29 Kasım 2017 Çarşamba

ÖZELLEŞTİRME FURYASI, KIYASIYA PEŞKEŞ, YOLSUZLUK VE VURGUN

TEKEL’İN ÖZELLEŞTİRİLMESİ BÜYÜK BİR VURGUNDUR

MALKARA HABER

Tekirdağ Milletvekili Candan Yüceer, Tekirdağ’da faaliyet gösteren içki fabrikasının kapatılmasına tepki gösterdi. Yüceer, “86 yıllık bir üretim geleneğinin basit bir kararla başka bir ile taşınması, üreticisinden, nakliyecisine tedarikçisinden tacirine yüzlerce kişinin işinden edilmesi, nasıl yalnızca kar odaklı, acımasız neoliberal bir düzende yaşadığımızın göstergesidir” dedi.

Tekirdağ Milletvekili Candan Yüceer yaptığı yazılı açıklamasında, Türkiye’de 2002 sonrasında uygulanan özelleştirme politikasıyla Devletin milletle beraber kurduğu fabrikaların tümünün neredeyse peşkeş çekildiğini ve başlı başına bir özelleştirme skandalı olan Tekel’in içki bölümünü satışının bu haraç mezat satış anlayışının en belirgin örneği olduğunu belirtti. Yüceer, “AKP hükümetlerinin iş başında olduğu son 15 yılda 125 büyük özelleştirme yapıldı. Diğer küçük özelleştirmelerle birlikte toplam 59 milyar dolar gelir elde edildi. 80 yılda elde edilen Cumhuriyet eserlerini 15 yılda satıp açıklar kapatılmaya çalışıldı ama buna rağmen Türkiye’nin iki yakası bir araya gelmedi” dedi.
TEKEL’İN ÖZELLEŞTİRİLMESİ BÜYÜK BİR VURGUNDUR
Zamanın Maliye Bakanı Unakıtan’ın “babalar gibi satarız” söylemiyle hatırlanan TEKEL’in Alkollü İçkiler Bölümü satışının devletin birikimlerinin nasıl çarçur edildiğine ilişkin açık bir örnek olduğunun altını çizen Yüceer, “2004’te Nurol, Limak, Özaltın ve Tütsab şirketlerinden oluşan konsorsiyumun oluşturduğu Mey İçki’ye devredildi. Mey İçki, TEKEL’in 17 fabrikası ve çeşitli taşınmazları ile stoklarına 292 milyon dolara sahip oldu. Sonra ABD’li Texas Pacific Group’a 810 milyon dolara satıldı. Amerikalı şirket Mey İçki’yi 2011’de İngiliz Diageo şirketine, 2,1 milyar dolar sattı. 2004 yılında 292 milyon dolara satılan TEKEL’in içki bölümü 7 yıl sonra 2,1 milyar dolara satıldı. Bu rakamlar vurgunun büyüklüğünü ortaya koymaktadır” dedi.
86 YILLIK BİR ÜRETİM GELENEĞİ YOK EDİLDİ
Böylesi çarpık bir süreçle yönetilen özelleştirmelerin sonuçlarının da çarpık olduğunu vurgulayan Yüceer, “şimdi 1931’de kurulan ve Türkiye’de eşsiz kabul edilen Tekirdağ içki fabrikasının kapısına kilit vuruluyor. Yüzlerce insan buradan elde ettiğini gelirini kaybediyor. Bazı şeyler kar zarar hesabının ötesindedir. Tekirdağ İçki Fabrikası, savaştan yorgun ve yoksul çıkmış bir halkın, Cumhuriyet’i kurduktan, kapitülasyonları kaldırdıktan sonra canını dişine takarak yaptığı büyük sanayileşme hamlesinin sembolüdür” dedi.
BU FABRİKALAR BİR HALKIN KENDİNİ İSPATIYDI
Tekirdağ İçki Fabrikası gibi Cumhuriyet’in daha emekleme çağlarında yarattığı bu sanayi tesislerini, bu binbir emekle kurulmuş fabrikaları bir halkın kendini ispatı, bir varoluş mücadelesi, emperyalizme karşı birer kale olarak görmek gerektiğini ifade eden Yüceer, “Tekirdağ İçki Fabrikasının kapısına kilit vurulduğu 17 Ağustos 2017 tarihi yalnızca Tekirdağlılar için değil, Cumhuriyet’in yarattığı değerlere sahip çıkan her vatandaş için acı bir gündür” dedi.,
http://www.malkarahaber.com.tr/tekelin-ozellestirilmesi-buyuk-bir-vurgundur.html

***

BÜYÜK PROJELER, BÜYÜK YALANLAR, BÜYÜK VURGUNLAR VE BÜYÜK YIKIMLAR!

FİKRET BAŞKAYA

(ABC KRİTİK - 08.09.2016)
Kapitalizm dahilinde "kalkınma" diye bir şey mümkün müdür? Sermayenin büyümesi neden kalkınma sayılsın? Veya "kalkınma" kelimesi neyi gizliyor?
Fikret Başkaya
Başlarda kapitalizme "yaratıcı yıkıcılık" deniyordu ve gerçekten de öyleydi. Artık öyle değil. Şimdilerde sistem çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor, yaptığından daha çoğunu bozuyor, yıkıcılık yaratıcılığın önüne geçmiş durumda. Kapitalizm öyle netameli bir sistemdir ki, bu dünyada ne varsa metalaştırıyor, paralılaştırıyor, özelleştiriyor, özel mülk kategorisine indirgiyor, her şeyi alış-veriş nesnesine, kâr aracına dönüştürüyor. Müşterekleri yok ediyor, canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürüyor. Velhasıl tam bir kadavra medeniyeti... Tabi bu arada insanı da insanlıktan çıkarıyor. İnsana ve doğaya zarar vermeden yol alamıyor. Lâkin bu kepazelik, "ilerleme", "büyüme", "kalkınma", "çağdaşlaşma", vb. sayılıyor, üstelik büyük  bir başarı olarak sunuluyor ve insanlar bu büyük yalana inanıyor! Aksi halde yıkımın bir başarı öyküsü olarak sunulabilmesi mümkün olmazdı.
Şimdilerde "büyük projeler" tam bir yıkım ve yok etme aracına dönüştü. Bir proje ne kadar büyükse, kâr da, vurgun da, tabii yıkım da o kadar büyük oluyor. Mesela 1 km. Hızlı Tren yolu için harcanan kaynakla yaklaşık 2 km. normal tren yolu yapılabilir. Üstelik kullanıcılar için daha ucuzdur, istasyon sayısı çoktur, kapsayıcılığı fazladır ve daha zevklidir. Ama kapitalistler daha büyüğünü, daha kârlısını tercih ediyorlar... Bu yüzden, işte, Üçüncü Köprü, Üçüncü Hava Limanı, "çılgın proje" de denilen Kanal İstanbul, Osmangazi Köprüsü, Galata Port projesi, Akkuyu ve Sinop nükleer santralleri, Doğu Karadeniz için tasarlanan HES'ler, Ilısu Barajı, Hızlı tren, dev AVM'ler, Türkiye'nin en büyük camii, vb... dayatılıyor...
Bu büyük  projelerle amaçlanan toplumun bir ihtiyacını karşılamak değil, kâr etmek, sermayeyi büyütmek, topluma, herkese ait olanı gasp etmek, birilerini daha da zengin etmek, vurgunu büyütmektir. Gerçek durum böyle ama retorik farklı... Büyük sermaye 'değerlenme' sıkıntısı çekiyor ve onu aşmak için de bu büyük projeler dayatılıyor.  Dolayısıyla ilişki ters-yüz olmuş durumda... İhtiyaçtan hareketle bir şey yapılmıyor, tam tersine kâr etmek, sömürüyü, yağma ve talanı büyütmek için  bir "ihtiyaç" peydahlanıyor... Tabii büyük projeler sadece birilerini zengin etme araçları değil, bu büyük projeler eski çağların tapınaklarının yerini almış durumda. Nasıl eski zamanlarda devasa tapınaklar kralların, imparatorların, sultanların, hanların, şahların... egemenliğini meşrulaştırma-kabullendirme işlevi görüyorduysa, finanslaşmış neolibral küresel kapitalizm çağının "büyük projeleri" de benzer bir işlev görüyor... Böylece bir taşla iki kuş vurmuş oluyorlar...
****
İstanbul boğazına üçüncü bir köprü kurdular, köprüye Osmanlı İmparatorluğu'nun en zalim, en gaddar, en katliamcı padişahının adını verdiler. Bu topraklarda yetişen onca harika yazar, romancı, şair, sanatçı, ressam, düşünce insanından bir tekinin bile adı akıllarına gelmedi... Gelir miydi? Elbette gelmezdi. Bu rejimin ne mene bir şey olduğunu bilenler, o harika insanlardan bir tekinin bile adının neden akıllarına gelmediğini gayet iyi bilir... Zira, bu ülkenin aydınlık timsali, yüz akı ne kadar, yazar, romancı, şair, sanatçı, düşünce insanı... var olmuşsa, bu rejime, bu devlete rağmen var olmuşlardır. Zira bu rejim oldum-olası onları hep katli vacip düşmanlar olarak gördü ve  görmeye devam ediyor... Belki böylesi daha iyi, aksi halde tam bir yıkım, yok etme ve kirletme aracı olan bu köprü, o güzel insanlardan birinin adını da kirletecekti...
****
Köprüye 'üçüncü gerdan' diyorlar. Bir boğazda üç gerdana ne gerek var? Birinci köprü trafik sorununu çözecekti, çözmedi, ikinci köprü trafik sorunu çözecekti çözmedi, üçüncüsü de çözmeyecek. O halde dördüncüsü, beşincisi... gündemde demektir...  Zira yanlış soruya doğru cevap mümkün değildir. Üçüncü köprü trafik sorununu çözmeyecek, tam tersine daha da azdıracak. Kuzey ormanları karayolu için feda edilmiş durumda. Su kaynakları, tarım alanları her tülü canlı yaşam yok edildi. Bu bir betonlama-astvaltlama operasyonudur. Kentin eko-sistemi bozuldu, daha da bozulacak. Ne için? Bir kaç sermaye gurubunun güzel hatırı için... Dünyanın en geniş köprüsüymüş. Bir de raylı sistem olacakmış. İki tarafta tren yolu hattı olmadan o raylar  ne işe yarayacak? Fakat hızlarını alamıyorlar. Dünyanın en büyük hava limanı için de 35,6 milyar dolar harcanacakmış. O da yapılırsa artık İstanbul'un defteri dürülmüş olacak...  
****
Eğer amaç İstanbul'un trafik sorununu çözmek olsaydı, raylı sistem, deniz ulaşımı ve tüp geçitler gündeme gelirdi. Fakat ondan önce kent nüfusunu sınırlamanın bir yolunu bulmak ve araba şımarıklığına da izin vermemek gerekirdi. Kamu ulaşımını, toplu taşımayı esas alan bir ulaşım sistemi tasarlamak gerekirdi. Zira, araba kenti öldürüyor. Her yeni köprü demek, yeni yerleşim yerleri ve artan  nüfusu demektir. Fatih Sultan Mehmet Köprüsünün İstanbul'un nüfusunu yaklaşık 5 milyon artırdığı tahmin ediliyor. Yavuz Sultan Selim köprüsünün de 6 milyon kadar artırmayacağını kim söyleye bilir? Fakat asıl yıkım yolda. Eğer dünyanın en büyük Üçüncü Hava Limanı ve çılgın proje Kanal İstanbul da gerçekleşirse, İstanbul'un nüfusu 30 milyonu aşabilir ve artık ortada İstanbul diye bir şey kalmaz. Bu ülkenin nüfusunun yaklaşık üçte birini bir yere yığmanın mantığı nedir? 30 milyonluk bir şehir olabilir mi? Bana göre şehir, merkezdeki meydana, kamu binalarına, hastaneye, postaneye. tiyatroya, sinemaya, pazara, eş-dost ziyaretine yürüyerek gidilebilen yerdir. Vaktiyle İstanbul dünyanın en güzel kentlerinden biriyken ve belki birincisiyken, daha şimdiden yaşanamaz bir yer haline gelmiş durumda. Bu güzelim kentin rant aşkına heba edilmesi insanları neden rahatsız etmez, insanlar bu kepazeliğe neden itiraz etmez?  Bir dünya harikasını yok etmek ne mene bir utanmazlıktır? Eğer kapitalizmi sorun etmezseniz, eğer lânet olası özel mülkiyeti sorun etmezseniz, en büyük hırsızlığı en büyük başarı sayarsanız, zenginliği-yoksulluğu adam gibi tartışmaya yanaşmazsanız, güzelim İstanbul'un heba olmasına şaşmak niye?
****
Tam bir yıkım ve yok etme aracı olan bu 'büyük projelere' kim karar veriyor? Büyük sermayenin adamları ve onların devleti karar veriyor. Şimdilerde devlet sadece sermaye için, sermayeyi büyütmek için var. Başkaca hiç bir asgari kaygı söz konusu değil... Yönetenler artık neden yönetemiyor sanıyorsunuz? Böyle bir rejimin hala bir meşruiyeti kalır mı? Bu sürdürülebilir bir durum mudur? O kadar ki, artık bilinen müteşebbis (girişimci) tanımı da değişmiş görünüyor. Zira müteşebbis risk alandır. Yaptığının sonuçları kesin olarak öngörülebilir değildir. Kâr da, zarar da potansiyel bir olasılıktır... Önce bir yer için  bir proje tasarlanıyor, kaça mâl olacağına projeyi yapanlar karar veriyor, nereye kurulacağına da onlar karar veriyor. Bir de kâr garantisi veriliyor. İşte her şey gözünüzün önünde olup-bitiyor... Bunun için dahiyane bir şey keşfetmişler. Eğer bir proje planlananın, beklenin altında kâr ederse, aradaki farkı devlet karşılıyor. Bunun adı kapitalistleri maaşa bağlamaktır. İşte şimdilerde tam bir haraca dönüşen 'vergiler' asıl onlar için alınıyor!
****
Rejimin adamlarının övünç kaynağı olan 'büyük projelerden' biri olan Osman Gazi Köprüsünden geçen araç sayısı, günde 40 bin, yılda 14.6 milyonun altında kalırsa, aradaki farkı devlet karşılıyor! Sevsinler sizin "yap-işlet-devret" modelinizi... Adamlardaki şu "yaratıcı zekaya" bakın: Bir köprü inşa etmişler, geçenden de geçmeyenden de haraç alıyorlar. Bunun anlamı, Nurol-Özaltın-Makyol-Astaldi/Yüksel, Göçay Grubu'nun sahibi olduğu Otoyol AŞ'yi maaşa bağlamaktır. Ve bu durum 22 yıl devam edecekmiş! Artık o şirketler isterlerse 22 yıl sonra emekliye ayrılabilirler... Köprü açıldıktan bu güne kadar sevgili kapitalistlerimize bütçeden ne kadar ödeme yapıldığını merak eden var mı? Sadece 11-26 Temmuz tarihleri arasındaki 16 günde devletin kasasından (sizin cebinizden) yaklaşık 20 milyon dolar ( 59 milyon 541 bin TL) ödenmiş... Eğer matematiğiniz kuvvetliyse şöyle bir denklem kurabilirsiniz: Sevgili şirketlerimize 16 günde devlet bütçesinden 20 milyon dolar ödenirse, 365 günde kaç milyon dolar ödenir?..
****
3 milyar dolara mal olduğu söylenen Yavuz Sultan Selim Köprüsü için araba başına geçiş ücreti 3 dolar tespit edilmiş. (Tabii TIR, kamyon, kamyonet, vb. için çok daha yüksek). Mesela 5 dolar olsaydı memleket daha hızlı kalkınırdı... Ve günde 135 bin otomobil geçişi garantisi verilmiş. Geçişler o rakamın altında kalırsa, devlet 10 yıl 2 ay boyunca aradaki farkı kapatacakmış. Aynı Osman Gazi Köprüsünde olduğu gibi... Bir aksilik olsa o köprüden tek bir araç geçmese, devlet devletliğini bilecek ve şirketlerin maaşını tıkır tıkır ödeyecek... Öyle ya dünyanın en geniş köprüsünü yapmak kolay değil!.. İyi de yağma ve talanın, yıkımın ve yok etmenin bir başarı sayılmasının sırrı nedir? Bu nasıl mümkün oluyor? İşte asıl mesele bu... Tüm bu yıkımlar, yok etmeler, kirletmeler, yağma ve talan ilerleme, kalkınma, büyüme, vb. adına yapılıyor. İyi de büyüyen ne pahasına, nasıl büyüyor? O büyüme kimin için ne anlama geliyor? İnsanlar neden sadece yapılanı görüyor da yıkılanı görmek istemiyor? Gerçekten kalkınma denilen nedir? Kapitalizm dahilinde "kalkınma" diye bir şey mümkün müdür? Sermayenin büyümesi neden kalkınma sayılsın? Veya "kalkınma" kelimesi neyi gizliyor?  Her yıkımdan sonra insanlar durumlarının iyileşeceğini sanıyorlar? İyi de, birilerinin kâr etme kaygısı sizin refahınız ve doğanın korunması gereğiyle bağdaşır mı? Artık birilerinin bu kepazeliği teşhir etmesi gerekiyor. Daha geç olmadan şeyleri adıyla çağırabilen birileri sahaya çıkmalı, yalana, ikiyüzlülüğe ve sinizme son vermeli.
****

ÖZELLEŞTİRME GERÇEĞİ

CAHİT SÖNMEZ

cahit.sonmez@yeniasir.com.tr (25.5.2012 | Arşiv)YENİ ASIR
Özelleştirme İdaresi, 2011 yılını da kapsayan "Özelleştirme Uygulamaları" raporunu kamuoyuna duyurdu. Detay bilgiler var... Ne kadar özelleştirme yapılmış, hangi yöntemlerle yapılmış sorularının yanıtları veriliyor, birçok rakamsal veriler sunuluyor. Rakamların analizini yapacağız, ancak raporu okurken ilk aklımdan geçen şu oldu, 26 yılda büyük yankılarla yapılan özelleştirme bu muydu? 
Rapora göre, 1986 yılında başlanan özelleştirme macerasında 2011 yılı sonu itibariyle 43.1 milyar dolara ulaşılmış. Üstelik net gelir de değil. Özelleştirme sürecinde yapılan harcama, yani maliyetler çıkarıldığında net getiri 32.4 milyar dolara iniyor. Türkiye'nin aylık ihracatının 10 milyar dolar civar olduğunu göz önünde bulundurursak, 26 yılda 200 civarında satılan kurum karşılığında, sadece 3 aylık ihracat geliri elde edilebilmiş. Özelleştirilen 200 kurumun 189'unda devlet payı sıfır düzeyinde iken, 11 şirkette düşük oranda payı kalmış kamunun. Geçenlerde Petkim'deki yüzde 10'un biraz üzerinde payını da elden çıkardı.
Onca kurumun satışından sağlanan gelirin düşüklüğünün yanı sıra, özelleştirme yöntemleri de dikkat çekiyor. 1986 yılından bugüne kadar yapılan özelleştirmelerin yüzde 47'si blok satış ile gerçekleşmiş. Halka arz yöntemi yüzde 16'da kalıyor. İMKB'deki satış yüzde 3. Kalan kısım ise varlık ve tesis satışlarından oluşuyor. Yöntem kompozisyonu batı normlarının tam tersi. ABD ve Avrupa ülkeleri milli değerlerini özelleştirirken halkına satmayı tercih etmiş. Bu yüzden halka arz yöntemi yüzde 50'nin rahatlıkla üzerine çıkıyor.
ÜLKE DENEYİMLERİ
Amerika, birkaç satış hariç, 1980'lerin başında Reagan'ın kurduğu "Federal Mülkiyeti İnceleme Teşkilatı" tarafından özelleştirmeye hızlı bir ivme verdi ve 1991 yılında kamu kesiminin yüzde 50'sini sattı. Amerika özelleştirme sürecini tamamlayıp kenara çekilmedi, özelleştirme sonrası süreci de dikkate aldı. Özelleştirilen kurumlarda yaşanan istihdam sorunlarına karşın sektörler arası geçişi sağlayacak alt yapıyı da oluşturdu. İşte bu zeminde 650 bin civarında işçi sektör değiştirdi ve mağduriyet söz konusu olmadı. İngiltere'de de özelleştirme bayrağını Thatcher taşımış. İngiltere'de 90'ların başında yarıdan fazla özelleştirme gerçekleştirmiş, 1 milyonun üzerinde yerel yönetimlere ait gayrimenkulleri özelleştirmiş. Tüm bu faaliyetler sonucunda 9 milyon vatandaşı hisse senedi yoluyla özelleştirilen kurumlara ortak olmuşlar.
Ekonominin iç dinamikleri açısından Türkiye ile benzerlik gösteren Latin Amerika ülkelerinde bile halka arza önem verilmiş. Örneğin, Brezilya Petroban şirketini özelleştirirken halka arz yöntemini benimsemiş ve 5 milyar hisseyi banka şubeleri kanalıyla halkına satmış.
NEDEN KAR GETİRENLER? 
Tamam, yöntemi de geçelim. Asıl raporda dikkat çeken nokta, 2004 yılından sonra hep kar sağlayan kamu kurumları özelleştirilmesi. 1986'dan 2004'e kadar geçen sürede özellikle siyasi nedenlerle kar sağlayamayan, gerekli istihdamın yüzde 30 fazlasına sahip kamu kuruluşları da özelleştirilmiş. Bir yerde özelleştirme amacına uygun bir süreç olduğunu söyleyebiliriz. Ancak 2004 yılı ve sonrasında nedense hep yüksek getiri elde eden kurumlar blok satış yöntemiyle özelleştiriliyor. Aynen, aile bireyinin borcunu ödemek için evdeki kıymetli gümüş tepsiyi satması gibi.
Karlı şirketlerin özelleştirilmesi ne yazık ki, istihdam yaratıyor, vergi veriyor, sermaye tabana yayılıyor gibi özelleştirmenin süslü püslü kılıfının içine girmiyor. Zira, bu karlı kuruluşları yabancı sermaye aldığında zaman geçirmeden karı ülkesine transfer ediyor ve doğal olarak Türkiye ekonomisine kanalize olmuyor. Birkaç yıl yeniden yatırım zorunluluğu getirerek kısmen kendimizi avutuyoruz o kadar.
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'nın bu yılki özelleştirme hedefi 12.5 milyar dolar seviyesinde rapora göre. Hem 2012 hedefinde hem de bundan sonrasında yabancılara mülk satışı önemli rol oynayacak. Yunanistan adalarını satıyor diye üzülürken... Neyse, yabancılar mülk aldıklarında bu gayrimenkulleri ülkelerine götüremeyeceklermiş. Öyle duydum özelleştirmeyi savunanlardan. 

7 Kasım 2017 Salı

ulusal-haber-ulusal-ajans, Prof. Aleksandr DUGİN'den Türyiyer'ye UYARI

PROF. ALEKSANDR DUGİN'DEN TÜRKİYE'YE ÖNEMLİ UYARI: 
ABD YÜKLENECEK B PLANI YAPIN
Türkiye’yi 15 Temmuz darbe girişiminden bir gün önce “Orduda hareketlilik var” diye uyaran Rus filozof Prof. Aleksandr Dugin, KIMI “Putin’in başstratejisti -hatta beyni-”, kimi “Rus dış politikasının mimarı” diyor. 
Foreign Policy Dergisi’ne göre Putin, Erdoğan ve Trump’ı birbirine bağlayan adam... “Kim bu?” dediğinizi duyar gibiyim. Prof. Dr. Aleksandr Dugin’in ta kendisi. Türkiye, Dugin ismini jet krizi ve darbe girişimi nedeniyle duydu. Türkiye’yi darbeden bir gün önce “Orduda hareketlilik var” diye uyardığı herkesin malumu. Peki 40’tan fazla kitap yazan, Uluslararası Avrasya Hareketi’nin liderliğini yapan bu filozof kim? Yukarıda sıraladıklarımızın hangisi? Ve neden Türkiye’yle yakından ilgileniyor? Yanıtlar için Dugin’e ulaştık. Rus stratejist, Türkiye’yi yeniden uyardı ancak bu kez darbe değil ABD’den geleceğini iddia ettiği ekonomik yaptırımlara karşı... 
- Resmi göreviniz yok. Sizi nasıl tanımlamalıyız? Putin’in danışmanı mı, yoksa stratejistlerinden biri mi? Önce filozofum. Etki yaratmanın en iyi yolu fikirler. Hükümetle de bu fikirler aracılığıyla bağ kuruyorum.
‘FİKİRLERİMİ DOĞRUDAN PUTİN’E ANLATIYORUM’
- Rus dış politikasını etkileyenlerden biri olduğunuz söyleniyor. 90’larda ne dediğimle Putin’in göreve geldikten sonra neler yaptığını bir karşılaştırın, benzerliği göreceksiniz. Fikirlerimi aktarmamın değişik yolları var, Putin’le kişisel olarak görüşmek bunlardan biri.
- Independent Gazetesi, “Çok zeki bir filozof. Ancak çılgınlık ve deha arasında” yorumu yapmış. Ne dersiniz? Başkalarından farklı şeyler söylediğiniz zaman hemen deli yaftasını yapıştırıyorlar. Normallik sıkıcılıksa, deli olarak görülmeyi tercih ederim.
- O zaman Türkiye’den bir benzetmeyi sorayım. Doğu Perinçek’le kıyaslanıyorsunuz...
Ona saygı duyuyorum. Çok zeki bir siyasi. Türkiye’de hak ettiği değeri bulamadı. Türkiye’yi daha önce hep Rusya’nın düşmanı olarak düşünürdüm. Ama Perinçek ve 2000’lerin başında tanıştığım ona yakın askeri elitler fikrimi değiştirdi. Bambaşka bir Türkiye -Kemalist, egemen, NATO’nun maşası olmayan- keşfettim.
Dugin ve Perinçek, 
90’lardan beri görüşüyor
‘PERİNÇEK VE BEN DERİN DEVLETİZ’
- Hâlâ Perinçek’in hak ettiği değeri bulamadığını düşünüyor musunuz? Perinçek hapse bile atıldı. Darbe gecesi çok netti, şunu söyledi: “Kötü adamlar, iyi adamları yenmeye çalışıyor.” Darbeyle mücadele etti. Tabii ki şimdi daha fazla saygı görüyor. Fikir ayrılıkları var ancak Sayın Erdoğan’a, devletine çok bağlı. Eğer Perinçek’i Türkiye’nin derin devletinin adamı olarak tanımlarsanız, ben de kendi ülkemin vatansever derin devletini temsil ediyorum. (Türkçe söylüyor) Paralel devleti değil.
‘TÜRKİYE’NİN BATI’YLA İTTİFAKI SONA ERDİ’
- Türkiye, Atlantik’le ittifakının sonuna mı geldi? Kesinlikle evet. Irak’ın işgali ve ABD’yle yaşanan krizin ardından (Tezkere krizinden bahsediyor), Ankara yeni tehlikenin Batı olduğunu anladı. Batı, Türkiye’yi arasına almak istemiyor. ABD, Kürtleri destekleyerek Türk ulus devletine tehdit oluşturuyor. Erdoğan, hem Müslümanlar hem Batı’yla ittifak yaptı. Sonuç? Darbe girişimi... ABD darbeyi, İslamcı ideolojiyi, FETÖ’yü kullanarak organize etti. Davutoğlu’nun Suriye politikası da bir başka örnek. Yine İslamcı ve Batıcı fikirlerin karışımıydı. İşlerin geldiği nokta Erdoğan’a Batı’yla ilişkilerin bittiğini gösterdi.
- “ Rusya, Türkiye’yi NATO’dan uzaklaştırırken, kendi etki alanına sokmaya çalışıyor” diyenler de var. Putin, Türkiye’yi kendi tarafına çekmeye çalışmıyor. Batı, Türkiye’yi itiyor. Erdoğan’ı darbeyle indirmeye çalıştılar.
- Neden? Çünkü Erdoğan jet meselesi nedeniyle özür dilemiş ve Rusya’yla ilişkileri onarmıştı. Batı’nın gözünde onlara ihanet etmişti.
‘ERDOĞAN NE KADAR BAĞIMSIZSA O KADAR BATI’NIN HEDEFİ’
- Yani Putin’le yakınlaşma darbenin nedeni miydi? Hem o hem Erdoğan’ın bağımsız politikaları. Erdoğan ne kadar çok özgür olmak isterse, o kadar çok Batı’nın hedefi oluyor. Eğer Türkiye tek parça kalmak istiyorsa bunu Batı kampının içinde yapamaz. Meclis’e o bombaları Rusya yağdırmadı.
‘JET OLAYI HÜKÜMET İÇİNDE BATI YANLISI GRUBUN İHANETİYDİ’
- Jet olayı sonrasında ilişkilerin onarılmasındaki rolünüz konusunda çok şey yazıldı. Sizden dinlemek isterim. Perinçek’e yakın bazı askerlerden oluşan bir delegasyon, uçağın düşürülmesinden hemen sonra Moskova’ya geldi.
- Aralarında İsmail Hakkı Pekin de vardı... Evet. Delegasyon, jetin düşürülme emrini Erdoğan’ın vermediğini, hükümet içerisinde Batı yanlısı bir grubun ihanetinin söz konusu olduğunu söyledi. Türk elçi de Rusya’yla iletişim kanalını açmam için benden yardım istedi. Rusya, Türk tarafının söylediği şeyleri araştırdı. Daha sonra martta Ankara’da Erdoğan’a yakın isimlerle görüştüm. Erdoğan’ın Putin’e mektubundan sonra Türkiye’ye gittim. Amacım, “Dikkatli olun. Bu önemli adım, komployu organize edenleri harekete geçirecektir” demekti. Sonra darbe girişimi oldu.
‘PUTİN’İ ERDOĞAN KONUSUNDA İKNA ETTİM’
- Putin’i Erdoğan konusunda ikna eden siz miydiniz? Evet, yardımlarım oldu çünkü savaşın eşiğine gelmiştik! Ama başkanımız öyle ikna edilecek birisi değil. Putin, rasyonel ve realist biri. Eğer bazı konuda deliller varsa, değerlendirir.
‘PUTİN’İ DARBEYİ DESTEKLEMESİ İÇİN İKNAYA ÇALIŞTILAR’ 
- CIA’nın darbe girişimi için 2 milyar dolar harcadığını iddia ediyorsunuz. Neden başarısız oldular? Türk ordusunu hafife aldılar. Ergenekon ve Balyoz’dan sonra orduda Erdoğan’ı destekleyecek kimsenin kalmadığını düşündüler. Fakat ordudaki Kemalistler Erdoğan’ı destekledi. CIA ayrıca o gece Rusya ve Türkiye arasındaki iletişim kanallarını kesmeye çalıştı.
- Ne yaptılar? Putin’i Türkiye karşıtı bir pozisyon almaya iknaya çalıştılar. Erdoğan’dan başka bir liderin daha iyi olacağını, iç savaş çıkacağını ve Rusya’nın bu savaşı kendi lehine kullanabileceğini söylediler. CIA Putin’in etrafındaki etkili isimleri organize etti. Fakat Putin ikna olmadı. Çünkü bu Türkiye’nin sonu demekti. Daha önce söyledim, darbe sonrası için Kürtler isyan çıkarma hazırlığı yapmıştı.
- Yeniden böyle bir girişim olur mu? Bence olmaz. Başka yollar kullanacaklardır çünkü hâlâ yüksek pozisyonlarda CIA’ya bağlı kişiler var ama organize olmaları kolay değil.
‘ABD ZAYIF NOKTANIZI KULLANMAYA ÇALIŞACAK’
- FETÖ’nün miadını doldurduğunu ve ABD’nin yeni bir maşa örgüt bulacağını iddia ediyorsunuz. Ne olabilir? Pek çok faktörü bir araya getirecekleri bir strateji izleyeceklerini düşünüyorum. Mesela etnik çatışma, ekonomik-sosyal tehditler, siyasi ve askeri elit içerisinde Erdoğan karşıtı huzursuzluk yaratmak. Amerikalılar bütün zayıf noktaları kullanmaya çalışacaktır.
- Zarrab davasını da bu çerçevede değerlendirebilir miyiz? Kesinlikle bütün ekonomik ilişkileri kullanacaklar. Sürekli saldırı altında olacaksınız. İran’a, Rusya’ya yaptırım uygulanıyor. O kadar eminim ki Türkiye’ye de yaptırım uygulayacaklar. Ekonominizi kurtarmak için B planı yapmalısınız.
‘RUSYA, ABD’DEKİ SEÇİME MÜDAHALE ETTİ’
- “Trump’ın kampanyasına Rusya yardımı” soruşturması derinleşti. Rusya müdahale etti mi? Trump’ın azil süreci başladı mı? Evet etti ama Trump lehine değil. Rus oligarklar, Clinton’u destekledi. Amerikalılar, soruşturmayı derinleştirdikçe Rusya’nın Clinton’un kampanyasına destek verdiğini bulacaklar. Kendi kazdıkları kuyuya düştüler. Bence Trump’ı azledemeyecekler. Çünkü iç savaş demek. ABD önümüzdeki 3 yıl paralize. Büyük şans, iyi kullanmalıyız.
Nalan Koçak, Dugin’le Moskova’daki ofisinden Skype aracılığıyla konuştu.
‘ASIL HEDEF KARLOV DEĞİL ERDOĞAN’DI’
- Elçi Karlov suikastı, jetle başlayan sürecin devamı mıydı? Kesinlikle. Rusya’nın tepkisi tabii ki bu sefer farklı oldu. Düşünebiliyor musunuz; elçisi öldürülüyor ve Rusya hiçbir şey yapmıyor. Çünkü her şey gayet açıktı. Asıl hedef elçi değil Erdoğan’dı. CIA mı kullandı bilmiyorum ama FETÖ’nün yaptığı açıktı. Erdoğan’a güveniyoruz ve artık Rusya’yı Erdoğan’a karşı provoke etmek kolay değil.
- “Türkiye 2000’lerde Batı’nın tek alternatif olmadığını gördü” dediniz. O süreçte Ergenekon ve Balyoz başladı. Davalar bu kesimi FETÖ eliyle tasfiye etmek için mi organize edildi? Kesinlikle.
- Adınız iddianamede geçiyordu.
Çünkü Türkiye’de, benim de görüştüğüm, Avrasyacı fraksiyonları hedef alıyorlardı. Rusya’yla ilişkileri kesmek de bir başka amaçlarıydı. Aynı şekilde İran ve Çin’le de... Ergenekon’dan önce sadece Perinçek değil Süleyman Demirel, Rauf Denktaş gibi isimlerle de görüştüm.
- Darbe girişiminde Ankara’daydınız. Bir gece önce, “Türk ordusunda bir hareketlilik” olduğunu Ankara’ya söylediniz.  Bilgiyi nereden aldınız? Bazı şeyleri söylemem doğru olmaz. Ama tabii ki Rus istihbaratı var. Aldığım bilgiyi doğru analiz ettim.
- O gün neler yaşadınız? Darbe gecesi çok geç saatte Türkiye’den ayrıldım. Esenboğa Havaalanı’ndaydım. Rusya’yla iletişim halindeydim. Beklemek zordu çünkü kimin kazanacağı belli değildi. Beni de takip ettiklerini biliyorum.
- Darbe gerçekleşseydi başınıza ne gelirdi? Erdoğan ya da Perinçek’in başına ne gelirse, benimkine de o gelirdi. Dugin, AK Parti grup toplantısında Başbakan Yıldırım’la
‘ABD, KÜRDİSTAN’I ÖNCE SURİYE’DE KURMAK İSTİYOR’
- YPG meselesi de ABD’yle büyük sorun... İran, Türkiye, Rusya, Suriye ve Irak... Hepimiz bir araya gelir ve Kürtlere onları tatmin edecek bir şey önerirsek kendi güvenliğimizi sağlarız. Kürt kimliğini bastırmamalıyız. Çünkü biz böyle yaptıkça ABD’nin ve İsrail’in eline düşüyorlar. İyi savaşıyorlar; Amerikan emperyalizminin kuklası olmalarını engellemeliyiz.
- Nasıl bir çözüm? Öncelikle Suriye tek parça kalmalı. Tüm azınlıkların hakları garanti altına alınmalı. Suudi Arabistan ve Katar düşüşte. Tüm kartlar elimizde. Hep birlikte ABD’ye “Yaptıkların için teşekkürler, Ortadoğu’dan git” demeliyiz. Bu Suriye ve Kürt meselesinin çözülmesinin tek yolu.
- Bu nedenle mi Rusya, YPG’yi Astana sürecine katmak istiyor?
Türklerin itirazını anlıyorum. Ama Rusya’nın Kürtlerle her türlü ilişkisi Türkiye’nin de çıkarına.
- Barzani, referandumda ABD’nin sessiz kaldığını söyledi. Neden?
ABD yönetimi kaos içerisinde. Trump var; bir yanda Amerikan derin devleti, diğer yanda Kürtlere destek veren küreselciler duruyor. Amerikalılar bence kesinlikle bağımsız bir Kürdistan’a destek verdi ama Irak’ta değil. Kürdistan’ı Suriye’den başlatmayı tercih ediyorlar. Barzani anladı, pek hoşlanmadı.
- Önce mi davranmak istedi? Aslında Barzani’nin asıl amacı hemen bağımsız olmak değildi. Bağdat’la pazarlık masasına güçlü oturmak istediler.
- Fakat topraklarının neredeyse yarısını kaybettiler... Evet, sanırım savaşmaktan korktular. Amerikan yönetimindeki kaosun kurbanı oldular.
- Rusya’dan süreçte bağımsızlığa karşı çıkan sert açıklama duymadık... Çünkü Kürtler konusunda çok dikkatliyiz. Onlar üzerindeki etkimizi artırmaya çalışıyoruz.
- Tabii ki petrol çıkarlarınız da var. Evet taktiksel davranıyoruz. Fakat Irak’ın parçalanmasını istemiyoruz. Putin, ayrılıkçılıktan nefret eder. Bu nedenle Erdoğan ve Esad’ın da yanında duruyor.