NE EKERSENİZ,
ONU BİÇERSİNİZ
“Dindar ve
kindar bir gençlik oluşturacağız”
Atasözü deyip geçmeyin, onların
içinde yüzyılların felsefesi, ibret verici öğretileri ve yol gösteren öğütleri
vardır. Belli ki atalarımız hiçbir şeyin durup dururken ortaya çıkmadığını,
onları yaratan, tetikleyen ve en önemlisi teşvik eden bir şeylerin toplumda
bulunmasının bir sonucu olarak kendini gösterdiğini gözleyerek atasözlerini
edebiyatımıza sokmuşlardır.
Bugün isterseniz çok sayıda ibret
verici atasözlerimizden birini alarak bu gün yaşadıklarımızı yorumlayalım.
Bunun için bilimsel yöntemi kullanacağız; yani benzerleri ile
karşılaştıracağız.
Geniş anlamda bu coğrafya, dar
anlamda Türkiye, ivmesi gittikçe artan çağdışı, gerici, rezil, ahlaksız,
insanlık dışı sosyal olaylarla özellikle terörizmle dünyayı sarsmakta; onların
tarihten gelen nefret duygularını iyice kaşımaktadır.
Eğitimde bilinen en önemli yöntemin,
sözle akıl verme, övünme, iyilik perisi rolüne bürünme olmadığını, bizzat
davranışı ile bir bir yaşayarak örnek olmadır. Siz ne kadar benim ailem, benim
ırkım, benim kültürüm, benim dinim insancıldır, barışçıdır, hoşgörülüdür gibi
fiyakalı sözlerle geçmişinizi ve şu andaki durumunuzu övseniz de uygar ve
bilimsel yöntemi rehber almış insanları ve toplumları kandıramazsınız. Onlar
insanlarınızın değerlerine ve davranışlarına göre notlarını verirler.
Eğer bir yönetim ya da bir felsefe
ya da bir toplum gençliğini belirli bir hedefe göre eğitmeye yeltenir ve o
davranışları teşvik edici söylemlerde bulunursa er ya da geç tatlı ya da acı
meyvelerini toplar. Bu yönlendirmede en etkili yol ise kuşkusuz o kişilerin
hiçbir insani yasa ya da kural ile karşılaştırılamayacak manevi duygularını
önce güçlendirmek, daha sonra da kaşımak olacaktır. Bu coğrafyanın tarihine
baktığımızda insanların manevi duygularının kaşınması ve yönlendirilmesi ile
sayısız katliamların ve acıların yaşandığı görülecektir. Bu şekilde
formatlanmış insanın hiçbir insani, ahlaki ve evrensel değeri yoktur; öğretisinin
kurbanıdır. Verilen görevi yorumlamadan yapacak duruma gelmiştir. Bu nedenlerle
her gün görsel basında anasını, babasını, kardeşini, akrabasını manevi değerler
adını taktığı bahanelerle hiç uğruna öldüren sayısız insana tanık olmaktayız.
Her defasında çıkıp bu insanları lanetliyoruz; ama bunların bu hale gelmesine
neden olan insanları ve düşünceyi masaya yatıramıyoruz.
Diyelim ki farklı bir dine, kültüre
ya da ırka karşı oluşturulan kin ile bu katliamları işlediniz; en azından
–akıllı bir adamın kabul etmese bile- benden değildi diyerek buna bir gerekçe
bulabilirsiniz. Ancak İslam dünyasına dönüyoruz; son 30 yılda terör ile dünyada
11 milyon insan öldürülmüş; bunun 10 milyonu Müslümanmış ve en çarpıcı yanı ise
bu 10 milyon Müslümanın hemen hepsi kendi dindaşları tarafından öldürülmüş. Öbür
dinler de geçmişte farklı değildi; ancak insani değerlerle dinlerini reform
tabii tuttukları için yıkım büyük ölçüde azaldı. O nedenle insanca yaşamak için
herkes bu reformu yapan ülkelere hücum ediyor. Bu ülkelerin manevi profiline
bakıyorsunuz (özellikle kuzey ülkelerine), %80-90’nı ateist ya da benzer
düşüncede; dini eğitim yaşamlarında bazı ritüeller hariç yer almıyor.
Bayanlar, beyler! Önümüzde çözmemiz
gereken önemli bir sorun var. Sorunlarınızın üzerine doğrudan yürümez
çevresinden dolanırsanız, olumsuzluklarınıza hiç ilgisi olmayan içten ya da
dıştan sorumlu bulmaya kalkışırsanız ve olanları komik ve eften püften
mazeretlerle kapatmaya çalışırsanız yaranız gittikçe derinleşir ve bulunduğunuz
toplum, bulunduğunuz coğrafya kana boğulur. Bizim yaşadıklarımız tümüyle
böyledir. Son yarım yüzyıldır silahlı ya da silahsız, el kol, parmak işaretiyle
ötekileştirilen, laikliğin dinsizlik olarak öğretildiği; kin pompalanan
toplumun yetiştireceği insan olsa tekbirle Rus Büyükelçisini öldüren insandan
başkası olmayacaktı.
Kürsülerden “dindar ve kindar gençlik
yetiştirme bizim amacımızdır” denen bu ülkeye, birileri, size, buyurun
istediğiniz dindar ve kindar gençlik birileri tarafından yetiştirildi diyor.
Bunu ve bunları, cahillik, eğitimsizlik, bilinçsizlik ve manevi değerlerin
eksikliği diye de geçiştiremiyorsunuz. Yetiştirilen öyle bir kuşak ki,
meclisine, kendi askerine, vatandaşına, komutanına gözünü kırpmadan mermi
yağdırdı. Bunların hiç biri cahil ve eğitimsiz de değildi; küçük yaştan beri en
yoğun dini eğitimle de yetiştirilmişlerdi. Hiç kimse bunların dinsiz olduğunu
söyleyemez. Bugün FETO olarak lanetlediğimiz terör ekibinin en eğitimsizi
görünürde öğretmen ve polistir; büyük bir kısmı paşalar, kurmaylar, rektörler,
profesörler, önemli iş adamları ve üst bürokratlardan oluşmuştur. Bu toplumda
bundan daha eğitimli bir kitle oluşturamazsınız. Büyük bir kısmının batılı
ülkelerde eğitimi ve kalmışlığı da bulunmaktadır. Ancak hepsinin düşünce
sisteminin altında köklü bir din eğitimi bulunmaktadır. Bunlara verilen din
eğitimi, bu gün ilkokullara kadar yaygınlaştırılan din eğitiminden tek bir
harfi bile farklı değildir. Bu terör örgütünü sapkın olarak
nitelendirebilirsiniz. İyi de o zaman sorarlar, bugün dünyadaki en cani,
ahlaksız, korkulan, hiçbir insanı değeri olmayan 20 terör örgütünün hepsi
Müslüman, kafa keserken hepsi tekbir getiriyor. Coğrafyaları, tarihi
geçmişleri, ırk yapısı, dilleri, her şeyleri farklı olan bu insanların benzer
değil aynı cinneti göstermelerini nasıl açıklayacaksınız? Batı bunun yanıtını
bulduğu için bizi içlerine almak istemiyor. Bu rezillik bu güne mahsus da
değil; bu coğrafyanın tarihi din, mezhep savaşları ve katliamları ile
yazılmıştır. Hatta dinimizin kurulduğu yıllar da benzer şekilde kanla
yazılmıştır.
Bütün bu gerçekler gözümüzün önünde
iken, “dindar ve kindar gençlik yetiştirme” söylemlerini nasıl
değerlendirmeliyiz? Buyurun! Siz yetiştirmeseniz (yardımlarınızı şimdilik
unutalım) bile birileri hem dindar hem de kindar bir kuşak yetiştirdi ve
başımıza bela etti. Sakın sevinmeyin, dine dayalı bu terör örgütü temizlense
bile, bugün kol kola gezdiğiniz (bir zamanlar gezdikleriniz gibi) ya da haz
etmediğiniz başka dini örgütler zaman içinde onların yerini alacaktır. Siz din
eğitimini düzenli eğitime soktukça, siz yönetimde dini söylemleri rehber
yaptıkça, siz dindar ve kindar geçinenleri bir yerlere getirmede ceberut
davrandıkça bu beladan ne siz ne ülke ne de bu coğrafya hiçbir zaman
kurulamayacaktır.
Bilim ve bilimsel düşünceyi
yaygınlaştırmakla yükümlü tek kuruluşumuz TÜBİTAK, son 10 yılda onlarcasının
arasından birkaç örnek vermek gerekirse ilişikteki projeleri seçerek
ödüllendirdi: Besmele okuyarak ekmeği taze tutan ekmek kutuları, dua ile
kanserin iyileştirilmesi, dua okuyup Kabe’yi tavaf eden pilli robot, “papaz
eriğini imam eriğine çevirme makinesi, ayet okunarak üç kat daha fazla
büyütülen fasulye ve diğerleri. Şimdi be soruyorum: Ne bekliyorsunuz? Avrupa
bizim bu dehşet verici projelerimizi destekleyen kurumlarımızı ve onları
düşünen yaratıcı insanlarımızı mı büyük bir özlemle bekliyor?
Atatürk’ün laik devlet yapısını
sözde değil özde kurmadıkça hiçbir İslam ülkesi terör belasından
kurtulamayacaktır. Kandırıldık, bilmiyorduk gibi afaki laflarla suçunuzu
ileride kapatmaya kalkışmayın; bu ülkenin yarım yüzyıllık bir öğretim üyesi
olarak, en azından 600 yıldan beri Müslüman olan bir ailenin bireyi olarak
sizi, öğrencilerimi, toplumu ve siyasileri bu yazımla bir daha uyarıyorum: Dini
eğitim dünyanın hiçbir yerinde bulunduğu topluma hayır getirmemiştir. Gelin!
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda çatışmayı, kini, nefreti önlemeye yönelik,
bölünmeye ve sürtüşmeye izin vermeyen laik felsefeyi bir daha salim kafayla ön
yargımız olmadan gözden geçirelim. Tek bir kurtuluş yolumuz var:
Cumhuriyetimizin kuruluş evresindeki laik felsefeyi ödün vermeden uygulamaktır.
Bana (en azından bir defa) inanın! Bu coğrafyaya halifeliği getirmeyle,
mezhepçiliği kaşımayla, hatta yönetimlerdeki insanların dini söylemleriyle -iyi
niyetle de olsa- kürsülerde devlet politikası gibi sık sık söylemesi ile bu
coğrafyaya hizmet edemezsiniz. Bu coğrafyayı ve Müslümanları, cumhuriyeti
kurarken yola çıktığımızda bin bir tehlikeyi, güçlüğü göze alarak getirdiğimiz
ve daha sonra (1945’lerden sonra; hatta 10 Kasım 1938’den sonra) altını oyarak,
binbir desise ile piç ettiğimiz laiklik ile kurtarabiliriz.
Bir insanın tanımadığı bir insanı ya
da insanları hatta kendisini gözünü kırpmadan öldürmesi, bugün bilimin
söylediği gibi, ancak, onu Tanrı yolunda öldürmenin kutsal bir görev olduğuna inandırmanız
ile gerçekleşmektedir. Dünyadaki katliamların hemen hepsinin böyle bir tutkudan
(illa Tanrı tanıması ile olmayabilir, bir kişiye ya da düşünceye katıksız
bağlanmasıyla da olabilir) beslenmesi bir rastlantı değildir. Tekrar
söylüyorum: Küçük yaşta çocuklara din eğitimi verilmesi ve ırkçılık aşılanması
gelecekteki sürtüşmelerin temelini oluşturacaktır.
Avrupa geçmişinde din ve mezhep
çatışmalarına dayalı 30-40 ve 100 yıl savaşlarını yaşadı; milyonlarca insan
inançları nedeniyle hunharca öldürüldü (bu gün Müslüman ülkelerde yaşandığı
gibi). Sonunda dini yönetimlerinden ve eğitimlerinden kesin olarak
uzaklaştırarak barışa ulaşabildiler. Aptallar bundan ders almamış olabilirler;
ancak bu coğrafyada en azından bir kişi bu yaşananlardan örnek alarak cumhuriyeti
kurarken, laikliği olmaz ise olmaz biçimde yasalarına yerleştirdi. Aslında
Atatürk sadece bu nedenle bile bu coğrafyanın 1000 yıllık makus talihini
değiştirmek üzere ortaya çıkmıştı; bu nedenle –şu anda içimizdeki bazı
meczuplar ne derse desin- tüm dünya tarafından 100 yılın en büyük adamı olarak
seçildi. Geçmişte, bugün FETO örgütünü (keza El Kaide ve IŞID gibi örgütleri
kuran ve) manipüle eden güçler, 1980 yılından öncede de insanlarımızı sağ ve
sol olarak bölüp bir çeşit çatışmaya (terörizme) zemin hazırlamıştı; özellikle
solun ezilmesi ile sağın radikal kısmının gelecekte yeşermesine zemin
hazırlamıştı. Bugün bazı çevreler Türkiye’de bu denli gerici, dini temelli
terörün patlarcasına gelişmesini, 1982 Anayasasındaki din eğitiminin zorunlu hale
getirilmesine bağlasa da; bunun tek başına bir etken olduğunu söyleyemeyiz.
Batı dünyasının Müslümanlara ve
Türklere bakışı hiçbir zaman olumlu olmamıştır. Bunun kendilerine göre tarihsel
bir nedeni vardır. Ancak Müslüman ülkelerde artan köktenciliğe paralel olarak
Batı Dünyası artık bu kültürle, bu insanlarla birlikte yaşamak istemiyor. Ben
bunu söylediğimde insanlar bana kızıyor. İyi de bana niye kızıyorsunuz. Gidin
onlara sorun neden bizimle birlikte yaşamak istemiyorsunuz diye? Avrupa
Birliğine almakta ayak diretiyorlar. Ekonomimiz oradaki birçok ülkeden daha
iyi, yasalarımızı birçoğundan daha hızlı uyumlu hale getirdik, çıkarları için
kurdukları birçok örgüte herkesten çok hizmet ettik neden bu insanlar bizi
almıyorlar diye ateş püskürüyoruz. Bakın ben size bir şey daha söyleyeyim:
Bütün yasaları aynen uygulasak, ekonomimizi daha düzenli hale koysak, ne
isterlerse onu yapsak; ancak Müslümanlığın emrettiği yaşam tarzından taviz
vermezsek size kesin olarak söyleyebilirim ki bizi içlerine almayacaklar. Bir
batılının azınlık Müslümanlarla değil (dünyanın birçok ülkesinde artık azınlık
Müslümanlar da istenmiyor), eşit haklara sahip Müslümanlarla aynı yerde
yaşamasını beklemeyiniz. Türkiye laik devlet görünümü ile bir şans yakalamıştı;
ben o şansın artık geçerli olduğunu söyleyemem. Türkiye makas değiştirdi…
Bütün bu yargılara nereden vardın
diye sorabilirsiniz? Artık ondan bundan örnek vermeyi bıraktım. Bizatihi
yaşadıklarımı anlatırsam belki bu yazıyı okuyanların daha anlamasını
sağlayabilirim.
Ben 20 küsur yaşlarında, genç bir
akademisyen olarak ilk olarak Almanya’ya gittim ve zaman zaman başka ülkelerde
de bulundum. Uzun boylu, sarışın ve mavi gözlü olmam nedeniyle, ağzımı
açmadığım ve kimliğimi söylemediğim sürece çok büyük itibar gördüm[1]. Ancak Türk ve
özellikle Müslüman olduğumu söylediğimde insanlarda bir hayal kırıklığı
olduğunu gözledim. Kinlendim, üzüldüm; hiç olmadığı kadarıyla daha milliyetçi
ve hatta dindar oldum. Ancak gözlemlerin biriktikçe ve öfkemi yenmeye
başladıkça, sis perdesinin açıldığını ve daha empatik yorum yapmaya başladım.
İlk olarak şuradan başlamalıyım, ben çocuklarımı ömrü billah bir Müslüman
ülkede yaşamaya zorlayabilir miyim? Kendim bir Müslüman ülkede yaşamı hedef
olarak koyabilir miyim? Mezhepçiliğe, tarikatçılığa, dinciliğe, bürünmüş bu
insanlarla aynı apartmanda bir ömür geçirebilir miyim? Müslümanım diyen bir
insanın namusuna, tarafsızlığına, doğruluğuna, düzgünlüğüne, adaletine,
hoşgörüsüne, iyi niyetine, demokrasi anlayışına, laikliğine inanabilir miyim?
İnsanı insan yapan yüzlerce değer konusunda benzer soruyu sordum, ben belirli
bir sonuca ulaştım. Batı dünyası da bir sonuç ulaşmış olmalı ki bizle birlikte
yaşamak istemiyorlar. Avrupa’da birçok ülkede yaklaşan seçimler nedeniyle
partiler, Türkleri ve özellikle Müslümanları ülkelerinden sürmek taahhüdü ile
oy istiyorlar. Ben utanç duyuyorum.
Bizzat benim yaşadıklarım ve
gözlemlerim bir başka gerçeği daha üstü kapalı yansıtmıştı. Bana ya da benim
gibi görünenlere Türk’e benzemiyorsun, Avrupalı gibi görünüyorsun dendiğinde
çevremdeki Türklerin bana gıpta ile baktığını ya da tersi sen bir doğulu gibi
görünüyorsun dendiğinde onu bir iltifat olarak değil bir aşağılama olarak
algılandığını çok büyük bir üzüntü ile hep gözledim. Yani benim ülkemin insanı,
bana yabancı ülkede ikinci sınıf bir insan gibi bakıyordu. İster istemiz Avrupalının
bu davranışının nedenini anlamak için onların gözüyle bakarak durumu anlamaya
çalışıyorum. Görünen manzara şöyle:
Müslüman ülkelerin hiç birinde,
hatta Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde hep huzursuzluk var. İnsanlar
birbirini yiyiyor. En korkulan, vahşi teröristler bu dinden çıkıyor. Öldürdükleri
insanların başında dini sloganlar atıyorlar. Müslüman ülkelerde rüşvet, yolsuzluk,
yetkiyi kötüye kullanması; yöneticilerinin ailesi ve çevresi ile birlikte
inanılmaz zenginliklere ulaşması;
demokrasi düşmanlığı; başka ırk ve dinlere hatta kendi dininin
mezheplerine öldüresiye düşmanlığı; birçoğunun elindeki büyük gelirlere karşın
insanlığa tek bir teknik ya da sanatsal katkısının olmaması; çevreye
saygınlıklarının yeterince olmaması bu ülkelerin genel özelliği olarak kayda
geçiriliyor. Bu ülkeler kendi topraklarında yaşasalar belki sorun olmayacak.
Ancak, şu özellikleri ile kendi toplumlarının içine girmelerini istemiyorlar:
Giyimleri, kılıkları kıyafetleri
kendilerine tamamen aykırı; kadınları çarşaflar ve örtüler içinde, erkekleri
kendilerine göre garip bıyıklı (biz badem diyoruz), erkeklerinin yakası paçası
açık; günde beş vakit namaz için çalışmasını bırakan (hâlbuki kendileri bir
saniyenin muhasebesini yapıyor); bir günde milyonlarca hayvanı sokaklarda
kendilerine göre vahşice boğazlayıp kanlarını parklara ve yollara akıtan;
biriktirdiği birkaç kuruşu kültürel faaliyetlere ayıracağına hacca giden (kendi
ülkesinde yeşil kart kullanan), senenin bir ayında gün ne kadar uzun olursa
olsun yemeyip içmeyip dikkatli işlerde aksamalara neden olan, yerlere tüküren,
kırmızı ışıkta geçen, bağırarak konuşan, fırsat bulduğunda eğri büğrü işlerin
hepsini yapan bir topluluk olarak görüyorlar.
Kültürlerinin önemli bir kısmı
heykel, resim, tiyatro, opera ve müzikle örülmüş. İçlerine girmeye çalışanlar
ise heykel, resim, opera, tiyatro düşmanı. Dünyanın en gözde heykellerinin
Afganistan’da, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, Libya’da darmadağın edilmesine
yakın zamanda tanık oldular. En liberal ve laik geçinen Müslüman ülkelerinin
liderlerini bir defa olsun heykel, resim, opera, tiyatro salonlarında ya da
açılışlarında görmediler.
Tüm dünya yılbaşını senin benim
törem ya da bayramım demeden iyi dilekler sunarak kutluyor. Bunu kardeşliğin
bir harcı olarak görüyor. Öyle mi? Yıl 2016 Aralık ayı, Mili Eğitim
Bakanlığından gelen bir tamimle, okullarda yılbaşı kutlaması, Noel Baba figürü,
süsleme ve benzeri tüm kutlamalar yasaklanıyor. Hiç kuşkunuz olmasın yakın bir
tarihte yılbaşını kutlayanlar, bu kafa ile yetiştirilen meczuplar tarafından,
elçiyi öldüren formatlanmış insanın sözleriyle darp edilecektir. Kaldı ki Noel
Baba’nın Demre’de yaşayan bir Anadolu çocuğu olduğunu ileri sürerek, şapelini
göstererek turist çekmeye çalışıyoruz. Ayrıca 1 Ocak yılbaşı Hz. İsa’nın doğum
günü değil (Hz. İsa’nın doğum günü 24-26; genel kabul 25 aralıktır), yani
sadece Hıristiyanların kutlaması için kurulmuş bir gün değil; Gregoryen
takviminin tüm insanların ortak olarak paylaşması için konmuş ortak bir
değerdir.
Ben bu ülkelere birlikte yaşamamız
için sanatımızla, bilime katkılarımızla, müziğimizle, teknik bilgimizle davet
edilmemizi isterim. Alınmamız için peşimize düşülmesini isterim. Gel gelelim
ki, Avrupa’ya alınmamız için ileri sürdüğümüz gerekçelere bir bakalım: Enerji
hatlarının üzerinde bulunuyoruz; birçok ülkenin coğrafik olarak merkezinde
bulunuyoruz; dünyanın 3’üncüsü en kalabalık ordusunu besliyoruz; işsizler
ordumuzu yaşlanmakta olan kıtanın hizmetine sunuyoruz. Bu nedenle bizi
almalarının kaçınılmaz olduğunu ileri sürüyoruz. Doğrusu bu sözleri duydukça
kahrımdan ölüyorum; Atatürk’ün büyüklüğünü bir daha kavrıyorum.
Batı dünyası bu cümleden Avrupa
Birliği İçine aldığı insanlarla ortak değerleri ve günlük yaşamı paylaşmak
istiyor. Bu nedenle ortak yasalara bağlı olarak yaşamanın yollarını arıyorlar. Ancak
bize gelince önemli bir sorun var. İçine girmeye çalışan topluluğun
kadınlarının elini sıkamıyor, yüzlerini göremiyor, aynı mekânda birlikte
oturamıyor; hatta sohbet edemiyor. Erkekleri, kadınları gibi giymeyenleri üstü
kapalı olsa da fahişe gibi olarak görüyor. Dört kadınla evlenmeyi ibadet
sayıyor; kadınları dövmeyi hak olarak kabul ediyor. Mali durumu ne olursa olsun
çok çocuk yapmayı sevap görüyor.
Eğitilmemiş analarından dolayı ve
çok çocuk yapmanın sonucu ülkelerindeki okullarda bu kesimin çocukları en alt
sırayı oluşturuyor. Hatta Almanya’da Sonderschule (öğrenme kıtlığı olan)
sınıfların neredeyse tümünü bu kesim oluşturuyor.
Aynı şeyleri yiyip içemiyorlar
(çünkü bir seri haramlar yasağı var). Domuz eti değmiştir diye kullandıkları
bıçağı ve mutfak tezgâhını kullanmıyorlar. Bir yerlerde yemek ve içmek
isterlerse ister istemez ayrı bir teşkilat ve hizmet bekliyorlar. Suyun ve
çayın dışında hiçbir şeyi birlikte içemiyorlar. Geçmişte belki hoş
görülebilirdi; ancak günümüzde tuvalet kâğıdı yaygın olarak kullanılmasına
karşın hala taharetlenmeyi bir dini ibadet görmeleri nedeniyle bu kesimi besin
endüstrisinde çalıştırmaktan çekiniyorlar.
Bütün bunları da belki hoş
görebilirlerdi. Ancak bir gözlemleri var ki, buna asla tahammül edemiyorlar.
Yaklaşık 1964 yılından bu yana Avrupa’ya yerleşmiş olan Müslümanların ve
Türklerin katı tutucu kesimleri ne doğru dürüst dil öğrenebiliyor, ne de ortama
uyum sağlayabiliyor. Geldikleri kültürü, giyimi, kuşamı, geleneği, göreneği hiç
değiştirmeden sürdürüyor; fırsat bulunca da çevrelerine kendileri gibi olmayı
dayatıyor. Sanat, kültür ortamında, sosyal organizasyonlarda dini kesimden
kimseyi göremiyorlar. Bu çemberi kırıp da gerekli uyumu yapanlar batı dünyasına
mükemmel uyum yapıp başarıya ulaşıyorlar. Bugün özellikle Alevi kökenli
vatandaşlarımızın Avrupa’da önemli yerlerde bulunmasının nedeni değişebilir
olmalarından, yeniliklere yatkın olmalarından ve dinin katı kurallarından
kurtulmuş olmalarındandır. Bütün bunları gözleyen biri, özellikle dininin katı
kurallarından arınan kişilerin uygar dünyaya uyum yapıp başarılı işlere imza
attığını görünce, ister istemez faturayı Müslümanlığa çıkarıyor.
Diyelim ki Avrupa tarihten gelen
korkusu ve kini nedeniyle böyle bir saplantı içindedir. İyi de bu yıl içinde
yapılan bir ankette (CNN Marsall anketleri, CNN TV, 23 Aralık 2016, saat
23.20), bu ülkede dini ve özellikle siyasi görüşleri farklı olan insanlar 4
grup halinde toplanıp onlara belirli soruları içeren bir anket uygulanıyor. Bu
gruplardaki insanların %80 küsuru, başka bir gruptan kız alıp vermeyi, aynı
apartmanda oturmayı istemiyor. Durum gerçekten bu ise kimseyi suçlamaya
hakkımız olduğunu düşünmüyorum. Bu oranın diğer Müslüman ülkelerde farklı
olduğuna inanılmıyor. Çünkü hepsi birbirini yiyiyor. Hepsinde din eğitimi zirve
yapmış durumda. Eğer bu ülkeler dinlerini farklı kitaplardan öğrenmiş
olsalardı, kusuru farklı yazılmış kitaplara yüklerdik. Ancak hepsi kelimesi
kelimesine aynı olan bir kitaptan yani Kur’an’dan öğrenmiş durumdalar. Bununla
ilgili yorumu gerisini size bırakıyorum…
Bizim zaman geçirmeden gerekli
reformları yapıp, laik eğitim ve yönetim düzenlemesi ile önce halkımızı ve daha
sonra da model olarak bu coğrafyayı bataklıktan kurtarmamız gerekiyor. Bunu
için çok fazla zamanımız olduğunu söyleyemeyiz. Bu coğrafyanın her bakımdan
kilit taşı Atatürk ilkeleri doğrultusunda belirli bir yere gelmiş, laik
düzenini yeniden inşa edecek Türkiye Cumhuriyetidir. Sadece bir ülkenin değil bu
coğrafyanın geleceği bizim sorumluluğumuzdadır.
Prof. Dr.
Ali Demirsoy
***
Değerli
Kardeşim
Bu coğrafya ve Türkiye ektiklerini
biçmeye başladı. Sorunları hep bir yerlerde arıyoruz; dönüp kendimize bakma
cesaretini ve olgunluğunu gösteremiyoruz.
Avrupa’ya girişimizi sürüncemeye
bırakmalarının nedenini farklı yerlerde arıyoruz; görmemiz gerekeni görmekten
kaçınıyoruz.
Eğer yanlıştan dönülmez ise bu
coğrafya ve biz çok büyük zorlukları gittikçe artan bir ivme ile yaşayacağa
benziyoruz.
Soruna tam tanı koyamaz isek, gerçek
çözümü de bulamayız. Herkesi suçlamayla bir yere gidemeyeceğimiz anlaşıldı.
Gelin eksikliklerimizi, kusurlarımızı ve tarihsel çıkmazlarımızı bir daha
masaya yatıralım.
Yeni yılın
sloganı şöyle olmalı: İyilikler dua ve dilemekle hiçbir zaman elde edilemez;
doğru uygulamalar ile kazanılır; kötülükler de beddua ve kınamalar ile giderilemez;
gerekli önlemler ile bitirilir.
[1] Suriye’den kaçan insanların bir kısmı
Almanya’ya sığındı. 25.12.2016 tarihinde Haber Türk Televizyonu tartışmasında
gündeme geldiği gibi, bu ülkeye giren 10.000 çocuktan haber alınamıyor. İşin en
ilginç ve ırkçılık açısından ürkütücü tarafı, haber alınamayan çocuklar sarışın;
büyük bir kısmı da mavi gözlüymüş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder