyonist ileri gelenlerine sunar. Bunun üzerine, aralarında yaptıkları toplantıda, “Büyük İsrail” emellerinin önündeki manileri, engelleri nasıl kaldıracaklarına dair planlarını tekrar gözden geçirirler.

İLLİMUNATİYE GİDEN HERZL’İN ANLATTIKLARI, BASEL KONFERANSINDA:
1) ABDÜLHAMİD HANIN DEVRİLMESİ, 
2) OSMANLININ YIKILIŞI VE 
3) TÜRKLERİN İSLAM DİNİNDEN KOPARILMASI PLÂNLARININ DEVREYE KONULMASI İLE NETİCELENİR. 
EMANUEL KARASSO DEVREYE YUKARDA ANLATILDIĞI GİBİ GİRER VE İŞİ TAMAMLAMAK ÜÇÜNCÜ YAHUDİ MASON HAİM NAHUMA DÜŞER. KISACA 3 YAHUDİ MASON OSMANLI-TÜRK TARİHİNİ DİNAMİTLEMİŞTİ.

Siyonistlerin sinsi planları devrede
Almanya'da 5 sene süren hazırlıklar tamamlandıktan sonra, 1897'de meşhur "Basel Konferansı"nı yaparlar. Bu konferansta üç temel karar alınır: 
1) Sultan Abdülhamid tahttan en kısa sürede indirilecek,
2) Osmanlı "Hilafet"ine son verilecek,
3) Kademeli olarak İslâm dini yeryüzünden silinecek.

Bu aşamadan sonra, devreye Sultan Abdülhamid'i tahttan indirme ve Osmanlı'yı yıkma projesini yürütecek olan Emanuel Karasso girer. Karasso, İtalyan Mason Locası’nın başkanı, siyonistlerin planlarını kurnazca tatbik etmeye en müsait isimdir. Vazifeyi alır almaz bütün argümanları kullanarak, Sultan Abdülhamid ve Osmanlı'yı çökertme tezlerini hazırlar. Karasso ilk etapta, Selanik'te Mason Localarını açar, daha sonra da İttihat ve Terakki Partisi'ni hayata geçirir. Bölgedeki bazı mühim komutanları etrafında toplayarak çöküşün başlangıcını hazırlamaya başlar. Önce ordu isyan ettirilir. Sonra politik faaliyetlere müracaat edilir, başvurulur. 
1. Osmanlı Meclisi, sayıca yoğunlaşmaya başlayan Ermeni, Rum ve Yahudi azınlıklarının ipleri ellerine alma oyunları sonucu kapatılır. Kışkırtma ve kan dökme faaliyetlerini engellemek için açılan 2. Osmanlı Meclisi'ne, daha büyük çoğunlukla gelen Emanuel Karasso, artık Selanik Mebusu'dur. Süreç artık Karasso'nun istediği gibi çalışmaktadır. Aradan 1 sene geçmiş ve Meclis'te oy çokluğuyla (1909) Sultan Abdülhamid'in halline karar verilmiştir. Ve Basel’de alınan kararların 1. maddesi tatbikata konulmuştur.

 Lozan'ın gidişatını değiştiren gizli el 
 Sıra 2. maddenin hayata geçirilmesine gelmiştir. 
Emir komutayı iyice eline alan İttihat ve Terakki Partisi'nin ilk icraatı, Trablus'taki Garp Cephesi'ni dağıtmak olur. Garp Cephesi'ndeki tecrübeli komutanların tayin edilmesi sonucu 1911'de Trablus, İtalyanlara verilir. Ordu, Balkan Harbi'nden sonra 1912'de 1. Dünya Harbi'ne sokulur. Böylece bütün cephelerde dünya ile mücadele etmek mecburiyetinde kalan Osmanlı Ordusu, halsiz ve bitkin düşürülür. Yani tahttan indirilen Sultan Abdülhamid’den sonraki dönemde, 15 sene harb ettirilen “Hasta Adam" Osmanlı son darbelerle ölüme terk edilir! Ve Basel’de alınan kararların 2. maddesi de böylece tatbik edilmiş, uygulamaya konulmuştur.
Artık siyonistlerin, 3. maddeyi devreye sokmak için önlerinde hiçbir mani, hiç bir engel kalmamıştır. 5 sene sürecek olan İstiklâl Harbi’nin ardından, “Ölümü gösterip, sıtmaya razı etme sürecinde atılacak adımların hesapları yapılmaya başlanır. Tarihler 24 Temmuz 1923'ü gösterdiğinde, yüzyıllardır bu coğrafyada denge unsuru konumundaki Osmanlı'nın torunları, sahneye konulacak oyunun figüranları olarak "Lozan tiyatrosu”na davet edilir. Görüşmeler esnasında Fransız Klemenso, Kur’an-ı Kerim'i havaya kaldırarak: 
"Bakınız bu görüşmelerde aylardan beri bir adım dahi atamıyoruz. Bunun sebebi açıktır. Eğer bu kitaba bağlı olacaksanız, biz size bağımsızlık vermeyiz. Çünkü bu kitap siz Müslümanlara; Hıristiyan ve Yahudilerle dost olmamayı emrediyor. Bu kitaba uymaya devam ederseniz, düşmanlığı sürdüreceksiniz demektir. Bu şartlarda da sizinle barış yapmamız mümkün olmaz der ve görüşmeleri kilitler.

İddialara göre, İsmet Paşa (İnönü) ile Lozan’a giden siyonist doktrinci Haim Nahum, müzakerelerin çıkmaza girdiğini görünce, Türk heyeti adına: "Hilafet'in kaldırılarak, İslâm'la olan bağlardan yeni kurulacak devletin koparılacağı" garantisini verir. Ancak, verilen bu teminatlar neticesi bir anlaşmaya varılabilir. Nitekim, Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra, 3 Mart 1924 tarihinde Meclis’te alelacele görüşülerek kabul edilen kanunlar, yeni siyasi yapılanmanın istikametini göstermesi açısından mühim, oldukça önemli ipuçları veriyordu. Aynı gün çıkarılan"Hilafet"in kaldırılmasıyla alakalı kanunla, yeni devletin İslâm dünyası ile bağlarını koparacak, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile de medreselerin kapatılması sağlanacaktı.
Yıllardır gündemi meşgul eden Lozan Antlaşması'nın "zafer mi, hezimet mi?" tartışmaları bir yana dursun, neticeleri kısmen ortada. Bir taraftan “Kıbrıs""12 Adalar""Musul" ve "Kerkük" meseleleri bu antlaşmanın sonucu olarak başımızı ağrıtırken, diğer taraftan da gizliliğiyle kafaları karıştırmakta.

 Türkleri kurudukça sulayın, yeşerdikçe budayın...
 Çünkü, Lozan Antlaşması'yla alakalı oturum tutanakları üzerinden tam 90 sene geçmesine rağmen hâlâ sır gibi saklanıyor. Arşivlerde saklanan bu antlaşmanın kamuoyuna açıklanamaması, ne derece sırlı bir yolda yürüdüğümüzün işareti. 

Haim Nahum'un, "Biz Türk milletini bağımsızlığa kavuşturduk, ama manen yıktık. Bir daha ayağa kalkamazlar" deme cüretinin altında yatan hakikatler neydi acaba? Belki de bu sorunun cevabı yaşadığımız hadiselerin içerisinde saklıdır.

Ve enterasan, ilginç bir anektod. 
İngiliz Devlet eski Başkanı Wilson Churchill, 1932 yılında Avam Kamarası’da yaptığı konuşmada milletine ve temsilcilerine şu beyanatı vermektedir: 
"Türkleri güç ve ağırlık olarak yüz grama çıkarmamalı, elli grama ise hiç düşürmemeliyiz. Onları biraz kuruyunca sulamak, biraz yeşerince de budamak icap eder. Ellerindeki Kur'an-ı Kerim'i alamazsak, Türkleri yenmemiz mümkün değil. Öyleyse şimdiden Türkiye’ye karşı dinsizlik silahlarını çevirerek, en hassas imanlı kalplerinden vurmaya hazır olmalıyız…!

1932’de Ezan'ın Türkçeleştirilmesi, 
Kur’an'ın Arapça olarak okunmasının yasaklanması, 
başörtüsünün okullarda problem haline getirilmesi, 
“Kur'an'ı kapa, kadını aç" felsefesinin ayyuka çıkarılması, 
Sünnî-Alevî kesimin mezhep kavgasına sürüklenmek istenmesi, 
Güneydoğu’da kardeşi kardeşe kırdırma politikası... 
Evet, bunlar Müslüman coğrafyada, sırası geldikçe sahnelenen senaryoların bazı bölümleri. Ve Basel’de alınan kararların 3. maddesi hâlâ tatbik edilmekte ve uygulanma aşamasında… Gerek memleketimizde ve gerekse yanıbaşımızdaki “Ortadoğu"da yaşanan sıcak hadiseler, geleceğe dair çok mühim ipuçları veriyor. Siyonistlerin “Arz-ı Mev'ûd" hayalleri için kasıp kavurduğu İslâm dünyası her gün farklı bir felaketle sarsılıyor.

AZINLIKLAR VE SABETAYLAR İSE O ZAMANLAR KUZGUNCUK, MODA, KADIKÖY (KARATAŞLAR) , TEŞVİKİYE, NİŞANTAŞI, MAÇKA, PERA, BEYOGLU, LEVENT, ETİLER (KAPANİLER) , BEBEK VE BOĞAZ DA YENİKÖY HATTINDAYDILAR. 

BELLİ BİR AZINLIK GURUBUN DEVLETİN SİNİRLERİNİ NASIL ELE GEÇİRDİKLERİNİN HİKÂYESİNE ŞAHİD OLDUM. ERKEKLERİ KENDİLERİNDEN OLMAYANLA EVLENMİYOR, KADINLARI MEŞHUR OLAN KİŞİLERE HANIM OLUYORLAR VE ÇOCUKLARI KENDİLERİNDEN BİRİ GİBİ YETİŞTİRİYORLARDI. HER İŞTE PROAKTİF İDİLER. HADİSELERİ KENDİLERİ İDARE ETMEK, YÖNETMEK VE KENDİLERİNDEN OLMAYANLARA HAKİM OLMAK İSTİYORLARDI. 

ÇOK ZEKİ OLDUĞUMUZDAN, İYİ OKUMAMIZI İSTEYEN ANNEMİN GAYRETİYLE, İLK OKULA ZEKA TESTİYLE ÖĞRENCİ ALAN ETİLERDEKİ ATA KOLEJİNE KARDEŞİM VE BEN ZEKA TESTİNİ 100 PUANLA KAZANIP YAZILDIK. İŞTE BURADA KAPANİLERLE İLK DEFA TANIŞTIK. 1.Cİ SINIFTA OKURKEN SINIFTA LİDERLİK MÜCADELESİ YAŞANDI, KAPANİLERDEN BİR BEYAZ TÜRK OLAN MUSTAFA’ NIN SATAŞMASIYLA İŞ KAVGAYA DÖNÜŞTÜ ONU DÖVÜNCE ODA KOLUMU ISIRDI İZİ KALDI. İDAREYE ŞİKAYET ETTİM, FAKAT GÖRDÜMKİ, HUSUSİ OLARAK KORUNUYORDU. HATTA OKULU ADETA ONUN AİLE ÇEVRESİ İDARE EDİYORDU. AYRILMAK MECBURİYETİNDE KALDIK. ARNAVUTKÖY İLKOKUL, ORTAKÖY DE GAZİOSMAN PAŞA ORTA OKULU VE KABATAŞ ERKEK LİSESİNİ BİTİRDİM.
MAALESEF GÖRDÜM Kİ, TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI DİYE BİR ŞEY ÖĞRENİLEMEZ HALE GELMİŞDİ. ÇÜNKİ DEVRİMCİ KADROLAR, DİLİMİZİ HIZLA DEĞİŞTİRİYOR ESKİ NESİLLER VE EDEBİYATIMIZ İLE ALAKAMIZI, İLGİMİZİ KESİLİYOR, KISACA BİZDEN SONRAKİ NESİL 50 SENE ÖNCENİN ESERLERİNİ ANLAYAMAZ HALE GELİYORDU. 
OSMANLI TARİHİ HAKİKATLERİ, GERÇEĞİ ÖLÜYOR, UYDURMASI YAZILIYORDU.

(Eski adı maârif vekâleti olan Millî Eğitim Bakanlığı, dünya devletleri arasında (millî) sıfatını taşıyan çok az bakanlıklardan biridir. 
(Öğretim) değil (eğitim) denmesi ise Fransızca’da bu bakanlık adının tercümesinden kaynaklanıyor. Okulları düzenleyen bu bakanlık, dünyanın ufak büyük, fakir-zengin, totaliter-demokrat bütün devletlerinde çocukları, gençleri, o devletin insanı olarak yetiştirmek için millî ve milliyetçidir. Türkiye’de ise (millî, ulusal, milliyetçi) adı taşıdığı halde hiç de öyle olmayan kurumlar haylidir. Bu sıfatları kullanmaktan hoşlanmayan İngiltere, dünyanın en milliyetçi, fakat en demokrat milletini ve idaresini oluşturabilmiştir.

