"DERİN DEVLET BADİRESİ VE ÖZEL HARP
DAİRESİ" (İKTİBAS: MİLLİ ÇÖZÜM DERGİSİ)
Böyle, "Yıldız İstihbarat
Teşkilatı" yanında "bir çocuk oyuncağı" mesabesinde kalan
Teşkilat-ı Mahsusa'nın kuruluşundan sonuna kadar içinde bulunan, bilahare Milli
Mücadele yıllarında "M. M. Grubu"nda çalışan ve dolayısıyla
Teşkilat-ı Mahsüsa'nın içyüzünü iyi bilen Hüsameddin Ertürk'ün hatıratına göre:
"Bu teşkilatın gayesi, bir taraftan bütün Müslümanları bir bayrak altında
toplamak, bu suretle Panislamizme ulaşmaktır. Diğer taraftan da, bütün Türkleri
siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan da, Pantürkizmi
canlandırmaktır. Enver Paşa'nın bir yandan Emin Efendi'nin İttihad ve Terakki
pragramındaki Panislamizmden, diğer taraf tan da Ziya Gökalp'ın Pantürkizminden
ilham aldığı muhakkaktır!... (Ancak bütün bunlar, sadece birer kılıf ve
kandırmacadır. Asıl amaç, Osmanlı'yı yıkıp Anadolu siyon devletine zemin
hazırlamaktır.)
Mehmet Ali Ağca'nın tahliyesi,
Türkiye'de eski bir tartışmayı yeniden gündeme taşıdı: "Devlet içinde
örgütlenmiş gizli bir yapının, yasadışı bir takım faaliyetler yürütmesi."
Tartışılmaya başlandı. Gerçi henüz Şemdinli tartışması soğumuş değil, ama Ağca
meselesi kendi dönemi itibarıyla bu konuda daha gizli ve kirli odakları
hatırlattı. Çünkü İpekçi cinayeti, Bülent Ecevit'in "kontrgerila"
iddialarının çok taze olduğu bir dönemde yaşanmıştı.
Adına "gladio" ya da
"kontrgerilla" denilen bu "yapı" (ya da yapılar) konusunda
söylenenlerin ne kadar doğruyu yansıttığı hususunda, bu kez yeni bir tartışma
çıkacak gibi. Çünkü emekli Orgeneral Kemal Yamak, anılarını kaleme aldığı
kitabında bu konuda özellikle Ecevit için pek de yenilir yutulur olmayan
iddialar gündeme getiriyor.[1] (Kemal
Yamak Paşa, Şemdinli iddianamesinin baş tanığı ve boş dayanağı olan
Diyarbakırlı şüpheli ve şaibeli müteahhitin de kirvesi olduğu söyleniyor.)
Kemal Yamak, 1971-1974 tarihleri
arasında Özel Harp Dairesi'nin başında yer alan, daha sonra da pekçok kritik
görevi üstlenen bir komutan. İddiası şu: 1973 yılında dönemin Başbakanı olan
Ecevit'e ve Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık'a, Özel Harp Dairesi konusunda
brifing veriliyor. Sunuşu yapan Yamak, ancak toplantıda başta Genelkurmay
Başkanı Semih Sancar olmak üzere üst düzey askeri erkân da bulunuyor.
Yamak'ın tanıtımının ardından Ecevit'in tepkisi (Semih Sancar'a hitaben) şöyle: "Ne kadar iyi bir teşkilat, ne kadar ulvi bir görev Paşam. Acaba bu teşkilatlanmayı yaygınlaştırarak çoğaltsak, buna mukabil ordumuzun barış kadrosunda önemli bir azaltmaya gitsek nasıl olur?" Ecevit ayrıca, milli bir görev yapan bu teşkilata gereken desteğin verileceğini söyleyerek teşekkürle toplantıdan ayrılmış.
Yamak'ın tanıtımının ardından Ecevit'in tepkisi (Semih Sancar'a hitaben) şöyle: "Ne kadar iyi bir teşkilat, ne kadar ulvi bir görev Paşam. Acaba bu teşkilatlanmayı yaygınlaştırarak çoğaltsak, buna mukabil ordumuzun barış kadrosunda önemli bir azaltmaya gitsek nasıl olur?" Ecevit ayrıca, milli bir görev yapan bu teşkilata gereken desteğin verileceğini söyleyerek teşekkürle toplantıdan ayrılmış.
Peki, tüm bunların ardından nasıl
oldu da Ecevit 1974'den sonra Özel Harp Dairesi'ni işaret ederek, devlet içinde
gizli bir yapılanma olduğunu söyledi ve "kontrgerilla" tartışmasını
başlattı. Yamak Paşa, Ecevit'in daha sonraki yıllarda yukarıdaki toplantıyı
kastederek "Rahmetli Hasan Esat Işık'la brifingi dinlerken tüylerimiz
diken diken olmuştu" demesini şu sözlerle cevaplıyor: "Asıl benim
tüylerim diken diken olmuştu."
Bu gelişmelerin şahidi olan
insanların bir kısmı, başta Ecevit olmak üzere hayattalar. Kemal Yamak'ın
yazdıklarında tartışılacak daha pekçok konu var. Ama öncelikle açığa çıkması
gereken; Özel Harp Dairesi konusunda gerçekte kimin ne söylediği ve bunların
"kontrgerilla" tartışmasına nasıl dönüştüğü. Ardından iki önemli
başlık daha üzerinde durulabilir. Birincisi, nasıl olur da o tarihe kadar
Türkiye'de hiçbir başbakana böyle bir dairenin çalışmaları hakkında bilgi
verilmemiştir. Çünkü anlatılanlara göre Ecevit'e verilen brifing bir ilktir ve
Başbakan'ın bu dairenin ABD'den aldığı yılık ödenekten bile haberi yoktur.
Yamak Paşa'nın gündeme taşıdığı
ikinci önemli iddia, yıllarca devam eden tüm iddialara ve suçlamalara rağmen,
Genelkurmay Başkanlığı'nın kendisine bağlı olarak çalışan bir daireye sahip
çıkmaması. Çünkü sadece Ecevit değil, pekçok kişi ya da kuruluş, Türkiye'deki
faili meçhul cinayetlerin, bazı toplumsal olayların arkasında Özel Harp
Dairesi'nin olduğunu öne sürdü. Genelkurmay Başkanlığı'nın birkaç gün önce
yaptığı açıklamanın dışında bu konuda arşivlere geçen bir tek 3 Aralık 1990'da
yaptığı toplantı var. Bunun dışındaki suskunluk da kayda değer bir durum.
Sık sık özellikle Süleyman
Demirel'i hitaben "Derin devlet kontrgerilladır. Özel Harp Dairesi'nin
biliyor muydun, biliyorsan çalışmalarından memnun muydun" diyen Ecevit'in
"bildikleri" hayli şaşırtıcı. Daire'ye "memnuniyet", halka
"şikayet". İlginç bir yaklaşım doğrusu.
İşte size özetin özeti kabilinden
bir "kimin eli kimin cebinde hikayesi" daha. Bunlar gerçekte
"karanlık" yapıları anlamamıza yardımcı mı oluyor, yoksa gözlerimize
yeni perdeler mi geriyor, takdir sizlerin.
Bugünlerde herkes İran ve Suriye ile meşgul Ortadoğu'da ne olacak diye merak içinde, dikkatler tamamen Doğu'ya yönelmiş. Oysa Batı'da sessiz sedasız bazı şekillenmeler vücut bulmakta. İşte bu durum gözden kaçmaktadır.
Bugünlerde herkes İran ve Suriye ile meşgul Ortadoğu'da ne olacak diye merak içinde, dikkatler tamamen Doğu'ya yönelmiş. Oysa Batı'da sessiz sedasız bazı şekillenmeler vücut bulmakta. İşte bu durum gözden kaçmaktadır.
Almanya'da Merkel'in Rolü:
Angela Merkel seçildiğinde zaman
yazdığım makalede, Almanya'nın politikalarında önemli değişikliklerin olacağını
söylemiştim. Araştırmalara dayanarak hazırladığım tahlillerde şu noktalar öne
çıkmıştı:
Merkel, katı bir komünist rejim
altında büyümüş fakat komünist olmamıştır. Orada, yani Doğu Almanya'da kalması,
babasına çalıştığı kilisenin verdiği görev sebebi ile olmuştur.
Sonuç: Aile orada bir misyonda
bulunmuştur. Etkilenmek şöyle dursun, her şeye rağmen bu rejime karşı bir
yaklaşım görevi sonuna kadar yapılmıştır. Merkel'in kişiliği böyle
şekillenmiştir.
Merkel, bir papazın kızı olarak
son derece muhafazakar ve dindar biri olarak yetiştirilmiştir. Şu anda kişiliği
de aynen böyle tarif edilebilir.
Başarıyı hak ve adalet
ölçülerinden değil, daha çok güç ve gücün kendini göstermesi olarak algılayan
bir ortamın ürünü olarak, düşünceleri şekillenmiştir.
Anglo Sakson ırk üstünlüğüne
inanan bir yapısı ile Avrupa'nın Frank ve Latin( Fransa, İspanya, İtalya, v.s.)
kökeninden ziyade İngiltere, Amerika ve Hollanda olmak üzere daha fazla Anglo
Sakson yapısının güçlü olmasını tercih eden siyasi bir anlayışa sahiptir.
Angela Merkel, diğer politikaları
ile de farklı bir portre çizmektedir. Türkiye'nin tam üyeliğine karşıdır.
Yabancı işçilerin mutlaka azaltılmasına inanmaktadır.
Kendi Anglo-Sakson Hristiyan
kimliğini vurgulamaktadır.
Almanya'nın sırf AB'yi
kalkındıracağım diye bu kadar mali yük taşımasına da çok karşıdır.
CIA tarafından kaçırılan Alman
vatandaşının hesabını Amerika'dan sormaktan kaçınmamış ama onlarla da bir
anlaşma yapmaktan geri durmamıştır.
Sessiz Şekillenmeler:
Merkel, şu anda ABD'de başta
bulunan Neo-Con'ların tarif ve tavrına uyan mükemmel bir modeldir.
ABD Dışişleri Bakanı Condaleezza
Rice ile konuşulanlar tam olarak bilinmemekle beraber, Fransız AFP Ajansı'nın
haberlerine göre, gizli cezaevlerinin Alman topraklarında olmaması
sağlanmıştır. Kaçırılan Alman'ın iadesi de sağlanmış ama buna karşılık hiçbir
medya kuruluşuna açıklama yapılmaması da garantiye alınmıştır. Bu nokta çok
önemlidir. Çünkü ABD ve AB şimdiye kadar görülmemiş derecede geniş sansür
uygulaması başlatmış bulunmaktadırlar.
Asıl bundan sonra o bahsettiğim
"sessiz şekillenmeler" hissedilmeye başlamıştır.
Almanya, "İran ile büyük bir
ticari partner"dir. Pek çok İranlı, hem eskiden, hem de şimdi Almanya ile
iş ve ticaret yapar, paralarını Alman bankalarında tutarlar. Her iki dünya
savaşı sırasında da Almanya, İran'a özel ilgi ve ihtimam göstermiştir. Alman
stratejisi içinde Basra ve Hazar petrollerinin yeri büyüktür. Lakin: Rice'ın
Avrupa turundan sonra, Avrupa'da farklı rüzgarlar esmeye başlamıştır. Mesela
dikkat edilirse, şu sıralarda en yüksek sesle İran'a çıkışan ve üstü kapalı
tehdit eden ülke, Almanya olmaya başlamıştır.
Burada iki önemli faktör ve teşvik
edici unsuru da unutmamak gerekir:
1- Almanya'nın Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi'nde daimi üyelik için adaylığı söz konusu.
2- Almanya'nın Avrupa'da ve
Avrasya'da adeta ABD'nin sözcüsü ve harekat birimi olarak sessizce
görevlendirilmesi durumu.
Bu husus konuşulmuyor ama sessizce
gerçekleştiriliyor. Özellikle Amerikalılar'ın Fransızlara karşı duydukları
menfi hisler, bu Anglo-Sakson bağını (Hemşericilik duyguları diyelim) daha da
bariz ortaya çıkartmaya başlamıştır.
3- Böylece, Amerika'yı
sürekli etkileyen İngiltere, ona bağlı eski Commonwealth üyeleri (Kanada, Avusturalya,
Yeni Zellanda) ve Hollanda üzerinden Almanya ile Avusturya adeta yeni bir
şekillenmeyi gerçekleştirmektedirler. Buna "Yeni Dünya
Hegemonyası" da denebilir.
Türkiye'nin Dikkat Etmesi Gereken
Konular:
Avusturya'nın AB konusunda Türkiye
karşıtı durumu hatırlanmalıdır. Hollanda ve civarındaki ülkelerde İslam ve Türk
düşmanlıkları artmaktadır. Bunları Türk medyasında bile takip etmek mümkündür.
Avrupa cephesindeki gelişmeler ve
bu sessiz oluşumlar gözden kaçmamalıdır. Doğu'ya bakarken bazen Batı'nın da ne
yaptığını veya "çaktırmadan" ne yapmaya çalıştığını da gözden
kaçırmamak gerekmektedir.
Yıllar önce eski model tanklarını
binbir naz ile Türkiye'ye satan ve üstüne de "belirli bölgelerde
kullanılamaz" ibare ve şartını da koyanların Almanlar olduğu daima
hatırlanmalıdır. PKK'nın en çok faal olduğu, dernek kurduğu yerlerin başında da
Almanya ve kuzey ülkeleri geldiğinin hatırlanmasında yarar vardır.
Sıra sıra milletvekili hanımları
Türkiye'ye yollayıp, her yerin teftiş edilmesi ve "Mr. Apo"nun
ziyaret ettirilmesini yapanların başında Almanya'nın geldiği
hatırlanmalıdır.
Yıllar yılı Yunanlıları öne sürüp,
Türkiye'ye karşı çıkan güçlerin de Germen yani Alman kökenini unutmamak
gerekmektedir.
Bugün Almanya'daki gelişmeler,
Doğu ve Güneydeki gelişmeler kadar önemlidir. Türkiye her yönü ile gelişimleri
izlemek durumundadır. Düşman olmaya gerek yok, sadece dikkatli ve tedbirli
olalım yeter.
Batan gemiye binmek!
Geçeri yazımda, bazı açılardan
dünyanın geçmişini ve'Sömürü sermayesinin son projesi BOP'un akıbetini kısaca
Özetledim. Batı cephesinde,
yani Amerika ve Avrupa'da yeni bir şey yok!.. İbret
alamadıkları için sömürü sermayesi ve işbirlikçileri, yani 'Batı
zihniyeti' için. tarih sadece tekerrür ediyor...
Sonuç ortada:
ABD derin bir bataklıkta,..
Yahudi sömürü sermayesi çareniz...
Tarih, dünya, insanlık, 'geleceğin
yeni medeniyeti' yeni başoyuncuları mı bekliyor?..
Geleceğin
dünyasında kutuplaşma olabilir. Ancak bu kutuplaşma siyasi kutuplaşma
olmayacaktır.
Bilindiği üzere
bugün *sağ-sol partiler' var ancak Türkiye ve Almanya gibi
ülkelerde bunlar 'birlikte koalisyon' yapıyorsa, kutuplaşma gayet medenî
ise, gelecek dünyadaki kutuplaşma da böyle olacaktır.
Bu vesileyle Vm konuda Önemli bir
hatırlatma yapma gereği ortaya çıkıyor.
Dünyada ilk 'sağ-sol koalisyonu'nu 1974
yılında MSP-CHP yani Erbakan-Ecevit gerçekleştirmiştir. O
zaman Bursa'da sürgünde bulunan Hu-meyni bunu görmüş ve
daha sonra solcularla işbirliği yaparak aym şeyi iran'da gerçekleştirmiştir. Gorbacov
da reformlar yaparak Sovyet-ler'in çöküşünü ve yeni
Rusya'nın kuruluşunu gerçekleştirirken, dünyada ilk defa Türkiye'de
yapılan 'sağ-sol koalisyonu'ndan ilham almıştır.
Yahudi sömürü sermayesi bunu
anlar da seri, atın, hukukun, insanlığın sınırları içine girerse, Yahudiler
insanlık camiasında huzur içinde bin yıl yaşayacaklardır. Aksi hâlde, tarihte
yaşadıkları büyük sürgünlerden birini daha yaşamaları mukadder görünüyor.
2005 yılı onlara düşünme
şansını sağlamıştır.
2006 yılı son vâde
olabilir.
Yeniden dine dönüş...-
2005 yılında insanlık için
üçüncü büyük olay, dindarlığın ve dine dönüşün şaha kalkmış olmasıdır.
Papa II. John Paul 2005
yılında ölmüş ve cenazesi insanlık için ümit olmuş... Avrupa bu vesileyle, 'ben
dinsiz ateist değil, ben dindarım' diye ilân etmiş... Papa'nın
cenazesi vesilesiyle, dinsiz lâik devletlerin devlet ve hükümet
başkanları sıraya girmiş ve bağlılıklarını yenilemişler... Protestan devlet
başkanları bile tıpış tıpış sıraya girmiş ve arz-ı endam etmişler... Bu da
yetmemiş, yeni Papa hem de Protestanlığın kalesi
olan Almanya'dan seçilmiş ve Almanya'ya yaptığı
ziyaretle Protestanlar ile Katolikler arasındaki buzları eritmiş...
Bunun sonucu olarak Almanya'da Katolik bir hanım Başbakan
olmuş... Yani, 'dinsizlik' akımlarından
sonra, 'din' ateist Batı dünyasında yeniden hatırlanmıştı...
Bu arada Türkiye'den
birinin İKÖ/îslâm Konferansı Örgütü Genel Sekreteri olması, hem Türkiye
hem de İslâm âlemi için ilginç olduğu kadar, birçok yönden kayda
değer bir gelişmedir.
Bu olaylar gösteriyor ki, insanlık
âlemi 'yeniden dine dönüş' yapmaktadır. Dindarlar gelecek III.
Bin Yıl Uygarlığında etkin rol oynayacak, ateizmi bir daha
dirilmemek üzere tarihe gömeceklerdir. Fitne olacak, şirk olacak, ama artık
ateistler müsbet ilmin verileri karşısında bir daha ağızlarını açamayacaklardır.
Önce Tsunami, sonra kasırga...
2005 yılında dünyada oluşmuş
dördüncü ve belki de en önemli olay Allah'ın
'Tsunami' ve 'kasırga' ile kendisini insanlara, özellikle de
dünyaya tek başına hükmetmeye kalkışan çağdaş firavunlara göstermesidir.
- Tanrı yok
sayılıyor ve tabiat kanunları iledünya yönetiliyordu.!..
- O kanunlar ABD'nin
avucunda idi ve istediği gibi kullanılıyordu!..
- ABD, -kendisine ve stratejik
ortaklarına sorsanız-artık tanrı olmuştu!..
Irak Savaşı'nda, 01
Mart Tezkeresi ile ABD'niıı 'süper güç' efsanesi sarsılmış, karizması
çizilmişti... ABD şimdi Irak bataklığından nasıl çıkacağını kara
kara düşünüyor.
Allah kendisini, yani gerçek
gücünü henüz göstermemişti. Allah bütün azameti ile 2005
yılında önce doğuda göründü. İnsanlar hiç duymadıkları ve
işitmedikleri bir felâketle yani 'Tsunami' ile karşı karşıya
kalmıştı... Allah bütün dünyaya, bütün insanlığa ABD'den başka
bir Halik'ın var olduğunu hatırlatmıştı...
Bu da yetmedi.
Allah daha
sonra batıda görünmüş, 'siyasal darbe' sonrasında bir
de 'doğal darbe* yani 'kasırga' ile ABD'nin mutlak iktidarı
ve tanrılığı son bulmuştu... Yüce Yaradan, artık
insanlara Allah'ın varlığını, her şeye muktedir olduğunu, isterse bir
saatte yeryüzünü yok edebileceğini hissettirmişti...
2005 'yılında insanlık, kurtuluşun
artık inançsızlık, ahlâksızlık, faiz, fitne, 'savaş ve zulüm' ile
değil; Allah'a inanarak ahlâklı olmakla, faizsiz
ekonomide 'barış ve adalet' ile sağlanabileceğini düşünmesi için
belki de yüzlerce yıldır almadığı ihtarları almıştır.[2]
Allah bize düşmanlarımızla
yardım ediyor!
Müslümanların tıkanıp
kaldıkları bir noktada Rabbim, değer verdiği bu insanları selamete
ulaştırabilmek, onları çaresizlikten kurtarabilmek için ne yapar, bilir
misiniz? Düşmanlarına yanlış yaptırır. Ve yapılan yanlışlar, düşmanın
tuzaklarını bozar. Bu ilahi oluşumla Müslümanı galibiyete ulaştırır.
Kıbrıs meselesi, 1974 yılına
gelinceye kadar yirmi yılı aşkın bir süre Türkiye'yi uğraştırdı. Adada Türkler
katledilirken, uçaklar uçurulup düşman korkutulmaya çalışıldı. Türk donanması
çıkarma gemileri olmadan, gemilere yüklediği askerlerle denize açıldı. Fakat
Sam Amca'nın onayı olmayınca geri dönmek zorunda kaldı. Gemiler Mersin'e
dönerken, içindeki askerler ağladı.
Kıbrıs'taki katliama ne yapıldıysa
çare bulunamadı. Papaz Makarios, Kıbrıs'taki Türk'ün boynundaki ilmeği sıkıyor,
nefesi kesilince biraz gevşetiyordu Dünyayı arkasına alan Makarios, işin ilmini
kavramıştı.
Kıbrıslı Türklerin gayrimenkulleri
peşin parayla hemen satın alınıyor ve bir gecede İngiliz pasaportu çıkarılarak
adadan uçmaları sağlanıyordu. Nitekim günümüzde İngiltere'de yaşayan Kıbrıslı
Türklerin sayısı adadakilerden daha fazladır.
Kıbrıs'tan İngiltere'ye göç
edemeyen toprağa bağlı fakir köylüler, Makarios'u kaygılandıran en önemli
meseleydi. Kesse kesilmiyor, öldürtse bitmiyordu. Yüce Allah, dilini, dinini,
kimliğini unutmamaya çalışan bu gariban köylülere merhamet etti. Ve düşman
yanlışlık yaptı.
Nikos Samson isimli EOKA'lı bir
zibidi, devlet idaresinden ve siyasetten anlamayan askerlerin yönetimindeki
Yunan cuntasının desteğiyle ihtilal yapınca papaz devrildi ve bu defa
"adadan uçmak" papaza farz oldu. Türkiye Cumhuriyeti bu fırsatı
değerlendirerek adaya asker çıkarma hakkını kullandı. Allah, düşmanımıza yanlış
yaptırmasaydı Türk askerinin Kıbrıs'a çıkması bir hayaldi.
Peki, bu tarihi olayları neden
hikaye ediyorum? Olaylardaki görünen sebeplere değil de, hikmetlere takılmak
gerekmez mi?
Gazeteci Şakir Süter, son Danıştay
Mahkemesi kararında "başını sokakta da örtmesi suç olan hanım
öğretmenle" ilgili hukuk ve insanlık adına utanılacak bir meselede,
"Yasakçılar kendilerini 1-0 önde görüyorlarsa yanılıyorlar. Tam aksine,
kendi kalelerine gol attılar" demiş.
Allah'ın emrine uymaya
çalışanların samimiyeti ve çaresizliği ile Allah'a kafa tutanların azgınlığı
çarpışıyor. Acele mi ediyoruz, yoksa geç mi kaldık?
Yazımı sonlandırırken, birden
aklıma geldi: Rabbimin bir de "Hakem" sıfatı var. Allah,
"hakimlerin de hakimi" değil midir? Her şey değişir, fakat İlahi
adalet muhakkak tecelli eder. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.lerinin dediğini biz
de diyelim:
Mevla'm görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Hak şerleri hayreyler
İttihatçıların İstihbarat
Teşkilatı "Teşkilat-ı Mahsusa"ya dair...
Muhtelif vesilelerle
"İntelligence Service'i dize getiren teşkilat!..." olarak andığımız,
Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın dillere destan olan "Yıldız istihbarat
Teşkilatı"nı, İttihatçı şapşallar İkinci Meşrutiyet sarhoşluğunun devam
ettiği günlerde İngiltere Sefiri Sir Gerald Lover'in telkin ve tavsiyesine
uyarak dağıtmışlar ve bu gafletleriyle Intelligence Service'in rahat bir nefes
almasını temin etmişlerdir!..
Ancak, İkinci Meşrutiyetten
sonraki büyük kayıplardan ve bilhassa Balkan Harbi'nin acı neticelerinden sonra
İttihatçılar, "Yıldız İstihbarat Teşkilatı" gibi bir teşkilata ne
büyük bir ihtiyaç olduğunu, İmparatorluğumuzun o devirdeki keşmekeşi içinde bu
çeşit bir teşkilata mutlaka muhtaç olduklarını geç de olsa anlamışlar ve bu
ihtiyaçla "Teşkilat-ı Mahsüsa" kurmuşlardır!..
Enver Paşa tarafından kurulan bu
yeni istihbarat teşkilatında, Nizameddin Nazif Bey'e göre: "Para, silah,
zevk, ölüm... Herşey, herşey vardır, eksik olan ise sadece şudur: Yıldız'ın,
yani, Abdülhamid Han'ın dehası!.." Nizameddin Nazif Bey, bu isabetli
tesbitten sonra hemen ilave eder: "Nerede Abdülhamit Han ve nerede
Enver Bey / Paşa?!.."
Böyle, "Yıldız İstihbarat
Teşkilatı" yanında "bir çocuk oyuncağı" mesabesinde kalan
Teşkilat-ı Mahsusa'nın kuruluşundan sonuna kadar içinde bulunan, bilahare Milli
Mücadele yıllarında "M. M. Grubu"nda çalışan ve dolayısıyla
Teşkilat-ı Mahsüsa'nın içyüzünü iyi bilen Hüsameddin Ertürk'ün hatıratına göre:
"Bu teşkilatın gayesi, bir taraftan bütün Müslümanları bir bayrak altında
toplamak, bu suretle Panislamizme ulaşmaktır. Diğer taraftan da, bütün Türkleri
siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan da, Pantürkizmi
canlandırmaktır. Enver Paşa'nın bir yandan Emin Efendi'nin İttihad ve Terakki
pragramındaki Panislamizmden, diğer taraf tan da Ziya Gökalp'ın Pantürkizminden
ilham aldığı muhakkaktır!... (Ancak bütün bunlar, sadece birer kılıf ve
kandırmacadır. Asıl amaç, Osmanlı'yı yıkıp Anadolu siyon devletine zemin
hazırlamaktır.)
Bu teşkilata büyük ümitler
bağlamış olan İttihad ve Terakki, seçtiği fedakar zabitan sayesinde Birinci
Cihan Harbi başlarken ve bütün harp devamınca İslam memleketlerinde olsun,
diğer Türk diyarlarında olsun, oralarda çeşitli hareketler ihdasına, isyanlar
tevlidine muvaffak olmuştur!... Bilhassa harp esnasında, bir memleketin maddi
ve manevi cephelerini sarsmak, onu içinden çökertmek için böyle fedai bir
teşkilata ihtiyaç vardır. Nitekim İspanya dahili harbindeki meşhur Beşinci
Kolun gayesi, İkinci Cihan Harbinde "geril" adıyla isimlendirilen
çetelerin vazifesi bundan başka bir şey olmamıştır. Birinci Cihan Harbinde
Enver Paşa'nın bu metodu, belki de ondan sonra bir çok milletlerin dikkatini
çeken ve üzerin de ehemmiyetle durdukları bir teşkilat olarak tarihe
maledilmiştir."!!!...
Enver Paşa'ya yakınlığıyla tanınan
Hüsameddin Ertürk "Şeyhin kerameti kendinden menkul" kabilinden,
Teşkilat-ı Mahsusa'nın gayesini böyle anlatıp, bu istihbarat teşkilatını pek
yükseklere uçuruveriyor ama, bu teşkilattan evvel kurulmuş ve faaliyette
bulunduğu müddetçe, niceleri gibi İngilizlerin meşhur Intelligence
Service'isini de dize getiren Abdülhamid Han'ın "Yıldız İstihbarat
Teşkilatı"ndan bahsetmiyor ve Enver Paşa hayranlığıyla Teşkilat-ı Mahsusa'nın
daha sonraki yıllarda başka milletlerce üzerinde ehemmiyetle durulan bir
teşkilatı olduğunu hükme bağlayıveriyor ki, bu hüküm yanlıştır.
Nitekim, Teşkilat-ı Mahsusa
mensublarından Galip Var dar aynı mevzua temasa : "İttihad ve Terakki
erkanının ne kadar hayalperest olduğunu şuradan anlamak kabildi. Düşüncelerinde
bütün dünyayı ve İslam alemini hedef tutmuşlardı" der ve ilave eder:
"Enver Paşa'nın hayallerine
kimse erişemezdi. onun düşündüklerini hatırımıza getirmek boş gayretti. O
göklerde uçar; bir türlü yere inemezdi. Teşkilat-ı Mahsusa çok geniş tutulmuş
bir teşkilattı. Kadrosu o kadar genişti ki buraya bağlı çeteler, çeteciler
temin edilmişti. Bütün bu insanlar, o vazifesini kolaylaştıracak, yollar
açacak, düşmanı içinden, gerisinden vuracak ve birçok bilgiler toplayacaktı.
Burada hakim olan hava, bir zamanlar Balkanlarda eşkıya takibinde hasıl olan
havanın tamamen aynı idi. İttihad ve Terakki erkanı bütün ömürleri boyunca o
havaya (Balkan komitacılığına) sadık kalmışlardı."
Galip Vardarın bu tesbit ve
teşhisinde isabet payı büyüktür ve işte Abdülhamid Han'ın kurduğu "Yıldız
İstihbarat Teşkilatı" ile, "Teşkilat-ı Mahsusa" arasındaki en
büyük fark budur!... Sultan İkinci Abdülhamid Han, devletin varlığı ve bekası,
Müslüman - Türk'ün hak ve menfaatlerinin muhafazası için " Yıldız
İstihabarat Teşkilatı"nı kurmuş; Enver Paşa çılgını ise, Balkan
komitacılığına sadık kalarak o komitacılık havası içinde "Teşkilat-ı
Mahsusa"yı vücuda getirmiş ve böylesine b teşkilat, elbette hayalden öteye
bir iş görememiş, İttihatçı sergerdelerin keyfi icraatları yolunda
kullanılmıştır!.
İttihad ve Terakki içindeki
"Talat - Enver Mücadelasi"nde veya başka bir tabirle, askerler -
siviller kavgasında, Merkezi Umumiye hakim olan Talat Bey / Paşa, bu Teşkilat-ı
Mahsusa'yı kendi hakimiyeti yolunda mükemmelen kullanmış ve Harb-i Umumi
başlarında. muhaliflerinin cümlesini bu, güya istihbarat teşkilatı başında
İstanbul'dan uzaklaş keyfemayeşa idaresini sürdürmeyi bilmiştir!..
Mustafa Ragıp Bey, İttihad ve
Terakki ile alakalı mühim eserinde bu mevzua temasta : "Tatat Bey son
zamanlarda, İttihad ve Terakki dahilindeki muarızlarına karşı bir muvaffakiyet
temin etmişti. Bir müddet evvel, Enver ve Cemal Paşalarla Talat Bey arasında
hareketini tayin edemeyen Süleyman Askeri Bey, artık vaziyetini tamamiyle
tesbit etmiş, arkadaşlarından ayrılıp Talat Bey'e büsbütün iltihak etmişti. Bu
itibarla Talat Bey, Süleyman Askeri Bey'i Teşkilat-ı Mahsusa'nın başına
geçirdi.
Şimdi seferberlik ilanı ve
Teşkilat-ı Mahsusa faaliyetin den: istifade ederek Fırka (İttihad ve Terakki)
içindeki muarızlarını dağıtmanın pek kolay olacağını hissetti" der ve bu
gaya ile Hüsrev Sami Bey'in Trabzon'a, Eyüb Sabri Bey'in Arnavutluğa, Ömer
Nacinin Kafkas cephesine, Sapancalı Hakkı ve İzmitli Mümtaz'ın Şam'a, meşhur
fedai Yakup Cemil'in Batum havalisine gönderildiğini kaydeder
Böyle, vatan müdafaası uğruna
değil de, Talat Paşa'nın şahsi istibdadını temin için oraya buraya
gönderilenler, gittikleri yerlerde müsbet hiçbir iş göremez ve sonunda yine
hepsi İstanbul'da toplanırlar... Bu arada Süleyman Askeri Bey cephede intihar
eder, meşhuuur Ömer Naci ise İran'da tifüsten ölür...
İngiltere elçisinin iğfaline
kapılıp "Yıldız İstihbarat Teşkilatı" gibi mükemmel çalışan bir
müesseseyi dağıtan, sonra dan kurdukları "Teşkilat'ı Mahsusa" ile boylarından
büyük işlere tevessül eden İttihatçıların, Balkan komitacılığı havası içinde
yürüttükleri bu istihbarat teşkilatında. baştakilerin gafletine rağmen, vatana
hizmet gayesiyle çalışanlar da vardır. Çoğu islam dünyasına yayılıp, oralarda
"İttihad-ı İslam» uğruna faaliyet gösteren bu zevattan ikisi de: İstiklal
Marşı şairimiz Mehmed Akif Bey ile Said-i Nursi Hazretleridir.
Mehmed Akif Bey. Teşkilat-ı
Mahsusa adına evvela Almanya'ya gidip, oradaki esir Müslümanlarla görüşmüş,
yekünu yüz bine baliğ olan ve muhtelif kamplarda bulunan bu harb esirlerinin
dertleriyle meşgul olmuş, bilahare yine Teşkilat-ı Mahsusa tarafından verilen
vazife ile Cezire-tül-arab'a gitmiş ve bu iki seyahat, edebiyatımıza
"Berlin Hatıraları" ile "Necid çöllerinden Medine'ye"
şiirlerini kazandırmıştır. Eşref Edib merhumun Mehmed Akif Bey'le ilgili iki
cildlik mühim eserinde. İstiklal Marşı şairimizin bu seyahatleri hakkında geniş
bilgi vardır.
Said-i Nursi Hazretleri de
"İttihad-ı İslam" uğruna Teşkilat-ı Mahsusa içinde çalışmış ve "İttihad-ı
İslam hareketinin en hararetli nazariyeci ve tatbikatçılarından biri"
olmuştur.[4]
[3] (Em.) Binbaşı Ahmet Müfit Kutlu / Milli Gazete /
22.02.2006
(ALINTI: MİLLİ ÇÖZÜM DERGİSİ,23 Kasım 2006)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder