27 Aralık 2016 Salı

NE EKERSENİZ, ONU BİÇERSİNİZ “Dindar ve kindar bir gençlik oluşturacağız” - Prof. Dr. Ali Demirsoy

NE EKERSENİZ, ONU BİÇERSİNİZ
“Dindar ve kindar bir gençlik oluşturacağız”
Prof. Dr. Ali Demirsoy
            Atasözü deyip geçmeyin, onların içinde yüzyılların felsefesi, ibret verici öğretileri ve yol gösteren öğütleri vardır. Belli ki atalarımız hiçbir şeyin durup dururken ortaya çıkmadığını, onları yaratan, tetikleyen ve en önemlisi teşvik eden bir şeylerin toplumda bulunmasının bir sonucu olarak kendini gösterdiğini gözleyerek atasözlerini edebiyatımıza sokmuşlardır.
            Bugün isterseniz çok sayıda ibret verici atasözlerimizden birini alarak bu gün yaşadıklarımızı yorumlayalım. Bunun için bilimsel yöntemi kullanacağız; yani benzerleri ile karşılaştıracağız.
            Geniş anlamda bu coğrafya, dar anlamda Türkiye, ivmesi gittikçe artan çağdışı, gerici, rezil, ahlaksız, insanlık dışı sosyal olaylarla özellikle terörizmle dünyayı sarsmakta; onların tarihten gelen nefret duygularını iyice kaşımaktadır.
            Eğitimde bilinen en önemli yöntemin, sözle akıl verme, övünme, iyilik perisi rolüne bürünme olmadığını, bizzat davranışı ile bir bir yaşayarak örnek olmadır. Siz ne kadar benim ailem, benim ırkım, benim kültürüm, benim dinim insancıldır, barışçıdır, hoşgörülüdür gibi fiyakalı sözlerle geçmişinizi ve şu andaki durumunuzu övseniz de uygar ve bilimsel yöntemi rehber almış insanları ve toplumları kandıramazsınız. Onlar insanlarınızın değerlerine ve davranışlarına göre notlarını verirler.
            Eğer bir yönetim ya da bir felsefe ya da bir toplum gençliğini belirli bir hedefe göre eğitmeye yeltenir ve o davranışları teşvik edici söylemlerde bulunursa er ya da geç tatlı ya da acı meyvelerini toplar. Bu yönlendirmede en etkili yol ise kuşkusuz o kişilerin hiçbir insani yasa ya da kural ile karşılaştırılamayacak manevi duygularını önce güçlendirmek, daha sonra da kaşımak olacaktır. Bu coğrafyanın tarihine baktığımızda insanların manevi duygularının kaşınması ve yönlendirilmesi ile sayısız katliamların ve acıların yaşandığı görülecektir. Bu şekilde formatlanmış insanın hiçbir insani, ahlaki ve evrensel değeri yoktur; öğretisinin kurbanıdır. Verilen görevi yorumlamadan yapacak duruma gelmiştir. Bu nedenlerle her gün görsel basında anasını, babasını, kardeşini, akrabasını manevi değerler adını taktığı bahanelerle hiç uğruna öldüren sayısız insana tanık olmaktayız. Her defasında çıkıp bu insanları lanetliyoruz; ama bunların bu hale gelmesine neden olan insanları ve düşünceyi masaya yatıramıyoruz.
            Diyelim ki farklı bir dine, kültüre ya da ırka karşı oluşturulan kin ile bu katliamları işlediniz; en azından –akıllı bir adamın kabul etmese bile- benden değildi diyerek buna bir gerekçe bulabilirsiniz. Ancak İslam dünyasına dönüyoruz; son 30 yılda terör ile dünyada 11 milyon insan öldürülmüş; bunun 10 milyonu Müslümanmış ve en çarpıcı yanı ise bu 10 milyon Müslümanın hemen hepsi kendi dindaşları tarafından öldürülmüş. Öbür dinler de geçmişte farklı değildi; ancak insani değerlerle dinlerini reform tabii tuttukları için yıkım büyük ölçüde azaldı. O nedenle insanca yaşamak için herkes bu reformu yapan ülkelere hücum ediyor. Bu ülkelerin manevi profiline bakıyorsunuz (özellikle kuzey ülkelerine), %80-90’nı ateist ya da benzer düşüncede; dini eğitim yaşamlarında bazı ritüeller hariç yer almıyor.