Osmanlı, günümüze oranla, az sayıda, fakat kaliteli okulları ile, kültürlü insanlar yetiştirdi. Bu insanlar, Millî Mücadele’yi yapıp cumhuriyeti kurdular. Cumhuriyet eğitiminde ise kalite gittikçe düştü. Her devlette az çok geçerli bulunan resmî tarih’in dozunu -hem de fena halde- kaçırdık. Uyduruk tarih’e çok yaklaştık. Âdetâ 1920’lerde yaratılıp yeryüzüne inen bir millet olduğumuzu iddia ettik. Geçmişte kötü olmayan hiçbir şey yoktu. Babalarımız, dedelerimiz geri, gerici, eksik zekâlı, cahil, üstelik irticâya mâil insanlardı. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti ve Kurtuluş Savaşı, çok âşikâr şekilde, Osmanlı’nın, Osmanlı insanının, general ve subaylarının, askerinin, bürokratının, halkının eseridir. Tarih inkılabını/devrimini daha da berbat dil inkılabı/devrimi takip etti. 

Dünyanın en zengin kültür dillerinden biri olan Türkçe, kabîle dili hâline getirildi.1970’lerde binlerce gencimiz, komünizmin pençesinde idi. Ana babalarını kesmeye hazır ve hevesli olduklarını söyleyenleri dinledik. İzmir duvarlarında “Türk askerini gördüğünüz yerde vurun!” sloganı yazan alçaklar türedi. “Millî” denen eğitimin böylelerini yetiştirdiği ortada idi. İlk öğretim ve liselerden bahsedeceğim. Üniversite konusu bu makaleye sığmaz. İlk öğretim ve bilhassa liseler, her şeyi öğretmek hevesiyle hiçbirini doğru dürüst öğretememişlerdir. Doğru dürüst Türkçe, yabancı dil, tarih, coğrafya vs. öğrenenler yok olurcasına azaldı. Müfredâtın tamamen çağ dışı kaldığı anlaşıldı. Fakat düzeltilemedi.

TÜRKÇENİN DEVRİLMESİ: Türkçe, dünyanın en büyük dillerinden biridir. Dil inkılabında/devriminde bu Türkçe devrildi. Atatürk, bu devrimde yanıldığını, başta Fâlih Rıfkı Atay birçok yakınına söylediği, vazgeçtiği halde, 1938’den sonra da dil devrimi hızını kesmedi. Çok kazançlı meslek hâline geldi. Hedef, insanımızın:
1) Geçmişle, klasik millî kültürle, 
2) diğer Türkçe konuşan devletlerle alakasını, irtibatını kesmek idi. 
Çocuklar, anası babası ile anlaşamaz hâle düştü. İlk ve orta öğretimin ilk hedefi bütün dünyada, devletin resmî dilini hakkıyla öğretmektir. Laos’ta ve Paraguay’da veya Japonya’da ve Almanya’da, hâsılı her devlette bu en ağırlıklı temel öğreti gerçekleştirilmiştir. Türkiye, dilini iyi öğretemeyen dünyanın tek devletidir. Yeryüzünde, yarım asır önceki klasiklerini sadeleştirerek (!) okutmak maskaralığı, hiç, ama hiçbir millette yoktur. Bugün en seçkin kişilerimiz dahil, mutlaka uzun kısa hece, vurgu, mana hataları ile kelime telaffuz ediliyor. Binlerce güzel kelimemiz, Türkçe değil veya eskidi câhilâne suikasdine uğrayarak, kullanılmaz, zamanla anlaşılmaz oldu. Her kelime bir mânâ âlemi olduğu için, kullanılmaz olunca, insanımız tefekkürde geriledi, fikir oluşturamaz, nüans ifade edemez derekeye düştü. Hiçbir büyük şair yetişmiyor ve yetişmesi mümkün değil. Zira şiir, kelime ile inşa edilir. Bizde kelimelerin yerini “sözcük” denen ucûbeler almıştır ki, hemen hepsi dilin musikisinden mahrumdur.

OSMANLICA ÖĞRETİLMELİ: Bu büyük sualin, harf inkılâbı ile alakası yoktur. Latin harflerinin Türkçe’yi Arap harflerinden daha iyi, daha doğru, daha kolay yazdığı, açıktır (ancak (^) ve (‘) işaretlerinin imlâdan kaldırılması, çok büyük sûikasd oldu). Bu gerçek, Arap harfleri ve bu alfabe ile yazılmış muazzam edebiyatımızı bırakmak demek değildir. Liselerde seçmeli ders olarak mutlaka Osmanlıca öğretilecektir. Mutlaka öğretilecektir. Başka çare yoktur. 
Başka çare yoktur. Zira geçmiş edebiyatını okuyup anlamadan lise diploması verilen tek devlet Türkiye’dir. Bir Arap, İranlı, İngiliz, Fransız, Alman, Rus, Çinli, Japon, asırlar önce yazılmış edebiyatını rahatça okuyup anlıyor. 
Biz niçin anlayamıyoruz? 
Kusurumuz nedir? 
Bize niçin geri zekâlı millet muamelesi yapılıyor? 
Dünyanın hiçbir devletinde gerçek klasik edebiyatını okuyup anlamayan öğrenciye lise diploması verilmemektedirYılmaz Öztuna ‘MİLLİ’ EĞİTİMLE MİLLİ değerden uzaklaştık makalesinden)

SABETAYLAR HER OKULA GİTMEZLERDİ. 
HİGH SCHOOL, SEN JOSEF, SEN BENUVA, NOTREDAM DE SİON, TEŞVİKİYEDE FEVZİYE MEKTEBLERİ, BEYOĞLUNDA GALATASARAY LİSESİ, ETİLER DE ATA KOLEJİ, ARNAVUTKÖYDEKİ ESENİŞ LİSESİ VE ROBERT KOLEJ BUNLARDANDI. 
İTTİHAT TERAKKİ İLE BERABER BU AZINLIK VE SEBATAYLARI ÖN PLANA ÇIKARAN YAPILANMA HER YERİ KAPLADI. KURTULUŞ HARBİ DİRENİŞ KAHRAMANLARI, ONLARA TABİ OLMADIYSA DIŞLANDI İKİNCİ PLANA İTİLDİ. YÜZLERCE VESİKAYLA SABİT. TARİH BAŞTAN YAZILSA YERİDİR.
ALİ KAYIKÇININ “MERT IRMAGI İNSANLARI” İSİMLİ TARİHİ ROMANINDAN ALINTILAR: TANZİMATLA BİRLİKTE GELİŞEN BATIDAN ALINAN KURULUŞLAR, BATI KANUN VE DİLİNİ BİLEN AZINLIKLARIN VE SEBATAYLARIN HAKİMİYETİNE GEÇİYOR İDİ.

1283(*) yılında Rusya, Osmanlı Devleti’ne bir muhtıra vererek gayrimüslimlerin menfaatlerinin, Müslümanların menfaatlerinden ayrı tutulmamasını ve vilâyetlerde bir nevi muhtariyet şeklinde hususi/özel bir İdare şekli kurmalarını istedi. Böylece, Devletimizin topraklarının taksimini hedef güdüyordu... Hâlbuki bu sıralarda "Şûra-i Devlet"(**) azalarından ÜÇTEBİRİ Hıristiyan olduğu gibi Nafıa Nazın("*) da bir Ermeni İdi. Osmanlı ülkesindeki Hıristiyonlan himaye işine el atan bütün devletlerin hakîki niyetleri, Ermenileri himayeden ziyâde, bu bahane ile Osmanlı Devleti'nden arazi koparmaktı. Meselâ Fransa, 1276 yılında Lübnan'da bizzat çıkartmaya muvaffak olduğu "Dürzi İsyanı" sonunda Lübnan'a muhtariyet verilmesini temin etmişti. Bu hareket, Lübnan’ı ele geçirmeye yönelik müstakbel bir plânın ilk safhasıydı.

TAPINAK ŞÖVALYELERİ; ROBERT KOLEJ VE AMERİKAN KOLEJLERİ ÇEVRESİNDE MEŞ’UM PLANLARINI MASONLARINDA DESTEĞİYLE HER YERDE TATBİK EDİYOR, UYGULUYORLAR İDİ.

Amerika'dan gelip Harput'a yerleşen ve bir süre Fırat Koleji Başkanlığı'nda bulunan Henry Riggs; bilindiği üzere, misyonerler arasında bir ekol olup memleketimize gelen ilk misyonerlerdendir ve İncil'i Ermenice, Bulgarca ve Türkçeye çeviren Elias Riggs'in torunudur. Riggs ailesi Anadolu'da oldukça geniş bir kadroyla misyonerlik yapmışlar. Henry Riggs'in babası Edward Riggs azınlık mekteplerinden olan Merzifon Amerikan Koleji'nde başkanlık yapmıştır.(*)
“Zulmün topu yar, güllesi var, kal'ası varsa, Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır."
“Göz yumma güneşten ne kadar nuru kararsa, Sönmez ebedî her gecenin gündüzü vardır.

   ARTIK OSMANLININ YIKILIŞINDAKİ GERÇEKLERİN TAM ANLAŞILMASI ARZUSU VE DUALARINIZI BU GARİBE DE TEVCİH ETMENİZ İSTİRHAMI İLE
***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder