DP DÖNEMİ-İSPAT HAKKI SORUNU VE BASINI İLE İLİŞKİLER & MENDERES, PARTİ GRUP TOPLANTISINDA, ‘SİZ İSTERSENİZ HİLAFETİ BİLE GETİRİRSİNİZ’ SÖZÜNÜ KULLANDI MI?..
Hasan Emre OKTAY
‘İspat Hakkı sorunu’ tıpkı ‘Tahkikat Komisyonu’ gibi DP aleyhine yıllarca acımasızca istismar edilen konulardan biridir. Şöyle ki, sanki ispat hakkı varmış da, bu hakkı Menderes Hükümeti kaldırmış gibi anlatıla geldi.’ Hâlbuki İspat Hakkı, 14 Mayıs 1950 DP İktidarından önce ortadan kaldırılmıştı. Olay 1949 yılında şöyle meydana gelmiştir:
Ruslar İkinci Dünya Savaşının sona erdiği 1945 yılında, Türkiye ile 17 Aralık 1925 günü imzalanmış olan saldırmazlık ve dostluk anlaşmasını yenilemek için bir takım şartlar ileri sürmüşlerdi. Rusların ileri sürdüğü bu şartlar kabul edilir gibi değildir. Uluslararası diplomaside bu ortama, savaşa neden olacak olay anlamında ‘Casus Belli’ denmektedir. Zira Ruslar Türkiye’den, doğu sınırında Kars ve Ardahan’ı istiyorlar, Boğazların yönetimine katılmak bakımından Boğazlarda da üst talep ediyorlardı. Doğal olarak bu taleplerle ilgili verilen SSCB ültimatomlarından sonra, SSCB ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler birdenbire son derece gergin bir havaya girdi. Bu ortam içinde ülkemizde insanlar birbirlerini komünistlikle suçlama yarışına da başlamışlardı. Çocukluk yıllarımda Ankara’da Namık Kemal mahallesinde otururken hatırlıyorum ‘komünist’ sıfatı hala adeta küfür olarak kullanılıyordu.
1946 şaibeli seçimlerinden sonra, İktidar partisi CHP, ana muhalefet partisi de DP’dir. 27 Ocak 1947 günü CHP hükümeti İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer, yaptığı bir konuşmada Moskova ajanlarının acemi politikacıları da kandırmakta olduğunu söyler ve bir takım kişileri de ima eder. Sökmensüer konuşmasını Mareşal Fevzi Çakmak üzerinde yoğunlaştırmıştır. Seçimlerde DP’den aday olan ve milletvekilliğini kazanan Mareşal Fevzi Çakmak için adeta bir karalama konuşması yapmıştır. Sökmensüer konuşmasında mareşalin, bilerek veya bilmeyerek komünist faaliyetlerine iştirak ettiğini ileri sürer, ispata çalışır. İçişleri Bakanının bu konuşmasından sonra, CHP’li Hüseyin Cahit Yalçın, Nihat Erim, Falih Rıfkı, Asım Us, Tarık Us da Mareşal Fevzi Çakmak’a ağır hücumlarda bulunmaya başlarlar. Mareşal Fevzi Çakmak ise, bilakis kendisinin komünizm ile mücadele eden biri olduğunu iler sürer, ithamları reddeder. Mareşal Şubat 1947 de şu ifadelerde bulunur:
‘Ben komünistliği bu memleket için muzır telakki edenlerdenim. Komünistler ordu ve donanmaya sokulmak istendikleri zaman şiddetle hareket ettim. CHP mensuplarından birçok hatırlı zevatın tavassutuna rağmen ısrar ettim. Fakat onlar Şefik Hüsnü’ye parti kurmak salahiyetini ve 34 tane müseccel komüniste de amelenin işçinin önüne geçerek rehberlik etme imkânını sağladılar. Ben daha iş başında iken eski bir Milli Eğitim Bakanının bu faaliyeti destekleyen hareketinden dolayı hükümeti resmen ikaz ettim. Kimse kulak asmadı ve sonra da Hamidiye Köy Enstitüsündeki komünist yuvasından bahsettiler.’
Demokrat Partinin ileri gelenleri, iktidar partisi CHP’nin bu saldırılarına şiddetle karşı koyarlar. DP İstanbul İl Başkanı Kenan Ömer Öner asıl komünistlerin CHP saflarında bulunduğunu söyler. Ve Köy Enstitülerini örnek verir. O tarihte, Köy Enstitülerinde komünizm propagandası yapıldığına dair söylentiler ayyuka çıkmıştır. Köy Enstitülerinin vurgulanması, kurucularından Hasan Ali Yücel’in ima edilmesi demektir.
Bunun üzerine Hasan Ali Yücel, 8 Şubat 1947 tarihli Ulus Gazetesinde, “Söz ettiğiniz eski Milli Eğitim Bakanı ben miyim? Diye sorar. 11 Şubat 1947 tarihinde ise Prof. Kenan Öner Yeni Sabah gazetesinden, Hasan Ali Yücel’e cevap verir, şunları yazar:
“Evet, o Maarif Vekili sizsiniz. Siz yalnız komünistleri bakanlığınızda beslemekle ve uğradıkları hücumlara karşı onları korumakla kalmadınız, Bakanlığınızın telkinleriyle milliyetçik belasına başlarını soktuğunuz 23 genci İspanyolların engizisyonuna rahmet okutacak işkencelerle ezdirdiniz, harap ettiniz ve hırpalattınız.”
Bunun üzerine Hasan Ali Yücel, Kenan Öner’e hakaret davası açar. Kenan Öner de TCK’nın
481/1 fıkrası gereğince Hasan Ali Yücel’e isnat ettiği hususların görevi ile ilgili olduğunu ileri sürerek mahkemeden ispat hakkı ister. Mahkeme 24 Nisan 1947 tarihli celsesinde Kenan Öner’in isteğini haklı bulur ve hakikatin ispatına izin verir.
Kenan Öner, ithamlarının delillerini bir bir ispat eder ve mahkemeden beraat kararı çıkar.
Ancak Temyiz Mahkemesine gidilir. Temyiz Mahkemesinde de, belli yasa gereğince bu kararla ilgili olarak ‘Tevhid-i İçtihat Genel Kuruluna’ (Yargıtay Görüşleri Birleştirme Genel Kurulu) başvurulur. Hakikatin ispatına izin olup olmadığı hakkında, dava konusu olay tetkik edilir.
Hukuki ifadeler olduğu için, ben dahil hukukçu olmayanlar için anlaşılması biraz zor olan gelişmeleri kısaca aktarıyorum. Bizim için önemli olan kararın DP iktidarından önce alınmış olmasıdır.
Sonuç olarak verilen 16 Mart 1949 tarih ve 24/3 sayılı, Resmi Gazetenin 26 Mart 1949 tarih ve 7216 sayılı nüshasında yayınlanan kararla, bakanların ve her dereceden memurlar hakkında, vazifelerini ifa ederken bile olsa işledikleri her çeşit suçtan dolayı, onların bu suçu işlediklerini söyleyen ve yazanların dava açması halinde, dava açanların mahkemede yazdıklarını ve söylediklerini İSPAT ETME HAKLARI KALDIRILMIŞTIR. Buna göre bir bakana veya herhangi bir memura vazifesi ile ilgili bile olsa, bir suç isnadında bulunanlar, otomatik olarak mahkûm edileceklerdir.” Yani Yargıtay, 1949 yılında siyasetçileri, hakkında belge açıklanamayacak kişiler, sınıfına sokmuştur. Bir nevi dokunulmazlıktır bu uygulama.
Ayrıca, Yargıtay Temyiz İçtihat Birleştirme Genel Kurulu toplanıp, ‘iftira ile yapılan hakarette, hakaret sayılan iddianın gerçek olup olmadığını, ancak o fiilden dolayı tahkikat yapmakla görevli merciin inceleyebileceğine’ karar vermiştir. Buna göre mesela bir bürokrata bir iddia ile hakaret yapıldı diyelim. Hakaret yapan hakkında basın kanununa göre dava açılıyor. Ancak o fiil ile ilgili olarak kim yetkili ise, ‘hakaret davasına bakan asliye ceza mahkemesi’ bir ara kararı ile o merciye (o fiil ile ilgili yetkiye sahip) başvuracak ve o merciin vereceği kararı bekleyecektir. O merci yani görevli merci, bürokrat hakkındaki iddianın doğru olduğuna karar verirse, bu iddiayı ortaya atan hakaret sanığı beraat edecektir. Eğer merci iddianın asılsız olduğuna karar verirse, Asliye Ceza Mahkemesi hakaret sanığını mahkûm edecektir. Yani ayrıca iddia sahibinin de dinlenmemesi, iddiasını ispat etme gayretleri içinde bulunamaması söz konusu değildir.
Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, bu düzenlemenin, bu kararın verildiği Meclis’in DP’nin hükümet ettiği Meclis olmamasıdır. Bu karar yukarda anlattığımız gibi CHP İktidarı zamanında alınmıştır. Karar, o dönemde Yargıtay İçtihat Birleştirme Genel Kurulu yani tüm Yargıtay başkan ve üyelerinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan bir kurul tarafından düzenlenmiştir. Konuyla ilgili Demokrat Partili Nusret Kirişçioğlu 1975 yılında aşağıdaki açıklamayı yapmış;
“DP iktidara geldikten sonra DP içinde de İspat Hakkı’nın yeniden yürürlüğe girmesi, yani 1949 da CHP Hükümeti tarafından düzenlenen halinden, eski haline döndürülmesi taraftarı olan milletvekilleri vardı.”
Nitekim 2 Mayıs 1955 tarihinde Fethi Çelikbaş ve bazı DP milletvekili arkadaşları, Meclis’e ‘İspat Hakkı’ önergesi veriyorlar. Yani ispat hakkının tekrar eski halinde yürürlüğe girmesini isteyen bir önergedir bu.
Yani yıllarca anlatıldığı gibi ispat hakkı uygulaması zaten vardı da, bu hakkı DP kaldırmıştır gibi bir durum yok.Yukarda anlattığımız gibi, rahmetli Mareşal Fevzi Çakmak ile ilgili bir tartışma esnasında, CHP hükümeti bakanları, Hasan Ali Yücel’in kaybettiği dava temyizde iken İçtihat Birleştirme Kurulu’nun kararı ile bu hakkı askıya almış durumda. Onun için anlattığımız 1949 yılındaki askıya alma kararından sonra, mahkemeler ispat hakkını kabul etmemekte. Yani mahkemeler, bağımsız olarak bir milletvekili veya bürokrata dava açan kişinin ispat hakkını kabul etmiyor. Ancak hakkında şikâyette bulunulan milletvekili veya bürokrat, şikâyetçiyi ispata davet ederse, o zaman mahkeme kabul ediyor.1954 yılına kadar yasal süreç böyle işlemiş durumda.
İşte DP Bakanlarından Fethi Çelikbaş ve arkadaşları, 1955 yılında bu içtihat kararının kaldırılarak tekrar İspat Hakkının yürürlüğe girmesini istiyorlar. Onlara göre, basına bu hak tanınmadıkça, milletvekili, bürokrat gibi görevliler, yapılan ithamlar karşısında kuşku altında kalacaklardır. DP Hükümeti Çelikbaş ve arkadaşlarının ‘İspat Hakkı Önergesini’ ceza yasalarında da değişiklik gerektirdiği gerekçesiyle reddetmiştir.
Zaten yürürlükteki 1924 Anayasasının 22.maddesine istinaden, Meclis İçtüzüğünün 169. ve 177. maddeleri bakanlar olsun, milletvekilleri, bürokratlar olsun, herhangi bir itham veya şüphe karşısında Meclis’e tahkikat yapmak üzere her türlü yetkiyi veriyordu. Bu iki maddenin içtüzükteki tanımlamaları şöyle idi;
“Meclis İçtüzüğünde Meclis Tahkikatı iki bölümde mütalaa edilmiştir. Birinci bölüm 169. madde, “Bakanlardan biri veya bakanlar kurulunun tümü hakkında yapılacak olan cezai ve mali sorumluğu gerektiren fiiller” hakkındadır.
İkinci bölüm 177. madde, “ TBMM’nin resen (bağımsız olarak) bilgi almak istediği her çeşit konu hakkında bir tahkikat komisyonu kurulabilir.”
Fethi Çelikbaş ve arkadaşlarının zaten DP içinde aradığını bulamayan bir grup olduğu söylenir. Önergeleri kabul edilmeyince bu milletvekilleri partiden ayrıldılar. DP’den ayrılanlar arasında Ekrem Hayri Üstündağ, Fethi Çelikbaş, Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu, Turhan Güneş, Ekrem Alican, İbrahim Öktem gibi siyasetçiler de bulunuyordu. Ayrılan 20 kişi Meclis’te ‘Yirmiler’ olarak anılmaya başladı. Bir süre sonra, 20 Aralık 1955 günü yirmiler tarafından yeni bir parti, Hürriyet Partisinin kurulduğu ilan edildi.
Başvekil Adnan Menderes, ispat hakkından dolayı meydana gelen olaylar karısında Meclis’te şu sözleri sarf etmiştir;
“Bizde ispat hakkı mevcuttur. İspat olunduğu takdirde her türlü yolsuzluk, suiistimal ve uygunsuz hareketlerin yazılmasında kanuni hiçbir mahsur yoktur. Bizde kanunlarımızın ispatına cevaz vermediği tek şey hakaretten ibarettir. Biz iktidarda olduğumuz müddetçe hakarete ispat hakkı tanımayacağız. Onlar iktidara gelirlerse küfre de, hakarete de istedikleri kadar hürriyet tanıyabilirler.”
Hürriyet Partisinin kuruluşu gazetelerde büyük ilgi görür. Hemen bütün gazeteler veya diğer bir deyişle zamanın matbuatı, DP’nin çözüldüğünü ve dağıldığını, vatandaşların kitle halinde Hürriyet Partisine iltihak ettiklerini yazmışlardır. Gazete haberlerindeki bu saptırma, doğal olarak DP milletvekillerini çileden çıkarmıştır.
Gerçekte, İspat Hakkının, tekrar ihdas edilmesi önergesinin kabul edilmemesi üzerine, DP’den ayrılan milletvekillerinin, DP Grubunda yaratığı sarsıntının etkileri sanıldığından büyük olmuştur. 29 Kasım 1955 günü Dr. Burhanettin Onat başkanlığında toplanan Meclis grubu, İktisat ve Ticaret Bakanı Sıtkı Yırcalı hakkındaki gensoru önergesini konuşacakken, mebuslar gensoruyu birdenbire hükümete yöneltirler ve başta başvekil olmak üzere bütün bakanlara adeta hücum edilir. Meşhur, ‘1955 Grup Toplantısı’ cereyan etmektedir. Suçlamalar o kadar ileri gider ki, Başbakan Menderes dahi diktatörlükle suçlanmış, istifası istenmiştir. Zaten bütün bakanlar teker teker kürsüden istifa ettirilmişlerdir.
Burada çok önemli bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim. Şöyle ki, ‘ Bir iktidar partisi grubunun, hükümetin bakanlarını, karşısına alıp hesap sormaları ve istifa ettirmeleri ancak ileri demokrasilerde söz konusu olabilir. O fırtınalı oturumda Menderes de bir şaşkınlık döneminden sonra kürsüye gelerek bir konuşma yapar. Rahmetli Menderes söze, ‘Şahsım adına sizden itimat istiyorum’ diyerek başlar;
“Arkadaşlarım beni diktatörlükle itham ettiler. Benim sizin karşınızda diktatör olmama ihtimal var mıdır? Sizin kudretiniz o kadar büyüktür ki, şu anda isteseniz Anayasayı bile değiştirebilirsiniz.. Ben sizin bu büyük kudretiniz karşısında nasıl diktatörlük yaparım. İşte misalini verdiniz. Bir anda kabineyi istifa ettirdiniz. Fakat bana olan itimadınızı devam ettirirseniz muhalefeti de sevindirmemiş olursunuz.”
Menderes’in konuşmasından sonra, Meclis Başkanı, Menderes’in teklifini oya sunar ve çoğunluk oyu ile DP milletvekilleri Menderes’e güvenlerini yenilerler. Bu suretle 29 Kasım 1955 günü Menderes kabinesi zorla çekilmiş ve istifa ettirilmiş olmuştur. Ertesi günü olay bütün gazetelerin manşetlerini kaplamıştır. Menderes’in yukarda naklettiğimiz Anayasayı değiştirmek sözü de gazetelerde şöyle yer almıştı;
“Sizin kudretiniz o kadar büyüktür ki, isterseniz hilafeti dahi getirebilirsiniz.”
Menderes’in böyle bir söz söylemediği ertesi günü Ankara’daki bütün parlamento muhabirlerine açıklamalı olarak bildirilmiş, ancak hiçbir gazete bu açıklamayı yayımlamamıştır. Yalnız Zafer ve Vatan gazeteleri konuşmanın doğru metnini yazmışlar. İstisnai olarak o zaman Menderes’e tamamen muhalif bulunmasına rağmen Vatan Gazetesi hem düzeltme açıklamasını yayımlamış hem de yanlış haberden dolayı özür dilemişti. ( On Yılın Mücadelesi, Tekin Erer, Ticaret Postası Matbaası, İstanbul 1963, 2.cilt, s. 260-261)
9 Aralık 1955 günü yeni DP hükümeti ilan olundu. Böylece ‘İspat Hakkı’ talebi ile başlayan buhranlı günler, bir süre için de olsa sona ermiş gibi göründü. Ama 1956 yılı başlarından itibaren muhalefetin ve basının DP iktidarına özellikle de Menderes’e karşı verdikleri beyanatların dozu saldırı hudutlarını aşmıştır…
6-9 Nisan 1956 tarihleri arasında toplanan CHP Meclis grubu şu tebliği yayımlıyor;
“CHP rejim meselesinin bir an evvel halledilebilmesi için muhalefet partilerinin işbirliği yapmaları lüzumuna kanidir. CHP Meclisi işbirliği hususunun gerektirdiği yetkileri parti genel başkanına tevdi eylemiştir.”
Menderes’in konuyla ilgili yaptığı konuşmaya Osman Bölükbaşı şu cevabı veriyor;
“Elinde iktidar silahı olan üç yaşındaki çocuk senden daha cesur konuşur. Eloğlu armut toplamıyor. İcap ederse senin gırtlağın da sıkılır.”
15 Nisan 1956 CHP Kars mebusu Sırrı Atalay CHP ilçe kongresinde konuşuyor;
“Menderes bütün sözlerinin hesabını verecektir. Müstakil bir mahkeme kuracağız. Ve Menderes bu mahkeme huzurunda bütün iktidarının hesabını verecektir. Neticeyi bu mahkeme tayin edecektir.”
Daha 1956 yılında gırtlak sıkmalar gibi ifadeler kullanmak, müstakil (bağımsız) mahkemeler kurmaktan bahsetmeler, CHP’nin 27 Mayıs’a, hatta infazlara gidecek sürece girdiğini göstermiyor mu?
29 Nisan 1956 Kasım Gülek;
“Memleket artık kalkınma hamlesi istemiyor. Bu millete kalkınma hamlesi değil, Menderes’ten kurtulma hamlesi lazımdır. Bunun için vatandaşların topyekûn DP karşısında birleşerek Mili Birlik kurmaları icap eder.”
20 Mayıs 1956 Hürriyet Partisi mitinginde Ziya Termen;
“Biz iktidara gelince devri sabık yaratacağız ve ilk olarak Menderes’ten hesap soracağız.”
Böyle bir ortamda, DP bakanlarından Mükerrem Sarol, aleyhinde kampanya başlatan Dünya Gazetesi sahibi Bedii Faik ve Akis Gazetesi sahibi Metin Toker için dava açar. Davayı kaybeden Bedii Faik, içerde sadece iki gün kalacağı hapse girer. İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker ise, yedi ay hapse mahkûm olmuştur. Ancak Metin Toker bu cezasının büyük bir kısmını, hemoroit rahatsızlığından dolayı hastanede geçirir. Ama olaylar basına bambaşka yansımıştır.
Hürriyet Partisini kuran eski DP milletvekilleri 1957 seçimlerinde bir daha seçilemediler. Hürriyet Partisi de 24 Kasım 1958 de kendisini feshetti ve üyelerinin çoğu CHP’ye geçti. Ekrem Alican daha sonra Yeni Türkiye Partisini kuracaktır.
DP İktidarı 27 Aralık 1957’de yeni bir Meclis İçtüzüğünü kabul ediyor. Ve bu yeni İçtüzükte dokunulmazlıkların kaldırılması kolaylaştırılıyordu. Bu olaya CHP büyük tepki, direniş gösterdi. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu, demezler mi?
“Bu günkü Meclis’te milletvekilleri için ‘Yasama Dokunulmazlığı’ uygulaması vardır ve bu uygulama milletvekillerini keyfi ve asılsız ceza kovuşturmalarından korur. Ancak bu dokunulmazlık zırhı tıpkı 1924 Anayasası kurallarında olduğu gibi gerekirse TBMM tarafından kaldırılabilir. Kaldırıldığı takdirde de söz konusu milletvekili hakkında hukuk davası açılabilir. Dava süresince de milletvekili görevine devam eder. Milletvekilliği bitince dokunulmazlık da biter.”
Basın İlişkileri;
Tahkikat Komisyonu, İspat Hakkı konularında DP, Menderes nasıl istismar edilmişse, DP’nin basın ile olan ilişkileri konusu da, tek taraflı anlatımlarla şiddetli bir dezenformasyona uğratılmıştır. İzninizle kısaca bu konuya da değineceğim;
21 Temmuz 1950 de, DP iktidarının ilk aylarında, 5680 Sayılı Basın Kanunu çıkartıldı. Basın özgürlüğü açısından önemli iyileştirmeler getirildi. Daha önceki 1931 tarihli Basın Kanununun hükümete tanıdığı geniş yetkiler kaldırıldı. Örneğin artık gazete çıkarmak için izin almak gerekmeyecek, bildirimde bulunmak yeterli olacaktı. Basın suçları toplu basın mahkemelerinde yargılanacaktır. Dolaysıyla bu karar ile basın için bir güvence niteliği ortaya çıkıyordu. Gazete sahipleri artık gazetelerinde yayımlanan yazılardan dolayı ceza sorumluluğu taşımayacaklardı. Sorumlu olanlar yazı işleri müdürleri ve yazarlardı.
9 Mart 1954 tarihinde ise, 1954 Genel Seçimlerine iki ay kala yeni bir basın kanunu çıkartıldı;
‘Neşir Yoluyla veya Radyo ile İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun’
Bu kanunla basına bazı sınırlamalar ve denetim getiriliyordu. Çünkü 1950 çıkartılan Basın Kanununun yarattığı özgürlük ortamı, edep kurallarını aşacak derecede istismar edilmeye başlamıştı. 17 Ocak 1953 günü Başvekil Adnan Menderes Gaziantep’te yaptığı bir konuşmada, basın dünyasında görülmekte olan edep dışı ortamdan şikâyet etmektedir, Başbakan Menderes;
“Türlü acayip ve mukaddes isimler altında bir sürü gazete ve risale (broşür) yayımlanmaktadır. Bunların tetkikinde ilk göze çarpan nokta bütün bu neşriyatta kullanılan lisandır. Din çok ulvi, mukaddes ve nezih bir mefhumdur (kavram). Bunların kullandıkları lisan ise terbiyeli bir insanın ağzına almayacağı kadar kötü, bayağı ve müstehcendir (edebe aykırı). Size sözde dini bir gazeteden misaller vereyim. Şimdi okuyacağım yazının serlevhası (başlığı) ‘Piç’tir ve içinde ezcümle şunlar yazılıdır.
‘Piç…Sen ey anasının rahmine bilmem hangi balo gecesinde düşmüş olan piç…sen solda sıfır…sen bir hiç. Sen ey Allahsız, ahlaksız, dinsiz, vatansız, haysiyetsiz, şerefsiz, namussuz, seviyesiz, arsız, yüzsüz, siz ve ne kadar siz varsa üzerinde tecelli (belirme) ve temerküz (toplanma) etmiş rezil…sen ey bedbaht düzenbaz, madrabaz, kumarbaz, hilebaz, ne yazsak ne söylesek az olan it..”
Menderes bu örneği verdikten sonra konuşmasına devam ediyor;
“Daha fazla devam etmeyeyim daha müstehcen sözler de vardır. Bunları sözde bir dindar yazıyor. Allah ve peygamberi ve onların emirleri için mücadeleye girdiklerini söyleyenlere sormak lazım. Bu terbiyesiz edepsiz lisandan Allah ve Peygamber hoşnut olur mu?....Partimizin (DP) din bahsindeki görülerini, laikliğe dair olan maddenin ihtiva ettiği (içerdiği) hükümlerde bütün vuzuhu (açıklığı) ile bulmak mümkündür. Bu maddede aynen şöyle denilmektedir;
‘Partimiz laikliği devletin siyasetle, din ile hiç bir ilişkisi bulunmaması ve hiçbir dini düşüncenin kanunların tanzim ve tatbikinde müessir (etkin) olmaması manasında anlar ve laikliğin din aleyhtarlığı şeklindeki yanlış tefsirini reddeder. Din hürriyetini, diğer hürriyetler gibi insanların mukaddes haklarından tanır’…..
Sözlerimi bitirirken şunu tekrarlamak isterim ki, bu iki müfrit (aşırı) ve muzır (zararlı) cereyana karşı hürriyetlerimizi, dinimizi, milliyetimizi, milli tesanütümüzü (dayanışma) mutlaka müdafaa ve muhafaza edeceğiz.”
Rahmetli Menderes bu konuşmasında milliyetçilik-ırkçılık, laiklik, dinsizlik arasındaki farkları vurguladıktan sonra, basındaki edep dışı uygulamaları üzülerek anlatıyor ve iki ay sonra çıkartacakları yeni basın kanununun sinyallerini veriyordu.
8 Mart 1954 günü, Meclis’te söz konusu basın kanunu müzakere edilirken, CHP adına söz alan Server Somuncuoğlu, bu kanunun bütün basını ölüm sükûtuna (sessizliğine) boğacağını söylüyordu. Bu iddiaya Menderes son derece iyi niyetli bir vaat ile cevap veriyordu;
“Göreceksiniz bundan sonra da hiçbir zaman matbuat (basın) susmayacaktır. Matbuatı susturmaya çalışan bir teşebbüs (girişim) olursa bunun karşısına ilk çıkacak DP’dir”
Menderes, sözlerinde haklı çıkmıştı zira o kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra basın hiçbir zaman susmadığı gibi, çirkin yayınlar dozunu bile arttırmıştı.
20 Şubat 1955 tarihine gelindiğinde Meclis’te basın konusu ile ilgili tartışmalar hala tüm şiddetiyle devam etmektedir. Başvekil Adnan Menderes kürsüde bir konuşma yapıyor. Konuşmasında, basın hürriyetinin nasıl suiistimal edildiğini ve hürriyet namı altında hükümete nasıl hakaretler yağdırıldığını anlatıyor, gazetelerdeki makalelerden, şiirlerden örnekler veriyordu. Meclis ise dehşet ve tiksinti içinde okunan yazı ve şiirleri dinliyordu. Özellikle ‘Piç’ adlı yazıyı Menderes tekrar okuyunca muhalefet milletvekilleri inanamıyor ve gazetenin aslını görmek istiyorlar, gazetenin aslı gösteriliyor, milletvekilleri tetkik ediyorlar, Menderes konuşmasına devam ediyor;
“Size daha neler okuyacağım, hürriyet bu mu? Bu yazılardan dolayı kimse mahkûm olmadı. Çünkü memlekette sorumluluk var. Bizim memlekette gazete kapatmak artık hükümetlerin elinden çıkmıştır. İşte beşinci senemiz kapatılmış tek gazete yoktur. Bununla iftihar ediyoruz.
İşte mukaddes basın hürriyeti, hepiniz tiksindiniz, üzüldünüz. Acaba Menderes kadar hücuma uğramış bir başbakan var mıdır? Arkadaşlar bu kadar ağır devlet yükü altında çalışırken bir de kendimize sövdürmeyeceğiz. Nezaketini muhafaza etmiş bir gazete ne kadar ağır yazarsa yazsın kalemine dokunmayacağız. Yeter ki sövmesin. Demin okuduğum en hafifinden deyyus, kerata edebiyatına bir takım hâkimler on gün ceza veriyor sonra da bu cezayı tecil ediyorlar. Bir başka hâkim ‘Bir Kara Çete Geldi İktidarı Ele Aldı’ yazısının muharririni beraat ettiriyor. Sonra da bu hâkimler hizmetlerinin mükâfatı olarak seçimlerde CHP’den milletvekili namzedi (aday) oluyorlar.”
Menderes’in Meclis’te örnekler vererek yaptığı bu konuşma, bazı CHP milletvekillerini bile etkilemiştir. CHP Grubu adına söz alan Nüvit Yetkin’in aşağıdaki sözleri bunun göstergesidir;
“Başvekilin okuduğu yazılar matbuat hürriyetinin suiistimalleridir. Bu tip yazıları asla tasvip etmiyoruz. Memlekette böyle bir basın yolunun açılmasını da doğru bulmuyoruz. Muhalefet küfretmek demek değildir. Hakaret edenler layık oldukları cezaları görmelidirler.”
Menderes’in, Nüvit Yetkin’e verdiği cevap da gayet ılımlıdır ve işbirliği önermektedir;
“Nüvit Yetkin arkadaşımın konuşmasına müteşekkirim. Halk Partili arkadaşlarım emin olun, sizin bir mürüvvetiniz üç misli mukabele görecektir. Mürüvvetli ve âlicenap olun bizden mukabelesini kat kat göreceksiniz.”
Nüvit Yetkin de Menderes’e tekrar cevap vermek ister;
“Başvekilin sözlerini vaat telakki ediyoruz. Üç misliyle mukabele vaadini senet ittihaz ediyoruz.”
Basın konusunun tartışıldığı o günkü Meclis oturumunda iktidar ve muhalefet arasında yapıcı, samimi diyalogların geçmesi gelecek için ümit var duygular yaratmıştır. Ancak kısa süre sonra, özellikle DP’li milletvekillerinin bir olgu dikkatlerini çekecektir. Oturumda İsmet İnönü bulunmamaktadır!
TBMM’de geçen ve örnekler verdiğimiz, milletvekilleri, bakanlar arasındaki yukarıdaki konuşmalar, 14 Mayıs 1950 de Basın Kanununda yaptığı değişiklik ile basın hayatındaki tüm sınırlayıcı unsurları kaldıran DP iktidarının, 1954 tarihinde yeniden çıkarttığı bir kanunla basına, bu sefer çeki düzen verme ihtiyacını, neden doyduğu hakkında bir fikir verecektir kanaatindeyiz. 1954 yılında çıkan bu basın kanununun (Neşir Yoluyla veya Radyo ile İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun ) uygulamaya geçmesinden sonra, basın dünyası tamamen DP iktidarının aleyhine döndü. Tek tük hükümeti öven yazılar yazan gazetelere hemen, besleme basın damgası vuruluyordu. Hani günümüzde de ‘Yandaş Basın’ gibi bir yakıştırma var ya!
Bugün içinde bulunduğumuz 2017 yılında, her siyasi görüş kendi TV Kanalını kurup, kendi gazetesini çıkartırken, o tarihte DP lehine yazılar yazmak, sadece iktidarla iyi geçinme kaygısından doğan bir satılmışlık olarak değerlendiriliyordu. Yani DP iktidarını övmek, icraatlarından bahseden yazılar yazmak, genel basının gözünde bir suç haline gelivermişti.
1954 yılında yürürlüğe giren basın kanunu, 7 Haziran 1956’da kapsamını genişleterek devam ettirilecektir. Hükümet tarafından, basın kanununa yapılmak istenen ilaveler, Meclis’te tartışılırken kanun, CHP muhalefetinin şiddetli eleştirilerine muhatap oluyordu. Ama sonuçta Basın Kanunu yeni şekliyle TBMM’de 274 kabul, 48 ret oyu alarak yürürlüğe girdi. Artık basın ve radyo yoluyla işlenen suçlara, toplantılarda işlenen suçlar, kavramı da eklenmişti. 27 Haziran 1956 tarihinde de, ‘Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’ TBMM’de kabul edildi…
O dönemlerde genç bir gazeteci olarak yaşamış Güngör Yerdeş’ten aktarıyorum. Zira Yerdeş’in gözlemlerine dayana anlatımları 27 Mayıs’a giden süreçte basını da kullanan bazı odakların nasıl provokatif bir algı operasyonu yarattıklarını gözler önüne sermektedir. (Güngör Yerdeş, Başkentte Önemli Olaylar ve Yazamadıklarım, S39);
“Karşınızda o zamanlar devedişi gibi duran, ayağa kalkıp dikilerek, doğrusu budur, sen dediğimi yap diye neredeyse gürleyen kıdemlilere, ağabeylerimize, o zamanın meslek terbiyesi icabı ne demek karşı durup, itiraz etmek. İşte bu devedişlerinden biri İsmet Paşanın meşhur Tokat-Zile gezisinde yine dediğini yaptırmıştı. Dedi ki, siz oturun oturduğunuz yerde ben takip eder, gelip yazar ve sizlere veririm… Bir o gidip geldi Zile’ye. Galiba 2 A4’ü dolduracak tespitleri önümüze koyarak buyurun geçin gazetelerinize demişti. Gazetelerimize geçtiğimiz haberlerde Tokat ahalisinin tamamının bizlerden duyup önceden öğrendikleri Zile’de neler olmamıştı neler! Paşanın üstüne arazözle sular mı sıkılmamıştı, arabalarının lastikleri mi kesilmemişti, kafa ve gözleri mi yarılmamıştı…Zile için kendsine güvenip, bel bağladığımız yakın çevre gazeteci ağabeyimiz kolumuzu, kanadımızı kırmıştı. Sonradan öğrendiğimize göre öyle hortum mortum da pek kesilmemişti. Demokrat Partiyi böylesine karalayıp, gözden düşürmek yazık, günah ve ayıp değil miydi? Etraf böyle diyordu. Yani İsmet Paşa da pek paşa paşa gidip gelmemişti Zile’ye ama elimize tutuşturulan çoğaltılmış sözde haber neyin nesiydi?
Güngör Yerdeş devam ediyor, Menderes’in Afyon gezisi ve aynı oyun;
“İçimizden bir ağabeyimiz, ‘ben hepinizin adına takip eder, sizlere de yazarım’ deyince sanki dünyalar genç meslektaşların oldu. Cumhuriyetin kıdemli Ankara muhabirinin bu teklifi hepimizi memnun ve mesut kılmıştı. Arkasından tasla su dökmecesine sabahın kör karanlığında el salladık ve tekrar yataklarımıza döndük. Adnan Bey ve beraberindekiler o gün gece yarısına doğru geldiler. Biz haberleri tabii ertesi gün İstanbul’a geçtik. Evet, Emirdağ ve diğer karşılama yerlerinde neler olmuştu? Kıdemli ağabeylerimize göre neler olmamıştı ki. Laik bir memleketin gazetecilerine başbakanın tekbirli, tespihli, Arapça yazılı bayraklar açılarak, devler, mandalar kurban edilip, sureler okunarak karşılama yapıldığını söylerseniz, üstelik o gazeteciler muhalefetin borazancılığını da yapıyorlarsa, o habere dört elle nasıl sarılmazlar…”
Bir elden çıkmış bu yalan haberlerin ortalığı karıştırmaktan başka bir işe yaradığı yoktu elbette. O dönemin Emniyet Genel Müdürü Kemal Aygün gerçekle uzak yakın ilgisi olmayan bu haberler için Güngör Yerdeş’i emniyete çağırtmış. Yerdeş ecel terleri dökerek, korku içinde emniyete gitmiş ama hiç ummadığı davranışlarla karşılaşmış, anı kitabında anlatıyor;
“Beni makama aldıklarında rahmetli Kemal Aygün’ün arkası dönüktü. Gel Güngör evladım, otur şöyle, dedi. Heyecan ve korkudan titrediğimi itiraf edeyim. Neymiş bu yeşil bayraklar, kimler nerede tekbir getirmiş, diye pek sakin, pek babacan bir şekilde sordu. Ben susmaya devam ettim, o hep konuştu. Böyle bir şeyin katresi olmamıştır. Biliyorum sizler Afyon’da kaldınız. Sizin adınıza malum arkadaşınız takip etti ve hepinizi kandırıp alet etti. Senden bundan sonraki hadiseler için bir isteğim var. Görmediğine, duymadığına inanma…Bu hadise için neşir yasağı geldi mi hatırlamıyorum. Özeti böyle idi, rahmetli Kemal Aygün’ün sözlerinin. Sonra ile basıp ne içmek istediğimi sordu, teşekkür ettim. Peki, dedi ve sözlerimi lütfen unutma tembihi ile elimi sıkarak beni yolladı.”
Muhtemelen Güngör Yerdeş’in anlattığı, emniyete çağırılmasını duyan gazeteci ağabeyler, bu olayı da yüz seksen derece çarpıtarak yazmışlardır. Yerdeş’in dayak yediğini, hapsedildiğini, tehdit edildiğini falan fütursuzca yazmışlardır. Meraklı olmak ve arşivleri karıştırmak lazım
Uşak’ta İnönü, Demokrat Partililerce taşlandı ve başı yarıldı, hayatını zor kurtardı şeklinde anlatımlar, yayımlar Yassıada mahkemelerinde de dile getirilmiştir. Çarpıtılmış DP aleyhine malzeme yapılmış olayın doğrusunu da, olaydan yıllar sonra Güngör Yerdeş, ‘Başkentte önemli Olaylar ve Yazamadıklarım’ adını verdiği kitabının 24-25 ve 31. Sayfalarında açıklıyor. Olaylar hakkında Hürriyet gazetesi şu manşeti atmış, tarih 2 Mayıs 1959;
“Gezinin 2. günü: Uşak’ta İnönü’nün başına taş atıldı.”
Aynı günkü Akşam gazetesi;
“CHP heyetinin Uşak’tan ayrılışı sırasında milletvekili Fevzioğlu ve Alişiroğlu’'yla gazeteciler Demokrat Partililer tarafından dövüldü ve taşlandılar.”
Bir de olayı Güngör Yerdeş ve Vatan Gazetesi adına olayları takip eden ve trende bulunan Hilmi Yavuz’dan dinleyelim;
“İçimizden biri sağını solunu dirsekleyip bir pencereyi aniden kaplıyor ve sol elinin avucunu açıp uzatarak, sağ elinin baş parmağını işaret parmağının arasından geçirip tokmak şeklinde uzattığı sağ bileğini o sol avucunun içine yerleştirip sıkarak seyretmekte olan Demokratlara ''Naaa!'' diye bağırıp başlıyor sallamaya. Ve işte bundan sonra başlıyor taşlama, kime o hareketi çekene... Şurası bir hakikat, Bizim meslektaşımız, o ‘nahhh’ işaretini yapmasaydı, trenimiz yavaş yavaş hızlanıp Uşak’tan ayrılıp gidecekti. Provokasyon böylece bizim meslektaşın üzerinde kalmıştır.”
Gerçek ne kadar farklı değil mi? İşte 27 Mayıs 1960 Darbesine giden süreçte bir takım odaklar basını, üniversiteyi, yargıyı, ana muhalefet partisi CHP’yi ve son darbeyi vurmak üzere orduyu alabildiğine kullanmışlardır. Sonuçta meydana gelen 27 Mayıs 1960 Darbesi ve Yassıada zulmü, Yassıada’da ölümler ve İmralı’da meydana gelen infazlar aziz Türk Halkının vicdanını yaralamıştır ve cezasız kalmıştır. Üzüntüyle görüyoruz ki, hala 27 Mayıs’ı öncesi ve sonrası ile savunanalar vardır. Ancak tek teselliğimiz İlahi Adaletin hükmünü icra etmekte olmasıdır.
H. Emre Oktay
Mayıs 2017, Fenerbahçe