20 Kasım 2018 Salı

Atatürk Üzerinden Kışkırtma Ve Kışkırtma Oyuncuları "Yıldıray Çiçek" (TÜRKGÜN-19 Kasım 2018 Pazartesi) -Türkiye 10 Kasım’da seri kışkırtmalara şahit oldu. Tartışmaları da hala devam ediyor. Delilerin, meczupların yaptığı kışkırtmalar akli melekeleri içine sığdırılır da, ya koskoca Diyanet İşleri Başkanı’nın yaptığı kışkırtmayı nereye sığdıracağız?

Atatürk Üzerinden Kışkırtma Ve Kışkırtma Oyuncuları
Yıldıray Çiçek
Eposta: yildiraycicek@turkgun.com
TÜRKGÜN: 19 Kasım 2018-Pazartesi
Geçirdiğim hastalıktan dolayı yazılarıma biraz ara vermiştim.
Yeniden hepinize merhaba…
Türkiye 10 Kasım’da seri kışkırtmalara şahit oldu. Tartışmaları da hala devam ediyor. Delilerin, meczupların yaptığı kışkırtmalar akli melekeleri içine sığdırılır da, ya koskoca Diyanet İşleri Başkanı’nın yaptığı kışkırtmayı nereye sığdıracağız?
Atatürk’ü anma ama azılı ve tescilli Atatürk düşmanıyla ölüm yıldönümünde poz ver!
Bu kışkırtma değil de nedir?
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, 10 Kasım’da çok büyük bir kışkırtmaya, AKP hükümeti de onu görevden almak yerine arkasında durarak büyük bir yanlışa imza atmıştır.
AKP sözcüsü Ömer Çelik geçtiğimiz hafta akıllara ziyan şu açıklamaları yapmıştır:
“Diyanet İşleri Başkanımız Sayın Cumhurbaşkanımızın takdir ettiği bir ilim adamı ve takdir ettiği bir yöneticidir.
“Bu ziyaret insani bir ziyarettir.
“Diyanet İşleri Başkanımız çalışmaları sebebiyle Fetullahçı Terör Örgütü ve PKK Terör Örgütü gibi bir takım terör örgütlerinin de hedefindedir. “
Ali Erbaş, Atatürk’ün kurduğu bir kurum olan Diyanet İşlerinde başkanlık görevinde iken Atatürk’ün ölüm yıldönümünde, O’nu Cuma hutbesinde, Diyanet’in web sayfasında, şahsına ait sosyal medya sayfalarında anmaması birileri için dert değilken, maalesef Atatürk düşmanı ağzı bozuk, seviyesiz bir adama yapılan ziyareti meşrulaştırma derdine düşmüşlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ü ölüm yıldönümünde anmak insani bir davranış değil de, ağzından ishal olmuş gibi Atatürk düşmanlığı yapan bir adamı ziyaret etmek mi insani oluyor?
FETÖ, Ali Erbaş’ı niye hedef seçsin?
Bu sorunun cevabını ben bir türlü bulamıyorum.
FETÖ’nün bir zamanlar dinler arası diyalog faaliyetlerini yürüten KADİP’in (Kültürler Arası Diyalog Platformu) yönetiminde yer almasından dolayı mı?
FETÖ darbe girişiminin beyni olan, firari Adil Öksüz’ün doktora tezi savunmasında jüri üyesi olmasından dolayı mı?
FETÖ’nün Abant toplantılarında sürekli katılımcı olmasından dolayı mı?
FETÖ mensuplarına “Gönül erleri” diye hitap etmesinden dolayı mı?
FETÖ’nün kapatılan “Kimse Yok Mu Derneği’nde” aktif bir şekilde yardım toplayan kişi olmasından dolayı mı?
Söylesene Sayın Ömer Çelik, FETÖ hangi sebepten dolayı Ali Erbaş’ı hedef seçecek?
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Atatürk düşmanlığını da açık açık göstererek Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyen pkk’nın hedefi olmaktan çıkmıştır artık, değil mi Ömer Çelik?
Gerçi niçin hedef olduğunu da henüz anlayamadık!
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bizim tek andımız İstiklal Marşı’mızdır.” dedikten bir hafta sonra, Ömer Çelik’in Atatürk ve İstiklal Marşı düşmanlarının ziyaret edilmesiyle ilgili açıklamalarının her boyutu talihsizlik olmuştur.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a göre “tek andımız İstiklal Marşı” ise, İstiklal Marşı yazarı merhum Mehmet Akif Ersoy’a “Lan, serserinin teki, p.zev.nk “ diyen Kadir Mısıroğlu’nun ziyaretine bir devlet kurumunun başındaki kişinin gitmesine en büyük tepkiyi vermesi gereken AKP hükümeti değil mi?
Nerden bakarsan bak büyük bir tutarsızlık vardır…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 10 Kasım’da çok anlamlı “Gazi’nin mücadeleci ve kurucu vasıflarını gençlerimize ve çocuklarımıza iyi anlatmalı, onun “en büyük eserim” dediği Cumhuriyetimizi ilelebet yaşatmak ve daha ileriye taşımak için üzerimize düşen sorumlulukları hep birlikte yerine getirmeliyiz.” açıklamasını yaparken, Atatürk düşmanını ziyarete giden ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifade ettiği sorumlulukları yerine getirmeyen Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’a sahip çıkılmasının mantığı nedir?
Kendisi Atatürk’ü anmayan Diyanet İşleri Başkanı, eğer hükümete haber vermeden 10 Kasım arifesinde Atatürk düşmanı birini ziyaret ettiyse bunda bilinçli bir tezgâh vardır. Yok, eğer hükümetin haberi var ve onay verdiyse, bunu da AKP’nin kendi celladına âşık psikolojiyle hareket ettiğine yoracağız.
Ali Erbaş bu sicille o koltukta artık oturamaz. Atatürk’ün kurduğu bir kurumun başında Atatürk’e saygılı olmayı bilen, sevgi besleyen biri olmalıdır. Hele hele ömrü Fethullah Gülen’in çizgisinde geçmiş birinden Diyanet İşleri Başkanı olmaz. Ali Erbaş, bu saatten sonra “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen Kadir Mısıroğlu’nu da yanına alıp, Yunanistan’a yerleşmelidir.
AKP hükümeti de FETÖ mücadelesine gölge düşürmemeli ve Ali Erbaş’ı bir an önce o kutsal görevden almalıdır. Atatürk’e saygısızlık yapan akli dengesi yerinde olan-olmayan herkese de haddini bildirmelidir. Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde söylediği “Ne Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ne de kıyafetinden dolayı vatandaşımıza hakaret edilmesine izin vermeyiz.” sözleri için, uygulama alanı ve eylemi muhataplarını beklemektedir.
Bu ülkenin, her kışkırtma peşinde koşan provokatöre çalışma alanı olmadığı gösterilmelidir.
“Milli ve yerli çizgi” Kadir Mısıroğlu gibi adamlara sahip çıkarak değil, Mustafa Kemal Atatürk’e, Mehmet Akif Ersoy’a sahip çıkarak olur.
“Tek andımız İstiklal Marşı” diyen AKP’nin sınavı bu saatten sonra başlıyor.
Ya “…Mısır’da 11 yıl kaldım fakat 11 saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana halisane bir fikrimi söyleyeyim mi? İnsanlık da Türkiye’de, milliyetçilik de Türkiye’de, Müslümanlık da Türkiye’de, hürriyetçilik de Türkiye’de. Eğer varsa Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal’e versin.” Diyen merhum Mehmet Akif Ersoy’a sahip çıkacaklar…
Ya ”Bu marş bizim inkılabımızı anlatır. İnkılabımızın ruhunu anlatır. Bunu ne unutmak ne de unutturmak lazımdır. İstiklal Marşında istiklal davamızı anlatması bakımından büyük manalar vardır. Benim en beğendiğim yeri de burasıdır: “Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet; Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal!” Benim bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır. Hürriyet ve istiklal aşkı bu milletin ruhudur. Tarihe bakın. Bütün milletlerin bir esaret ve hürriyetsizlik devri geçirdikleri bir hakikattir. Bizim kahramanlarımız hürriyetini kaybedeceğini anlayınca nefsini ateşe vermiş ve küllerini bile düşmana teslim etmemiştir.” Türk budur. İstiklal Marşı’nın bu pasajı asırlar boyunca söylenmeli ve bütün yar ve ağyar anlamalıdır ki Türk’ün Mete hikayesinde olduğu gibi her şeyi hatta en mahrem hisleri bile tehlikeye girebilir, fakat hürriyeti asla… Bu pasajı her vakit tekrar ettirmek bunun için lazımdır. Bu demektir ki, efendiler, Türk’ün hürriyetine dokunulamaz.” diyen büyük önder ve komutan Mustafa Kemal Atatürk’e…
Ya da Atatürk’e ve Mehmet Akif Ersoy’a küfür ve hakaret eden Kadir Mısıroğlu gibi bir provokatöre sahip çıkacaklar.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Atatürk düşmanı, Mehmet Akif Ersoy düşmanı, İstiklal Marşı düşmanı Kadir Mısıroğlu’na sahip çıkmış… AKP hükümeti de hem Ali Erbaş’a, hem de Kadir Mısıroğlu’na sahip çıkmış gözüküyor!
Atacağı adımlarla bu manzarayı bozacak yine AKP’nin kendisidir. Bakalım bu sınavın tam sonucu ne olacak?
Atatürk ve İstiklal Marşı bu toplumun ortak ve tartışılmaz değeridir. Bu değerleri tartıştırmak, hakaret ettirmek ve bunlara göz yummak Türk milletinin birliğine, huzuruna konulan dinamit olacaktır.
Son iki ayda, o kadar tuhaf, yanlış adımlar atılıyor ki, izahını yapmak mümkün olmuyor. Cumhur ittifakının hassasiyetini korumak, buna inanan herkes için milli vazifedir. Milliyetçi-Ülkücü bir yazar olarak, bunu hatırlatmakta bizlerin görevidir.
AKP içinde yerel seçimlere dair korku kendini her türlü boyutta gösterirken, niye toplumun değerleri ve hassasiyetleri konusunda daha dikkatli davranmazlar çok merak ediyorum. Aslında o kadar merak ettiğimiz konu var ki, zaman zaman cevaplarını arıyoruz, aramaya devam edeceğiz.

15 Kasım 2018 Perşembe

ANKARA KALESİ: "Atatürk Milliyetçiliğinde Birleşmek" Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN (Ankara Kalesi-Ankara, 14 Kasım 2018-Çarşamba)

 ANKARA KALESİ
"ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNDE BİRLEŞMEK"
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara, 14 Kasım 2018
Türkiye Cumhuriyeti yirminci yüzyılın başlarında kurulmuş olun bir milli devlettir. Birinci Dünya Savaşı ile beraber Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden sonra ortaya çıkan merkezi ülkede Türkler Misak-ı Milli sınırlarını ilan etmişler, bu sınırlar içindeki ülkede bir ulusal kurtuluş savaşı vererek kendi milli devletlerini kurmuşlardır. Bu durumu son derece normal karşılamak gerekir; çünkü Fransız Devrimi ile beraber bütün imparatorlukları dağıtan ve tarih sahnesine ulus devletleri çıkaran bu süreç ortaya çıkmıştır. Fransız Devrimi sonrasında bütün Avrupa ülkeleri birer milli devlete dönüşürken, yirminci yüzyılın başlarında da devlet yapılarının millileşmesi süreci Avrupa üzerinden dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Milli devletler tarih sahnesine çıkarken Türk ulusu da kendi milli devletini Türkiye Cumhuriyeti adı altında kurarak, dünya sahnesine çıkmıştır.
İmparatorluktan ulus devlete geçerken, Türklerin emperyalizme karşı vermiş olduğu ulusal kurtuluş savaşının önderi Mustafa Kemal Atatürk olduğu için, Türk milletine milli devletini kazandıran liderliği Atatürk yapmıştır. Bu nedenle, bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün eseridir. Zaten kendisi de en büyük eseri olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan etmiş ve bu eserin korunması görevini Türk ulusunun gelecekteki kuşaklarına vermiştir. Türk ulusu da, milli devletini kuran önder Atatürk’ün izinden giderek Türkiye Cumhuriyeti’ni yirmi birinci yüzyıla taşımıştır. Yeni yüzyılda yepyeni bir dünya düzeni kurulurken, dünyanın merkezi bölgesinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı ve geleceği yoğun bir tartışma ortamına sürüklenmektedir.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında milli bir devlet olarak ortaya çıktıktan sonra Türkiye Cumhuriyeti devlet olarak toparlanabilmek ve temelleri sağlam atabilmek için bir süre içine kapanmış ve İkinci Dünya Savaşı tehlikesinden bu tutumla kurtulmuştur. Bütün Dünya İkinci Dünya Savaşı’nda karışırken, içe kapanan Türkiye böylesine tehlikeli bir dönemi atlatabilmiş ve varlığını korumanın ötesinde geliştirerek, soğuk savaş döneminin son yarısında bağımsız devlet kimliği ile dünya sahnesindeki konumunu koruyabilmiştir. Devleti kuran Atatürk yeni siyasal yapılanmanın hem modelini belirlemiş hem de geleceğe dönük politikasının temellerini atmıştır. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti devleti denilince akla ilk gelen Atatürk’tür; çünkü bu devlet ve siyasal rejim bütünüyle onun çizdiği doğrultuda oluşan bir modeldir. Türkiye denilince, Atatürksüz bir değerlendirme yapılamaz, yapılırsa bu Atatürk modeline ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ters düşer. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün bir milli devlet yapısına sahip olduğu için Türk Anayasası’nda, devlet biçimi olan Cumhuriyet’in temel niteliklerinin en başında Atatürk Milliyetçiliği kavramı yer almaktadır. 1982 Tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın genel esaslar kısmında yer alan birinci maddede Türkiye Devleti’nin bir Cumhuriyet olduğu belirtilmektedir. İkinci maddede Cumhuriyet’in nitelikleri sayılırken, “Atatürk Milliyetçiliğine bağlı” kavramına yer verilmektedir. Bu tanımlama Anayasanın ikinci maddesine ve değiştirilemeyecek kısmına bir süs olsun diye konulmamıştır. Böylesine bir maddenin Anayasanın başlangıcında yer alması bir anlamda devletimizin dayanmış olduğu Atatürk modelinin anayasal güvence altına alınmasını sağlamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gövdesini ve çatısını kuran TC Anayasasına göre, devletimiz Atatürk Milliyetçiliğine dayanan bir milli devlettir. Bütün milli devletler kendi milletlerinin milliyetçilik anlayışına dayanarak tarih sahnesine çıkarken, Türkiye Cumhuriyeti neden Türk milliyetçiliğine değil de Atatürk Milliyetçiliğine dayanmaktadır? Bu sorunun yanıtı, Türk Devleti’nin siyasal yapılanması ile yakından ilgilidir.
Türkler tarih sahnesine on bin yıl önce Orta Asya’da çıkmışlar ve göçebe bir toplum olarak Asya ile Avrupa kıtalarının belirli bölgelerinde yaşayarak tarihin her döneminde Türk devletleri kurmuşlardır. Bu çerçevede genel olarak Türk milliyetçiliği Türk dünyasını çağrıştırmaktadır. Bugün Türkler, Doğu Avrupa’da, Karadeniz kıyılarında, Kafkas bölgesinde, Orta Asya’da, İran’da, Anadolu’da ve Ortadoğu ülkelerinde tarihin bir uzantısı olarak yaşamaktadırlar. Bu kadar geniş bir bölgeye yayılan Türkleri esas alan genel anlamda bir Türk milliyetçiliği Misak-ı Milli sınırlarını aşacağı için ve Turancılık anlamında Türklerin geleceğe dönük bütünleşmesini gündeme getireceği için, devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Türk milliyetçiliğini Misak-ı Milli sınırları içindeki Türkiye’nin geleceği için düşünmüştür. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Türk dünyası Sovyet imparatorluğunun esareti altına sürüklenirken, Anadolu ve Balkan Türklerini Atatürk, bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında bağımsız bir devlete doğru yönlendiriyordu. O’nun bu çabalarının başarıya ulaşması ile Türkler ilk bağımsız milli devletlerini, dünyanın merkez toprakları üzerinde ve Anadolu’yu esas alarak kuruyorlardı. Milliyetçilik cereyanları dünyanın çeşitli devletlerini milli bir yapıya dönüştürürken, Türklere de ilk milli devletlerini Anadolu toprakları üzerinde kazandırıyordu. Türkiye Cumhuriyeti batıdan kaynaklanan milli devlet döneminin bugünkü örneklerinden biridir ve bu yapısı ile Atatürk’ün eseridir.
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışına göre kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti Kuvayı Milliye döneminden gelme bir dayanışma içinde Türk Milletinin bütünü tarafından korunurken, daha sonraki dönemlerde demokrasiye geçilmesiyle beraber Atatürkçülerle milliyetçilerin yollarının ayrıldığı görülmüştür. Atatürk’ün izinden gidenler, O’nun ilkelerini Atatürkçülük ya da Kemalizm başlığı altında bir bütün olarak savunurken, milliyetçiler giderek Atatürk’ten uzaklaşmışlar ve Türk dünyasının etkisi altına girmişlerdir. Türk dünyasının ağırlığı dünya sahnesinde ortaya çıktıkça Türkiye’deki milliyetçi kesim, Atatürk’ün devlet modelinin dayandığı Misak-ı Milli sınırlarının dışına çıkarak Türk dünyasına hedef alan bir Türk milliyetçiliğine kaymışlardır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, Atlantik güçlerinin baskısıyla Türkiye demokrasiye girince yeni dönemde milliyetçilik Atatürk’ün partisinin dışına çıkmış ve ayrı bir parti olarak örgütlenmiştir. Milliyetçiliğin dincilikle beraber ayrı partiler halinde örgütlenmesi ile beraber, Türkiye’de amerikan modeli iki partili sistem değil ama merkez sağ ve merkez sol partilerle beraber milliyetçi ve de dinci parti örgütlenmeleri gündeme gelmiş ve Türk siyaset sahnesi dört partili bir yapıya oturmuştur. Dört partili yapıda milliyetçilik ayrı bir parti çatısı altında örgütlenirken, Atatürk’ün partisinin milliyetçilik ilkesi geride kalmış ve Türkiye’deki gayrimüslim unsurların etkisiyle, Atatürk’ün partisi milliyetçi bir parti olmanın ötesinde laikliği savunan laikçi bir parti konumuna sürüklenmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti bir milli devlet olarak tarih sahnesine çıkarken, imparatorluğun son dönemi olan İkinci Meşrutiyet yıllarında kurulan Türk ocaklarının önde gelen bir rolü vardır. İmparatorluktan milli devlete geçilirken, daha önceleri Genç Osmanlıların oluşturamadıkları Osmanlı milletini Türk ocaklarının öncülüğünde önceleri İttihatçılar, daha sonraları da Kemalistler, yeni dönemde Türk Milleti olarak tarih sahnesine çıkarabilmişlerdir. Ulusal kurtuluş savaşını yaparken, milli devleti kurarken ve daha sonraları da Türkiye Cumhuriyeti’ni korurken beraberce hareket eden milliyetçiler, Atatürkçüler ya da Kemalistlerin yolu, demokrasiye geçilmesiyle beraber ayrılmış ve soğuk savaş döneminin koşulları ile de bu ayrılık giderek kemikleşmiştir. Milliyetçilik Atatürk’ün dışında örgütlenirken, Türk dünyasını esas alarak yeni bir tür Turancılığa yönelirken, Atatürkçüler de Mustafa Kemal’in en büyük eseri olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Misak-ı Milli sınırları içinde korunmasına ve o dönemde kurulmuş olan ilk ve tek bağımsız Türk devleti’nin ayakta kalabilmesi için mücadele vermişlerdir. Atatürk sonrasında, tek parti döneminde, koruyucu politikanın öne geçtiği ve bu nedenle içe kapanarak hızlı bir gelişme ve kalkınma seferberliğine kalkışıldığı görülmektedir.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, Atatürk’ün partisi Avrupa Birliği’ne yönelirken milliyetçilikten biraz uzaklaşmış ve Hıristiyan Avrupa nedeniyle laiklik ilkesine daha çok önem verir bir duruma gelmiştir. Milliyetçi kesim ise, Avrupa Birliği’ne mesafeli olarak, Türk milliyetçiliği anlayışını Türk dünyası merkezli yürütmüştür. O dönemde sosyalist sistem Sovyetler Birliği’nde egemen olduğu için Türk milliyetçiliği daha çok sol ve sosyalizm düşmanlığı çizgisinde gelişmiş ve bu nedenle de soğuk savaş dönemi koşullarında Türkiye’yi bir iç savaşa sürükleyen sol-sağ çatışmasında sağ kesimin militan çizgisini oluşturmuştur. Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle beraber milliyetçilik anlayışı bir Sovyetler Birliği karşıtlığına dönüşmüş ve böylece aslında antiemperyalist çizgide olması gereken Türk milliyetçiliği anti sovyetizm doğrultusuna kaymıştır. Milliyetçiler antiemperyalizmi bırakıp antisol bir çizgide ilerlerken, Atatürkçüler de Atatürk’ün partisinin Avrupacı çizgiye kayması nedeniyle, milliyetçi çizgiden uzaklaşarak laik ve batıcı bir anlayışa yönelmişlerdir. Milliyetçilerin karşı politikalara yönelmeleri, Atatürk’ün eseri olan Cumhuriyet7e sahip çıkma çizgisinden uzaklaşmalarına neden olmuştur. Benzeri bir biçimde Atatürk’ün partisi de Avrupacı ve batıcı bir çizgiye kayarken milliyetçiliği unutmuş, Hıristiyan batıya hoş görünmek için Türkiye’deki gayrimüslimlerin öncülüğünde laikliği öne çıkarmıştır.
Atatürkçüler Avrupa batıcılığı yüzünden laikliğe kayarak milliyetçilikten uzaklaşırken, milliyetçi kesim de Türk dünyasına yönelerek Atatürk’ten kopmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında antiemperyalist çizgide dışa karşı beraber olan bu iki kesim sonraki dönemlerde demokrasicilik oynarken birbirlerinden uzaklaşmışlar ve zaman zaman da emperyalist kışkırtmalar sonucunda karşı karşıya gelmişlerdir. Soğuk savaşın son dönemlerinde Türkiye bir terör kışkırtmasıyla iç savaşa sürüklenirken Türk milliyetçileri sola karşı ülkücülük adı altında savaşmışlar, bütün solu karşılarına alırken, merkez solda yer alan Atatürk’ün partisi ile Atatürkçü kesimleri de karşılarına almışlardır. Türkiye’yi her on yılda bir askeri yönetimlere sürükleyen anarşi ve terör dönemlerinde Atatürkçü ve milliyetçiler karşı kamplarda yer almışlar ve emperyal kışkırtmalarla birbirleriyle savaşmak zorunda kalmışlardır. Bu durum Türk devletinin içerden parçalanmasına giden yolu açmıştır. Devleti kuran ve koruması gereken bu iki çizginin birbirine karşı bir noktaya gelmeleri, Türk devletinin yıkılmasına giden yolun başlangıcı olmuştur. Kargaşa ortamında Atatürkçüler ile milliyetçiler karşı karşıya gelirken, atı alan emperyalizm Üsküdar’ı geçmiştir. Türk devletinin iki sağlam unsuru birbiriyle çekişme noktasına geldiğinde, emperyalizm Türkiye’yi içerden ele geçirme şansını elde edebilmiştir.
SSCB’nin dağılmasından sonra komünizm tehlikesi ortadan kalkınca gerçek tehlikenin emperyalizm olduğu ortaya çıkmıştır. Milliyetçiler ülkücülük akımı çerçevesinde sol düşmanlığı yaparken emperyalizm karşıtlığını unutmuşlardı. En büyük emperyalist olan Avrupa ve Amerika’ya karşı değil ama sola ve SSCB’ye karşı mücadele ediyorlardı. Atatürkçüler ise Atatürk’ün ulusal sol anlayışı çerçevesinde daha dengeli hareket ediyorlar ama onlar da Avrupa süreci içerisinde milliyetçilikten uzaklaşarak batıcılığa kayıyorlardı. İki kutuplu dünya çöküp küreselleşme dönemine geçilince, tek ortak tehlikenin emperyalizm olduğu kesinlik kazanmıştır. İşte bu aşamada bütün dünyadaki milli devletlerle beraber bir milli devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde aynı noktaya gelerek gerçek tehlikenin emperyalizm olduğu konusunda düşünce birliğine varılmıştır. Finanskapital’in öncülüğünde bir küresel sermaye imparatorluğu isteyen patronlar kulübü sosyalist sistemden sonra ulus devletleri de tasfiye etmek isteyince, dünyanın her köşesinde yer alan ulus devletler kendilerini korumaya başlamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti de ulusal refleksleri ile kendilerini koruma noktasına gelince milliyetçi parti ile Atatürkçü gelenekten gelen bir başka parti Türkiye’de koalisyon yapabilmişlerdir.
Bugünkü aşamada, küreselleşmenin on beşinci yılı tamamlanırken AB sürecinde Türk Devletinin yarısı tasfiye edilmiştir. Anadolu ve Balkanlar’da yer alan Türkiye Cumhuriyeti artık merkezi bir devlet olmaktan çıkarılmakta, ulusal sınırlar içinde Türk ulusu olarak yaşayan Türk halkı Kopenhag kriterleri ile hızla alt kimlikli bir yapıya dönüştürülmek istenmektedir. Ulusal kurtuluş savaşı vererek tarih sahnesine çıkan Türk milleti ile birlikte Türk devleti de bu coğrafyadan silinmek istenmektedir. Yeniden Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki duruma dönülmüştür. Bu aşamada, imparatorluktan ulus devlete gidişi sağlayan ve ulusal kurtuluş savaşını beraberce vererek milli bir devlet kuran Atatürkçülerle milliyetçilerin, çatısı altında yaşadıkları milli devletlerini korumak ve ayakta tutabilmek için bir araya gelmeleri zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Henüz yürürlükte olan TC Anayasasında belirtildiği gibi devletimizin temel özelliği olan Atatürk milliyetçiliği anlayışı çerçevesinde bir an önce Atatürkçülerle milliyetçilerin bir araya gelmeleri gerekmektedir. Bu coğrafyada Türkiye Cumhuriyeti’nin başka türlü yaşama şansı kalmamıştır. Atatürk’ün partisi ile milliyetçi parti anayasadaki Atatürk milliyetçiliği ilkesinde bir araya gelerek Türkiye Cumhuriyeti devletini onararak ve bu bölgedeki emperyalist planlara karşı koruyacak bir milli koalisyonu bu yıl içinde yapılacak genel seçimlerde Türk milletinin önüne ulusal bir alternatif olarak koymaları gerekmektedir. Türk milletinin bu iki büyük partiyi Türkiye’nin geleceği için ortak hareket etmeye zorlamasında ulusal çıkarlar açısından yaşamsal önem vardır.

10 Kasım 2018 Cumartesi

İngiliz dönemindeki dini haklarımız … "Prof. Dr. Ata ATUN" - Nüfusumuzun, Maronitler, Ermeniler ve Latinler’in toplamından daha fazla olmasına rağmen, onlar Hristiyan oldukları için bizlerden daha avantajlı konumdaydılar. Adanın kralı İngilizlerdi. Herşey onlar için mubahtı.

İngiliz dönemindeki dini haklarımız
Kıbrıs adası, 1878 – 1960 yılları arasında 82 yıl İngiliz idaresi altında kaldı.
Bizler Kıbrıslı Türkler İngiliz Sömürge dönemi yılları içinde dördüncü sınıf vatandaştık.
İngilizler birinci sınıf, Rumlar ikinci sınıf, Maronitler, Ermeniler ve Latinler üçüncü sınıf, biz ise en sonda idik.

Nüfusumuzun, Maronitler, Ermeniler ve Latinler’in toplamından daha fazla olmasına rağmen, onlar Hristiyan oldukları için bizlerden daha avantajlı konumdaydılar.

Adanın kralı İngilizlerdi. 
Herşey onlar için mubahtı.
İngiliz ordusunda görevli bir İngiliz Çavuş, sömürge yönetiminde, devlet dairesindeki en yüksek mevkideki Kıbrıslı Rum, Türk, Maronit, Ermeni veya Latin bir memura emir verme yetkisine sahipti. Ve bu memurun da bu emri yerine getirmemek gibi bir lüksü yoktu. Ya emri yerine getirirdi, ya da kovulurdu. Yerli devlet memurlarının hiçbir iş güvencesi olmadığından işlerine son verilmeleri İngiliz amirlerinin iki dudağı arasındaydı. “You are dismissed” dendiğinde, pılısını pırtısını toplar daireden çıkar giderdi.

İngilizlerin katı bir devlet yönetimi vardı ve suç işleyeni asla affetmezlerdi. Suçun büyüklüğüne oranla cezası da büyürdü. Trafik suçu dışında suç işleyen kişiler adeta aforoz edilirlerdi. Bırakın devlet memuru olmayı, yarı zamanlı veya sözleşmeli dahi devlette istihdam edilemezler, hazineden hiçbir koşulda ve gerekçe ile maaş veya ödenek alma hakkına sahip olamazlardı. Muhtar azalığı adaylığına bile başvuramazlardı suç işleyenler. İngiliz Yönetimine başkaldıranlar cezalarını aileleri ile birlikte çekerlerdi. Bütün taşınır mal ve mülkleri yasal yollardan, vergiler konarak, cezalar kesilerek ve benzeri uygulamalar ile ellerinden alınır, yok edilirdi. Bu uygulama çok gaddarca olmasına kıyasla adada suç işleme yüzdeliğini de neredeyse sıfıra indirmişti. Hiç kimsenin haddine değildi suç işlemek.

Özel yaşamda çok etkili bir şekilde hissedilen İngiliz idaresinin demir yumruğu, dini inanış ve yaşamda alabildiğine özgürdü.

Adada yaşamlarını sürdüren İngilizlerin, Rumların, Türklerin, Maronitlerin, Ermenilerin ve Latinlerin dini inanış ve ritüelleri birbirinden farklıydı. Türklerin dışındakilerin tümünün Hıristiyan olmalarına karşın hepsinin dini inanışlarında ve ayinlerinde gözle görülebilen farklılıklar bulunmaktaydı.
Ortodoks olan Rumlar, başları sıkışınca yardımı “Kudretli İsa”dan (Panaiya) veya da her konunun kendine özgü koruyucusu olan “Aziz”lerinden isterlerdi. Yüzlerce Azizleri vardı Rumların ve “Allah”a çok başvurmaz, yalvarmazlardı. Boyunlarında haçları da hiçbir zaman eksik olmazdı. Rumlar, Maronitler, Ermeniler ve Latinler dış görünüş olarak birbirlerine çok benzemelerine rağmen benim için onları ayırabilmenin en kolay yolu, boyunlarındaki haça bakmaktı. Haç varsa Rum’du, yoksa ve Rumca konuşuyorsa, azınlıklardan biriydi.

Anglikan olan İngilizler’in Rumlara kıyasla dini inanışları ve ayinleri biraz daha basit düzeyde idi. Boynunda göze batacak şekilde haç taşıyan bir İngiliz gördüğümü pek hatırlamıyorum.

İngiliz Sömürge İdaresi biz Kıbrıslı Türklere Türk bayrağını kullanmak ve İstiklal marşını okuma yasağını getirmiş olmasına rağmen, okullarımızda dinimizin ders olarak okutulması ve öğretilmesi ile her Cuma günü öğleyin zoraki olarak camiye giderek topluca Cuma namazı kılmamızı eğitim müfredatı içine koymuştu. O dönem Türklük olgusunu yok etme düşüncesinden olsa gerek dini farklılığımız ön plana çıkarmışlar, Türk Lisesinin adını İslam Lisesi koymuşlardı.

Cuma günleri, öğlen ezanı okunmadan yarım saat önce ders biterdi. Topluca bahçedeki musluklarda abdestimizi alır ve ikişerli sıraya dizilirdik. Sonra da “sol-sağ, sol-sağ” hep birlikte camiye yürüyerek giderdik. Bazılarımız camide tekrar abdest alırdı. Topluca camiye girer, namazımızı kılar, Cuma hutbesini dinler, sonra tekrar topluca Cuma namazını kılar ve okula yürüyerek, geri dönerdik.

Din derslerimizde de gerekli olan tüm dualar okutulur, öğretilir ve içerikleri açıklanır, gerekli dini bilgiler verilirdi. Bu uygulama Kıbrıs Cumhuriyeti döneminde de, soykırıma uğradığımız 1963-1974 yılları arasında, İngiliz döneminde olduğu yoğunlukta olmasa da devam etti.
Diyeceğim o dur ki, okullarda öğrencilere namaz kılmanın öğretilmesi yeni ve Türkiye’nin empoze ettiği bir olay değil. Biz Kıbrıs Türkleri çocukluğumuzda aynı müfredatı aldık, dini bilgilerimizin çoğu okullarda verildi.

Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ataatun@gmail.com (Kişisel) veya ataatun@csu.edu.tr (Akademik)
http://www.ataatun.org Facebook: AtaAtun1

2 Kasım 2018 Cuma

Prof. Dr. Anıl Çeçen "CUMHURİYETİ DEMOKRASİ İLE TAMAMLAMAK" Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN-Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Genel Kamu Hukuku Ana Bilim Dalı Başkanı & CUMHURİYETÇİ DEMOKRATLAR (Cumhuriyetçi Demokrat Parti Kuruluş Hareketi Müteşebbisleri)

YAZILARI "OKUYAMIYORSANIZ" LÜTFEN ÜZERLERİNE TIK'LAYINIZ 

















BİR YORUM; KATKI VE ANALİZ:

dilipak (Abdurrahman DİLİPAK)
1 Kasım Per 17:41 (20 saat önce)
Alıcı: ben

Slm,
Gönderiniz için teşekkür ederim.
Bunları bana Word ya da PDF olarak gönderebilir misiniz?
Sanırım kavramsal anlamda Akşin ve Kili’nin açıklamalarında sorunlar var.
Mesela “Cumhuriyet”, “Çoğunlukçuluk” demektir. Cumhur Çoğunluk demektir. Burada çoğunluk Halk çoğunluğunu temsil eden “Ulus”a gönderme vardır. D”emos Kratos” Halk iktidarı derken, burada çoğunluk değil, çoğulculuk sözkonusudur.
“Demokratik Cumhuriyet” de ise, teorik olarak ve felsefi anlamda, “çoğunluğun dominant / ana belirleyici unsur olmakla birlikte, halkın diğer kesimlerinin hak ve hukuklarını koruyan, katılımcı, çoğulcu ve şeffaf, insan haklarına dayalı, hukukun üstünlüğünü esas alan bir düzen” öngörülür. Buradaki esas unsur “Farklıklara rağmen, adalet üzere, barış içinde bir arada yaşama iradesi”dir.
Maalesef, memleketin en “aydın” isimleri bile, konuyu etimolojik ve ansiklopedik düzeyde bile tartışamıyoruz. Asıl sorun da burada.
Örnekler de, sağlıklı değil, kurgulanmış komplolar üzerinden yapılan tanımlar çok da gerçekçi değildir.
Tek bir Cumhuriyet, tek bir Demokrasi, tek bir Liberal düşünce tipi yoktur. Etikette ne yazdığı değil, teori, pratik ve neticede ne olduğuna bakmak gerek. İşin etik ve estetik yanı ve değişen şartlara uyum performansı ve kendini yenileme dinamikleri açısından oportünizme kaymayan bir pragmatik yanının da olması gerek.
Tarikatlerin ne olduğu konusunda da ön yargılı bir bakış var. Pratik gerçekler yanında, tarihi arka planı da görmek gerek. Mesela batıda Tarikatler çok daha etkili ve belirleyicidir. Masonluk da sonuçta kendi içindeki fraksiyonlarla tarikate benzer. Cizvitler, angilikanlar, protestanlar, tapınakçılar, evengalikler, onlarca tarikat sayabiliriz. Mormonlar vs
Gördüğüm kadarı ile bu arkadaşlar, Fransadaki Laisizmi, Almanyadaki Sekülarismus’u da çok iyi incelememişler.
Selamlar
Dilipak

***
Anıl Çeçen-Cumhuriyeti Demokrasi İle Tamamlamak-Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN-Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Genel Kamu Hukuku Ana Bilim Dalı Başkanı & Sina Akşin-Demokrasi mi Cumhuriyet mi-Prof. Dr. Sina AKŞİN-Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi & Suna Kili-Cumhuriyet ve Demokrasi-Prof. Dr. Suna KİLİ-Boğaziçi Üniversitesi-cumhuriyetçi demokratlar hareketi-cumhuriyetçi demokrat parti kuruluş hareketi-yeni oluşum-yeni parti-ulusal haber gazetesi-ulusal ajans,

Prof. Dr. Sina Akşin "Demokrasi mi? Cumhuriyet mi?" Prof. Dr. Sina AKŞİN-Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi ((Cumhuriyetçi Demokratlar "Cumhuriyetçi Demokrat Parti Kurulu" Hareketi, 01 Kasım 2018-Ankara)

Prof. Dr. Suna Kili "Cumhuriyet ve Demokrasi" Prof. Dr. Suna KİLİ-Boğaziçi Üniversitesi (Cumhuriyetçi Demokratlar "Cumhuriyetçi Demokrat Parti Kurulu" Hareketi, 01 Kasım 2018-Ankara

Anıl Çeçen-Cumhuriyeti Demokrasi İle Tamamlamak-Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN-Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Genel Kamu Hukuku Ana Bilim Dalı Başkanı & Sina Akşin-Demokrasi mi Cumhuriyet mi-Prof. Dr. Sina AKŞİN-Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi & Suna Kili-Cumhuriyet ve Demokrasi-Prof. Dr. Suna KİLİ-Boğaziçi Üniversitesi-cumhuriyetçi demokratlar hareketi-cumhuriyetçi demokrat parti kuruluş hareketi-yeni oluşum-yeni parti-ulusal haber gazetesi-ulusal haber-ulusal ajans,