            Bayanlar, beyler! Önümüzde çözmemiz gereken önemli bir sorun var. Sorunlarınızın üzerine doğrudan yürümez çevresinden dolanırsanız, olumsuzluklarınıza hiç ilgisi olmayan içten ya da dıştan sorumlu bulmaya kalkışırsanız ve olanları komik ve eften püften mazeretlerle kapatmaya çalışırsanız yaranız gittikçe derinleşir ve bulunduğunuz toplum, bulunduğunuz coğrafya kana boğulur. Bizim yaşadıklarımız tümüyle böyledir. Son yarım yüzyıldır silahlı ya da silahsız, el kol, parmak işaretiyle ötekileştirilen, laikliğin dinsizlik olarak öğretildiği; kin pompalanan toplumun yetiştireceği insan olsa tekbirle Rus Büyükelçisini öldüren insandan başkası olmayacaktı.
            Kürsülerden “dindar ve kindar gençlik yetiştirme bizim amacımızdır” denen bu ülkeye, birileri, size, buyurun istediğiniz dindar ve kindar gençlik birileri tarafından yetiştirildi diyor. Bunu ve bunları, cahillik, eğitimsizlik, bilinçsizlik ve manevi değerlerin eksikliği diye de geçiştiremiyorsunuz. Yetiştirilen öyle bir kuşak ki, meclisine, kendi askerine, vatandaşına, komutanına gözünü kırpmadan mermi yağdırdı. Bunların hiç biri cahil ve eğitimsiz de değildi; küçük yaştan beri en yoğun dini eğitimle de yetiştirilmişlerdi. Hiç kimse bunların dinsiz olduğunu söyleyemez. Bugün FETO olarak lanetlediğimiz terör ekibinin en eğitimsizi görünürde öğretmen ve polistir; büyük bir kısmı paşalar, kurmaylar, rektörler, profesörler, önemli iş adamları ve üst bürokratlardan oluşmuştur. Bu toplumda bundan daha eğitimli bir kitle oluşturamazsınız. Büyük bir kısmının batılı ülkelerde eğitimi ve kalmışlığı da bulunmaktadır. Ancak hepsinin düşünce sisteminin altında köklü bir din eğitimi bulunmaktadır. Bunlara verilen din eğitimi, bu gün ilkokullara kadar yaygınlaştırılan din eğitiminden tek bir harfi bile farklı değildir. Bu terör örgütünü sapkın olarak nitelendirebilirsiniz. İyi de o zaman sorarlar, bugün dünyadaki en cani, ahlaksız, korkulan, hiçbir insanı değeri olmayan 20 terör örgütünün hepsi Müslüman, kafa keserken hepsi tekbir getiriyor. Coğrafyaları, tarihi geçmişleri, ırk yapısı, dilleri, her şeyleri farklı olan bu insanların benzer değil aynı cinneti göstermelerini nasıl açıklayacaksınız? Batı bunun yanıtını bulduğu için bizi içlerine almak istemiyor. Bu rezillik bu güne mahsus da değil; bu coğrafyanın tarihi din, mezhep savaşları ve katliamları ile yazılmıştır. Hatta dinimizin kurulduğu yıllar da benzer şekilde kanla yazılmıştır.
            Bütün bu gerçekler gözümüzün önünde iken, “dindar ve kindar gençlik yetiştirme” söylemlerini nasıl değerlendirmeliyiz? Buyurun! Siz yetiştirmeseniz (yardımlarınızı şimdilik unutalım) bile birileri hem dindar hem de kindar bir kuşak yetiştirdi ve başımıza bela etti. Sakın sevinmeyin, dine dayalı bu terör örgütü temizlense bile, bugün kol kola gezdiğiniz (bir zamanlar gezdikleriniz gibi) ya da haz etmediğiniz başka dini örgütler zaman içinde onların yerini alacaktır. Siz din eğitimini düzenli eğitime soktukça, siz yönetimde dini söylemleri rehber yaptıkça, siz dindar ve kindar geçinenleri bir yerlere getirmede ceberut davrandıkça bu beladan ne siz ne ülke ne de bu coğrafya hiçbir zaman kurulamayacaktır.
            Bilim ve bilimsel düşünceyi yaygınlaştırmakla yükümlü tek kuruluşumuz TÜBİTAK, son 10 yılda onlarcasının arasından birkaç örnek vermek gerekirse ilişikteki projeleri seçerek ödüllendirdi: Besmele okuyarak ekmeği taze tutan ekmek kutuları, dua ile kanserin iyileştirilmesi, dua okuyup Kabe’yi tavaf eden pilli robot, “papaz eriğini imam eriğine çevirme makinesi, ayet okunarak üç kat daha fazla büyütülen fasulye ve diğerleri. Şimdi be soruyorum: Ne bekliyorsunuz? Avrupa bizim bu dehşet verici projelerimizi destekleyen kurumlarımızı ve onları düşünen yaratıcı insanlarımızı mı büyük bir özlemle bekliyor?
            Atatürk’ün laik devlet yapısını sözde değil özde kurmadıkça hiçbir İslam ülkesi terör belasından kurtulamayacaktır. Kandırıldık, bilmiyorduk gibi afaki laflarla suçunuzu ileride kapatmaya kalkışmayın; bu ülkenin yarım yüzyıllık bir öğretim üyesi olarak, en azından 600 yıldan beri Müslüman olan bir ailenin bireyi olarak sizi, öğrencilerimi, toplumu ve siyasileri bu yazımla bir daha uyarıyorum: Dini eğitim dünyanın hiçbir yerinde bulunduğu topluma hayır getirmemiştir. Gelin! Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda çatışmayı, kini, nefreti önlemeye yönelik, bölünmeye ve sürtüşmeye izin vermeyen laik felsefeyi bir daha salim kafayla ön yargımız olmadan gözden geçirelim. Tek bir kurtuluş yolumuz var: Cumhuriyetimizin kuruluş evresindeki laik felsefeyi ödün vermeden uygulamaktır. Bana (en azından bir defa) inanın! Bu coğrafyaya halifeliği getirmeyle, mezhepçiliği kaşımayla, hatta yönetimlerdeki insanların dini söylemleriyle -iyi niyetle de olsa- kürsülerde devlet politikası gibi sık sık söylemesi ile bu coğrafyaya hizmet edemezsiniz. Bu coğrafyayı ve Müslümanları, cumhuriyeti kurarken yola çıktığımızda bin bir tehlikeyi, güçlüğü göze alarak getirdiğimiz ve daha sonra (1945’lerden sonra; hatta 10 Kasım 1938’den sonra) altını oyarak, binbir desise ile piç ettiğimiz laiklik ile kurtarabiliriz.
            Bir insanın tanımadığı bir insanı ya da insanları hatta kendisini gözünü kırpmadan öldürmesi, bugün bilimin söylediği gibi, ancak, onu Tanrı yolunda öldürmenin kutsal bir görev olduğuna inandırmanız ile gerçekleşmektedir. Dünyadaki katliamların hemen hepsinin böyle bir tutkudan (illa Tanrı tanıması ile olmayabilir, bir kişiye ya da düşünceye katıksız bağlanmasıyla da olabilir) beslenmesi bir rastlantı değildir. Tekrar söylüyorum: Küçük yaşta çocuklara din eğitimi verilmesi ve ırkçılık aşılanması gelecekteki sürtüşmelerin temelini oluşturacaktır.
            Avrupa geçmişinde din ve mezhep çatışmalarına dayalı 30-40 ve 100 yıl savaşlarını yaşadı; milyonlarca insan inançları nedeniyle hunharca öldürüldü (bu gün Müslüman ülkelerde yaşandığı gibi). Sonunda dini yönetimlerinden ve eğitimlerinden kesin olarak uzaklaştırarak barışa ulaşabildiler. Aptallar bundan ders almamış olabilirler; ancak bu coğrafyada en azından bir kişi bu yaşananlardan örnek alarak cumhuriyeti kurarken, laikliği olmaz ise olmaz biçimde yasalarına yerleştirdi. Aslında Atatürk sadece bu nedenle bile bu coğrafyanın 1000 yıllık makus talihini değiştirmek üzere ortaya çıkmıştı; bu nedenle –şu anda içimizdeki bazı meczuplar ne derse desin- tüm dünya tarafından 100 yılın en büyük adamı olarak seçildi. Geçmişte, bugün FETO örgütünü (keza El Kaide ve IŞID gibi örgütleri kuran ve) manipüle eden güçler, 1980 yılından öncede de insanlarımızı sağ ve sol olarak bölüp bir çeşit çatışmaya (terörizme) zemin hazırlamıştı; özellikle solun ezilmesi ile sağın radikal kısmının gelecekte yeşermesine zemin hazırlamıştı. Bugün bazı çevreler Türkiye’de bu denli gerici, dini temelli terörün patlarcasına gelişmesini, 1982 Anayasasındaki din eğitiminin zorunlu hale getirilmesine bağlasa da; bunun tek başına bir etken olduğunu söyleyemeyiz.
            Batı dünyasının Müslümanlara ve Türklere bakışı hiçbir zaman olumlu olmamıştır. Bunun kendilerine göre tarihsel bir nedeni vardır. Ancak Müslüman ülkelerde artan köktenciliğe paralel olarak Batı Dünyası artık bu kültürle, bu insanlarla birlikte yaşamak istemiyor. Ben bunu söylediğimde insanlar bana kızıyor. İyi de bana niye kızıyorsunuz. Gidin onlara sorun neden bizimle birlikte yaşamak istemiyorsunuz diye? Avrupa Birliğine almakta ayak diretiyorlar. Ekonomimiz oradaki birçok ülkeden daha iyi, yasalarımızı birçoğundan daha hızlı uyumlu hale getirdik, çıkarları için kurdukları birçok örgüte herkesten çok hizmet ettik neden bu insanlar bizi almıyorlar diye ateş püskürüyoruz. Bakın ben size bir şey daha söyleyeyim: Bütün yasaları aynen uygulasak, ekonomimizi daha düzenli hale koysak, ne isterlerse onu yapsak; ancak Müslümanlığın emrettiği yaşam tarzından taviz vermezsek size kesin olarak söyleyebilirim ki bizi içlerine almayacaklar. Bir batılının azınlık Müslümanlarla değil (dünyanın birçok ülkesinde artık azınlık Müslümanlar da istenmiyor), eşit haklara sahip Müslümanlarla aynı yerde yaşamasını beklemeyiniz. Türkiye laik devlet görünümü ile bir şans yakalamıştı; ben o şansın artık geçerli olduğunu söyleyemem. Türkiye makas değiştirdi…
            Bütün bu yargılara nereden vardın diye sorabilirsiniz? Artık ondan bundan örnek vermeyi bıraktım. Bizatihi yaşadıklarımı anlatırsam belki bu yazıyı okuyanların daha anlamasını sağlayabilirim.
            Ben 20 küsur yaşlarında, genç bir akademisyen olarak ilk olarak Almanya’ya gittim ve zaman zaman başka ülkelerde de bulundum. Uzun boylu, sarışın ve mavi gözlü olmam nedeniyle, ağzımı açmadığım ve kimliğimi söylemediğim sürece çok büyük itibar gördüm[1]. Ancak Türk ve özellikle Müslüman olduğumu söylediğimde insanlarda bir hayal kırıklığı olduğunu gözledim. Kinlendim, üzüldüm; hiç olmadığı kadarıyla daha milliyetçi ve hatta dindar oldum. Ancak gözlemlerin biriktikçe ve öfkemi yenmeye başladıkça, sis perdesinin açıldığını ve daha empatik yorum yapmaya başladım. İlk olarak şuradan başlamalıyım, ben çocuklarımı ömrü billah bir Müslüman ülkede yaşamaya zorlayabilir miyim? Kendim bir Müslüman ülkede yaşamı hedef olarak koyabilir miyim? Mezhepçiliğe, tarikatçılığa, dinciliğe, bürünmüş bu insanlarla aynı apartmanda bir ömür geçirebilir miyim? Müslümanım diyen bir insanın namusuna, tarafsızlığına, doğruluğuna, düzgünlüğüne, adaletine, hoşgörüsüne, iyi niyetine, demokrasi anlayışına, laikliğine inanabilir miyim? İnsanı insan yapan yüzlerce değer konusunda benzer soruyu sordum, ben belirli bir sonuca ulaştım. Batı dünyası da bir sonuç ulaşmış olmalı ki bizle birlikte yaşamak istemiyorlar. Avrupa’da birçok ülkede yaklaşan seçimler nedeniyle partiler, Türkleri ve özellikle Müslümanları ülkelerinden sürmek taahhüdü ile oy istiyorlar. Ben utanç duyuyorum.
            Bizzat benim yaşadıklarım ve gözlemlerim bir başka gerçeği daha üstü kapalı yansıtmıştı. Bana ya da benim gibi görünenlere Türk’e benzemiyorsun, Avrupalı gibi görünüyorsun dendiğinde çevremdeki Türklerin bana gıpta ile baktığını ya da tersi sen bir doğulu gibi görünüyorsun dendiğinde onu bir iltifat olarak değil bir aşağılama olarak algılandığını çok büyük bir üzüntü ile hep gözledim. Yani benim ülkemin insanı, bana yabancı ülkede ikinci sınıf bir insan gibi bakıyordu. İster istemiz Avrupalının bu davranışının nedenini anlamak için onların gözüyle bakarak durumu anlamaya çalışıyorum. Görünen manzara şöyle:
            Müslüman ülkelerin hiç birinde, hatta Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde hep huzursuzluk var. İnsanlar birbirini yiyiyor. En korkulan, vahşi teröristler bu dinden çıkıyor. Öldürdükleri insanların başında dini sloganlar atıyorlar. Müslüman ülkelerde rüşvet, yolsuzluk, yetkiyi kötüye kullanması; yöneticilerinin ailesi ve çevresi ile birlikte inanılmaz zenginliklere ulaşması;  demokrasi düşmanlığı; başka ırk ve dinlere hatta kendi dininin mezheplerine öldüresiye düşmanlığı; birçoğunun elindeki büyük gelirlere karşın insanlığa tek bir teknik ya da sanatsal katkısının olmaması; çevreye saygınlıklarının yeterince olmaması bu ülkelerin genel özelliği olarak kayda geçiriliyor. Bu ülkeler kendi topraklarında yaşasalar belki sorun olmayacak. Ancak, şu özellikleri ile kendi toplumlarının içine girmelerini istemiyorlar:
            Giyimleri, kılıkları kıyafetleri kendilerine tamamen aykırı; kadınları çarşaflar ve örtüler içinde, erkekleri kendilerine göre garip bıyıklı (biz badem diyoruz), erkeklerinin yakası paçası açık; günde beş vakit namaz için çalışmasını bırakan (hâlbuki kendileri bir saniyenin muhasebesini yapıyor); bir günde milyonlarca hayvanı sokaklarda kendilerine göre vahşice boğazlayıp kanlarını parklara ve yollara akıtan; biriktirdiği birkaç kuruşu kültürel faaliyetlere ayıracağına hacca giden (kendi ülkesinde yeşil kart kullanan), senenin bir ayında gün ne kadar uzun olursa olsun yemeyip içmeyip dikkatli işlerde aksamalara neden olan, yerlere tüküren, kırmızı ışıkta geçen, bağırarak konuşan, fırsat bulduğunda eğri büğrü işlerin hepsini yapan bir topluluk olarak görüyorlar.
            Kültürlerinin önemli bir kısmı heykel, resim, tiyatro, opera ve müzikle örülmüş. İçlerine girmeye çalışanlar ise heykel, resim, opera, tiyatro düşmanı. Dünyanın en gözde heykellerinin Afganistan’da, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, Libya’da darmadağın edilmesine yakın zamanda tanık oldular. En liberal ve laik geçinen Müslüman ülkelerinin liderlerini bir defa olsun heykel, resim, opera, tiyatro salonlarında ya da açılışlarında görmediler.
            Tüm dünya yılbaşını senin benim törem ya da bayramım demeden iyi dilekler sunarak kutluyor. Bunu kardeşliğin bir harcı olarak görüyor. Öyle mi? Yıl 2016 Aralık ayı, Mili Eğitim Bakanlığından gelen bir tamimle, okullarda yılbaşı kutlaması, Noel Baba figürü, süsleme ve benzeri tüm kutlamalar yasaklanıyor. Hiç kuşkunuz olmasın yakın bir tarihte yılbaşını kutlayanlar, bu kafa ile yetiştirilen meczuplar tarafından, elçiyi öldüren formatlanmış insanın sözleriyle darp edilecektir. Kaldı ki Noel Baba’nın Demre’de yaşayan bir Anadolu çocuğu olduğunu ileri sürerek, şapelini göstererek turist çekmeye çalışıyoruz. Ayrıca 1 Ocak yılbaşı Hz. İsa’nın doğum günü değil (Hz. İsa’nın doğum günü 24-26; genel kabul 25 aralıktır), yani sadece Hıristiyanların kutlaması için kurulmuş bir gün değil; Gregoryen takviminin tüm insanların ortak olarak paylaşması için konmuş ortak bir değerdir.
            Ben bu ülkelere birlikte yaşamamız için sanatımızla, bilime katkılarımızla, müziğimizle, teknik bilgimizle davet edilmemizi isterim. Alınmamız için peşimize düşülmesini isterim. Gel gelelim ki, Avrupa’ya alınmamız için ileri sürdüğümüz gerekçelere bir bakalım: Enerji hatlarının üzerinde bulunuyoruz; birçok ülkenin coğrafik olarak merkezinde bulunuyoruz; dünyanın 3’üncüsü en kalabalık ordusunu besliyoruz; işsizler ordumuzu yaşlanmakta olan kıtanın hizmetine sunuyoruz. Bu nedenle bizi almalarının kaçınılmaz olduğunu ileri sürüyoruz. Doğrusu bu sözleri duydukça kahrımdan ölüyorum; Atatürk’ün büyüklüğünü bir daha kavrıyorum.
            Batı dünyası bu cümleden Avrupa Birliği İçine aldığı insanlarla ortak değerleri ve günlük yaşamı paylaşmak istiyor. Bu nedenle ortak yasalara bağlı olarak yaşamanın yollarını arıyorlar. Ancak bize gelince önemli bir sorun var. İçine girmeye çalışan topluluğun kadınlarının elini sıkamıyor, yüzlerini göremiyor, aynı mekânda birlikte oturamıyor; hatta sohbet edemiyor. Erkekleri, kadınları gibi giymeyenleri üstü kapalı olsa da fahişe gibi olarak görüyor. Dört kadınla evlenmeyi ibadet sayıyor; kadınları dövmeyi hak olarak kabul ediyor. Mali durumu ne olursa olsun çok çocuk yapmayı sevap görüyor.
            Eğitilmemiş analarından dolayı ve çok çocuk yapmanın sonucu ülkelerindeki okullarda bu kesimin çocukları en alt sırayı oluşturuyor. Hatta Almanya’da Sonderschule (öğrenme kıtlığı olan) sınıfların neredeyse tümünü bu kesim oluşturuyor.
            Aynı şeyleri yiyip içemiyorlar (çünkü bir seri haramlar yasağı var). Domuz eti değmiştir diye kullandıkları bıçağı ve mutfak tezgâhını kullanmıyorlar. Bir yerlerde yemek ve içmek isterlerse ister istemez ayrı bir teşkilat ve hizmet bekliyorlar. Suyun ve çayın dışında hiçbir şeyi birlikte içemiyorlar. Geçmişte belki hoş görülebilirdi; ancak günümüzde tuvalet kâğıdı yaygın olarak kullanılmasına karşın hala taharetlenmeyi bir dini ibadet görmeleri nedeniyle bu kesimi besin endüstrisinde çalıştırmaktan çekiniyorlar.
            Bütün bunları da belki hoş görebilirlerdi. Ancak bir gözlemleri var ki, buna asla tahammül edemiyorlar. Yaklaşık 1964 yılından bu yana Avrupa’ya yerleşmiş olan Müslümanların ve Türklerin katı tutucu kesimleri ne doğru dürüst dil öğrenebiliyor, ne de ortama uyum sağlayabiliyor. Geldikleri kültürü, giyimi, kuşamı, geleneği, göreneği hiç değiştirmeden sürdürüyor; fırsat bulunca da çevrelerine kendileri gibi olmayı dayatıyor. Sanat, kültür ortamında, sosyal organizasyonlarda dini kesimden kimseyi göremiyorlar. Bu çemberi kırıp da gerekli uyumu yapanlar batı dünyasına mükemmel uyum yapıp başarıya ulaşıyorlar. Bugün özellikle Alevi kökenli vatandaşlarımızın Avrupa’da önemli yerlerde bulunmasının nedeni değişebilir olmalarından, yeniliklere yatkın olmalarından ve dinin katı kurallarından kurtulmuş olmalarındandır. Bütün bunları gözleyen biri, özellikle dininin katı kurallarından arınan kişilerin uygar dünyaya uyum yapıp başarılı işlere imza attığını görünce, ister istemez faturayı Müslümanlığa çıkarıyor.
            Diyelim ki Avrupa tarihten gelen korkusu ve kini nedeniyle böyle bir saplantı içindedir. İyi de bu yıl içinde yapılan bir ankette (CNN Marsall anketleri, CNN TV, 23 Aralık 2016, saat 23.20), bu ülkede dini ve özellikle siyasi görüşleri farklı olan insanlar 4 grup halinde toplanıp onlara belirli soruları içeren bir anket uygulanıyor. Bu gruplardaki insanların %80 küsuru, başka bir gruptan kız alıp vermeyi, aynı apartmanda oturmayı istemiyor. Durum gerçekten bu ise kimseyi suçlamaya hakkımız olduğunu düşünmüyorum. Bu oranın diğer Müslüman ülkelerde farklı olduğuna inanılmıyor. Çünkü hepsi birbirini yiyiyor. Hepsinde din eğitimi zirve yapmış durumda. Eğer bu ülkeler dinlerini farklı kitaplardan öğrenmiş olsalardı, kusuru farklı yazılmış kitaplara yüklerdik. Ancak hepsi kelimesi kelimesine aynı olan bir kitaptan yani Kur’an’dan öğrenmiş durumdalar. Bununla ilgili yorumu gerisini size bırakıyorum…
            Bizim zaman geçirmeden gerekli reformları yapıp, laik eğitim ve yönetim düzenlemesi ile önce halkımızı ve daha sonra da model olarak bu coğrafyayı bataklıktan kurtarmamız gerekiyor. Bunu için çok fazla zamanımız olduğunu söyleyemeyiz. Bu coğrafyanın her bakımdan kilit taşı Atatürk ilkeleri doğrultusunda belirli bir yere gelmiş, laik düzenini yeniden inşa edecek Türkiye Cumhuriyetidir. Sadece bir ülkenin değil bu coğrafyanın geleceği bizim sorumluluğumuzdadır.
Prof. Dr. Ali Demirsoy
***
Değerli Kardeşim
Bu coğrafya ve Türkiye ektiklerini biçmeye başladı. Sorunları hep bir yerlerde arıyoruz; dönüp kendimize bakma cesaretini ve olgunluğunu gösteremiyoruz.
Avrupa’ya girişimizi sürüncemeye bırakmalarının nedenini farklı yerlerde arıyoruz; görmemiz gerekeni görmekten kaçınıyoruz.
Eğer yanlıştan dönülmez ise bu coğrafya ve biz çok büyük zorlukları gittikçe artan bir ivme ile yaşayacağa benziyoruz.
Soruna tam tanı koyamaz isek, gerçek çözümü de bulamayız. Herkesi suçlamayla bir yere gidemeyeceğimiz anlaşıldı. Gelin eksikliklerimizi, kusurlarımızı ve tarihsel çıkmazlarımızı bir daha masaya yatıralım.
Yeni yılın sloganı şöyle olmalı: İyilikler dua ve dilemekle hiçbir zaman elde edilemez; doğru uygulamalar ile kazanılır; kötülükler de beddua ve kınamalar ile giderilemez; gerekli önlemler ile bitirilir.


[1]  Suriye’den kaçan insanların bir kısmı Almanya’ya sığındı. 25.12.2016 tarihinde Haber Türk Televizyonu tartışmasında gündeme geldiği gibi, bu ülkeye giren 10.000 çocuktan haber alınamıyor. İşin en ilginç ve ırkçılık açısından ürkütücü tarafı, haber alınamayan çocuklar sarışın; büyük bir kısmı da mavi gözlüymüş. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder