16 Aralık 2017 Cumartesi

"Derin Devlet Badiresi ve Özel Harp Dairesi" Nail Kızılkan (Milli Çözüm Dergisi)

"DERİN DEVLET BADİRESİ VE ÖZEL HARP DAİRESİ" (İKTİBAS: MİLLİ ÇÖZÜM DERGİSİ)
Yazar: NAİL KIZILKAN
Böyle, "Yıldız İstihbarat Teşkilatı" yanında "bir çocuk oyuncağı" mesabesinde kalan Teşkilat-ı Mahsusa'nın kuruluşundan sonuna kadar içinde bulunan, bilahare Milli Mücadele yıllarında "M. M. Grubu"nda çalışan ve dolayısıyla Teşkilat-ı Mahsüsa'nın içyüzünü iyi bilen Hüsameddin Ertürk'ün hatıratına göre: "Bu teşkilatın gayesi, bir taraftan bütün Müslümanları bir bayrak altında toplamak, bu suretle Panislamizme ulaşmaktır. Diğer taraftan da, bütün Türkleri siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan da, Pantürkizmi canlandırmaktır. Enver Paşa'nın bir yandan Emin Efendi'nin İttihad ve Terakki pragramındaki Panislamizmden, diğer taraf tan da Ziya Gökalp'ın Pantürkizminden ilham aldığı muhakkaktır!... (Ancak bütün bunlar, sadece birer kılıf ve kandırmacadır. Asıl amaç, Osmanlı'yı yıkıp Anadolu siyon devletine zemin hazırlamaktır.)
Mehmet Ali Ağca'nın tahliyesi, Türkiye'de eski bir tartışmayı yeniden gündeme taşıdı: "Devlet içinde örgütlenmiş gizli bir yapının, yasadışı bir takım faaliyetler yürütmesi." Tartışılmaya başlandı. Gerçi henüz Şemdinli tartışması soğumuş değil, ama Ağca meselesi kendi dönemi itibarıyla bu konuda daha gizli ve kirli odakları hatırlattı. Çünkü İpekçi cinayeti, Bülent Ecevit'in "kontrgerila" iddialarının çok taze olduğu bir dönemde yaşanmıştı.
Adına "gladio" ya da "kontrgerilla" denilen bu "yapı" (ya da yapılar) konusunda söylenenlerin ne kadar doğruyu yansıttığı hususunda, bu kez yeni bir tartışma çıkacak gibi. Çünkü emekli Orgeneral Kemal Yamak, anılarını kaleme aldığı kitabında bu konuda özellikle Ecevit için pek de yenilir yutulur olmayan iddialar gündeme getiriyor.[1] (Kemal Yamak Paşa, Şemdinli iddianamesinin baş tanığı ve boş dayanağı olan Diyarbakırlı şüpheli ve şaibeli müteahhitin de kirvesi olduğu söyleniyor.)
Kemal Yamak, 1971-1974 tarihleri arasında Özel Harp Dairesi'nin başında yer alan, daha sonra da pekçok kritik görevi üstlenen bir komutan. İddiası şu: 1973 yılında dönemin Başbakanı olan Ecevit'e ve Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık'a, Özel Harp Dairesi konusunda brifing veriliyor. Sunuşu yapan Yamak, ancak toplantıda başta Genelkurmay Başkanı Semih Sancar olmak üzere üst düzey askeri erkân da bulunuyor.
Yamak'ın tanıtımının ardından Ecevit'in tepkisi (Semih Sancar'a hitaben) şöyle: "Ne kadar iyi bir teşkilat, ne kadar ulvi bir görev Paşam. Acaba bu teşkilatlanmayı yaygınlaştırarak çoğaltsak, buna mukabil ordumuzun barış kadrosunda önemli bir azaltmaya gitsek nasıl olur?" Ecevit ayrıca, milli bir görev yapan bu teşkilata gereken desteğin verileceğini söyleyerek teşekkürle toplantıdan ayrılmış.
Peki, tüm bunların ardından nasıl oldu da Ecevit 1974'den sonra Özel Harp Dairesi'ni işaret ederek, devlet içinde gizli bir yapılanma olduğunu söyledi ve "kontrgerilla" tartışmasını başlattı. Yamak Paşa, Ecevit'in daha sonraki yıllarda yukarıdaki toplantıyı kastederek "Rahmetli Hasan Esat Işık'la brifingi dinlerken tüylerimiz diken diken olmuştu" demesini şu sözlerle cevaplıyor: "Asıl benim tüylerim diken diken olmuştu."
Bu gelişmelerin şahidi olan insanların bir kısmı, başta Ecevit olmak üzere hayattalar. Kemal Yamak'ın yazdıklarında tartışılacak daha pekçok konu var. Ama öncelikle açığa çıkması gereken; Özel Harp Dairesi konusunda gerçekte kimin ne söylediği ve bunların "kontrgerilla" tartışmasına nasıl dönüştüğü. Ardından iki önemli başlık daha üzerinde durulabilir. Birincisi, nasıl olur da o tarihe kadar Türkiye'de hiçbir başbakana böyle bir dairenin çalışmaları hakkında bilgi verilmemiştir. Çünkü anlatılanlara göre Ecevit'e verilen brifing bir ilktir ve Başbakan'ın bu dairenin ABD'den aldığı yılık ödenekten bile haberi yoktur.
Yamak Paşa'nın gündeme taşıdığı ikinci önemli iddia, yıllarca devam eden tüm iddialara ve suçlamalara rağmen, Genelkurmay Başkanlığı'nın kendisine bağlı olarak çalışan bir daireye sahip çıkmaması. Çünkü sadece Ecevit değil, pekçok kişi ya da kuruluş, Türkiye'deki faili meçhul cinayetlerin, bazı toplumsal olayların arkasında Özel Harp Dairesi'nin olduğunu öne sürdü. Genelkurmay Başkanlığı'nın birkaç gün önce yaptığı açıklamanın dışında bu konuda arşivlere geçen bir tek 3 Aralık 1990'da yaptığı toplantı var. Bunun dışındaki suskunluk da kayda değer bir durum.
Sık sık özellikle Süleyman Demirel'i hitaben "Derin devlet kontrgerilladır. Özel Harp Dairesi'nin biliyor muydun, biliyorsan çalışmalarından memnun muydun" diyen Ecevit'in "bildikleri" hayli şaşırtıcı. Daire'ye "memnuniyet", halka "şikayet". İlginç bir yaklaşım doğrusu.
İşte size özetin özeti kabilinden bir "kimin eli kimin cebinde hikayesi" daha. Bunlar gerçekte "karanlık" yapıları anlamamıza yardımcı mı oluyor, yoksa gözlerimize yeni perdeler mi geriyor, takdir sizlerin.
Bugünlerde herkes İran ve Suriye ile meşgul Ortadoğu'da ne olacak diye merak içinde, dikkatler tamamen Doğu'ya yönelmiş. Oysa Batı'da sessiz sedasız bazı şekillenmeler vücut bulmakta. İşte bu durum gözden  kaçmaktadır.
Almanya'da Merkel'in Rolü:
Angela Merkel seçildiğinde zaman yazdığım makalede, Almanya'nın politikalarında önemli değişikliklerin olacağını söylemiştim. Araştırmalara dayanarak hazırladığım tahlillerde şu noktalar öne çıkmıştı:
Merkel, katı bir komünist rejim altında büyümüş fakat komünist olmamıştır. Orada, yani Doğu Almanya'da kalması, babasına çalıştığı kilisenin verdiği görev sebebi ile olmuştur.
Sonuç: Aile orada bir misyonda bulunmuştur. Etkilenmek şöyle dursun, her şeye rağmen bu rejime karşı bir yaklaşım görevi sonuna kadar yapılmıştır. Merkel'in kişiliği böyle şekillenmiştir.
Merkel, bir papazın kızı olarak son derece muhafazakar ve dindar biri olarak yetiştirilmiştir. Şu anda kişiliği de aynen böyle tarif edilebilir.
Başarıyı hak ve adalet ölçülerinden değil, daha çok güç ve gücün kendini göstermesi olarak algılayan bir ortamın ürünü olarak, düşünceleri şekillenmiştir.
Anglo Sakson ırk üstünlüğüne inanan bir yapısı ile Avrupa'nın Frank ve Latin( Fransa, İspanya, İtalya, v.s.) kökeninden ziyade İngiltere, Amerika ve Hollanda olmak üzere daha fazla Anglo Sakson yapısının güçlü olmasını tercih eden siyasi bir anlayışa sahiptir.
Angela Merkel, diğer politikaları ile de farklı bir portre çizmektedir. Türkiye'nin tam üyeliğine karşıdır. Yabancı işçilerin mutlaka azaltılmasına inanmaktadır.
Kendi Anglo-Sakson Hristiyan kimliğini vurgulamaktadır.
Almanya'nın sırf AB'yi kalkındıracağım diye bu kadar mali yük taşımasına da çok karşıdır.
CIA tarafından kaçırılan Alman vatandaşının hesabını Amerika'dan sormaktan kaçınmamış ama onlarla da bir anlaşma yapmaktan geri durmamıştır.
Sessiz Şekillenmeler:
Merkel, şu anda ABD'de başta bulunan Neo-Con'ların tarif ve tavrına uyan mükemmel bir modeldir.
ABD Dışişleri Bakanı Condaleezza Rice ile konuşulanlar tam olarak bilinmemekle beraber, Fransız AFP Ajansı'nın haberlerine göre, gizli cezaevlerinin Alman topraklarında olmaması sağlanmıştır. Kaçırılan Alman'ın iadesi de sağlanmış ama buna karşılık hiçbir medya kuruluşuna açıklama yapılmaması da garantiye alınmıştır. Bu nokta çok önemlidir. Çünkü ABD ve AB şimdiye kadar görülmemiş derecede geniş sansür uygulaması başlatmış bulunmaktadırlar.
Asıl bundan sonra o bahsettiğim "sessiz şekillenmeler" hissedilmeye başlamıştır.
Almanya, "İran ile büyük bir ticari partner"dir. Pek çok İranlı, hem eskiden, hem de şimdi Almanya ile iş ve ticaret yapar, paralarını Alman bankalarında tutarlar. Her iki dünya savaşı sırasında da Almanya, İran'a özel ilgi ve ihtimam göstermiştir. Alman stratejisi içinde Basra ve Hazar petrollerinin yeri büyüktür. Lakin: Rice'ın Avrupa turundan sonra, Avrupa'da farklı rüzgarlar esmeye başlamıştır. Mesela dikkat edilirse, şu sıralarda en yüksek sesle İran'a çıkışan ve üstü kapalı tehdit eden ülke, Almanya olmaya başlamıştır.
Burada iki önemli faktör ve teşvik edici unsuru da unutmamak gerekir:
1- Almanya'nın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde daimi üyelik için adaylığı söz konusu.
2- Almanya'nın Avrupa'da ve Avrasya'da adeta ABD'nin sözcüsü ve harekat birimi olarak sessizce görevlendirilmesi durumu.
Bu husus konuşulmuyor ama sessizce gerçekleştiriliyor. Özellikle Amerikalılar'ın Fransızlara karşı duydukları menfi hisler, bu Anglo-Sakson bağını (Hemşericilik duyguları diyelim) daha da bariz ortaya çıkartmaya başlamıştır.
3- Böylece, Amerika'yı sürekli etkileyen İngiltere, ona bağlı eski Commonwealth üyeleri (Kanada, Avusturalya, Yeni Zellanda) ve Hollanda üzerinden Almanya ile Avusturya adeta yeni bir şekillenmeyi gerçekleştirmektedirler.  Buna "Yeni Dünya Hegemonyası" da denebilir.
Türkiye'nin Dikkat Etmesi Gereken Konular:
Avusturya'nın AB konusunda Türkiye karşıtı durumu hatırlanmalıdır. Hollanda ve civarındaki ülkelerde İslam ve Türk düşmanlıkları artmaktadır. Bunları Türk medyasında bile takip etmek mümkündür.
Avrupa cephesindeki gelişmeler ve bu sessiz oluşumlar gözden kaçmamalıdır. Doğu'ya bakarken bazen Batı'nın da ne yaptığını veya "çaktırmadan" ne yapmaya çalıştığını da gözden kaçırmamak gerekmektedir.
Yıllar önce eski model tanklarını binbir naz ile Türkiye'ye satan ve üstüne de "belirli bölgelerde kullanılamaz" ibare ve şartını da koyanların Almanlar olduğu daima hatırlanmalıdır. PKK'nın en çok faal olduğu, dernek kurduğu yerlerin başında da Almanya ve kuzey ülkeleri geldiğinin hatırlanmasında yarar vardır.
Sıra sıra milletvekili hanımları Türkiye'ye yollayıp, her yerin  teftiş edilmesi ve "Mr. Apo"nun ziyaret ettirilmesini yapanların başında Almanya'nın  geldiği hatırlanmalıdır.
Yıllar yılı Yunanlıları öne sürüp, Türkiye'ye karşı çıkan güçlerin de Germen yani Alman kökenini unutmamak gerekmektedir.
Bugün Almanya'daki gelişmeler, Doğu ve Güneydeki gelişmeler kadar önemlidir. Türkiye her yönü ile gelişimleri izlemek durumundadır. Düşman olmaya gerek yok, sadece dikkatli ve tedbirli olalım yeter.
Batan gemiye binmek!
Geçeri yazımda, bazı açılardan dünyanın geçmişini ve'Sömürü sermayesinin son projesi BOP'un akı­betini kısaca Özetledim. Batı cephesinde, yani Amerika ve Avrupa'da yeni bir şey yok!.. İbret alamadıkları için sömürü sermayesi ve işbirlikçile­ri, yani 'Batı zihniyeti' için. tarih sadece tekerrür ediyor...
Sonuç ortada:
ABD derin bir bataklıkta,..
Yahudi sömürü sermayesi çareniz...
Tarih, dünya, insanlık, 'geleceğin yeni medeniyeti' yeni başoyuncuları mı bekliyor?..
Geleceğin dünyasında kutuplaşma olabilir. An­cak bu kutuplaşma siyasi kutuplaşma olmayacak­tır.
Bilindiği üzere bugün *sağ-sol partiler' var ancak Türkiye ve Almanya gibi ülkelerde bunlar 'bir­likte koalisyon' yapıyorsa, kutuplaşma gayet me­denî ise, gelecek dünyadaki kutuplaşma da böyle olacaktır.
Bu vesileyle Vm konuda Önemli bir hatırlatma yap­ma gereği ortaya çıkıyor.
Dünyada ilk 'sağ-sol koalisyonu'nu 1974 yılında MSP-CHP yani Erbakan-Ecevit gerçekleştirmiş­tir. O zaman Bursa'da sürgünde bulunan Hu-meyni bunu görmüş ve daha sonra solcularla iş­birliği yaparak aym şeyi iran'da gerçekleştirmiş­tir. Gorbacov da reformlar yaparak Sovyet-ler'in çöküşünü ve yeni Rusya'nın kuruluşu­nu gerçekleştirirken, dünyada ilk defa Türkiye'de yapılan 'sağ-sol koalisyonu'ndan ilham almıştır.
Yahudi sömürü sermayesi bunu anlar da seri, atın, hukukun, insanlığın sınırları içine girerse, Yahudiler insanlık camiasında huzur içinde bin yıl yaşayacaklardır. Aksi hâlde, tarihte yaşadıkları büyük sürgünlerden birini daha yaşamaları mu­kadder görünüyor.
2005 yılı onlara düşünme şansını sağlamıştır.
2006 yılı son vâde olabilir.
Yeniden dine dönüş...-
2005 yılında insanlık için üçüncü büyük olay, din­darlığın ve dine dönüşün şaha kalkmış olmasıdır.
Papa II. John Paul 2005 yılında ölmüş ve cena­zesi insanlık için ümit olmuş... Avrupa bu vesiley­le, 'ben dinsiz ateist değil, ben din­darım' diye ilân etmiş... Papa'nın cenazesi vesi­lesiyle, dinsiz lâik devletlerin devlet ve hükümet başkanları sıraya girmiş ve bağlılıklarını yenile­mişler... Protestan devlet başkanları bile tıpış tı­pış sıraya girmiş ve arz-ı endam etmişler... Bu da yetmemiş, yeni Papa hem de Protestanlığın kalesi olan Almanya'dan seçilmiş ve Almanya'ya yaptığı ziyaretle Protestanlar ile Katolikler arasındaki buzları eritmiş... Bunun sonucu olarak Alman­ya'da Katolik bir hanım Başbakan olmuş... Yani, 'dinsizlik' akımlarından sonra, 'din' ateist Batı dünyasında yeniden hatırlanmıştı...
Bu arada Türkiye'den birinin İKÖ/îslâm Konfe­ransı Örgütü Genel Sekreteri olması, hem Tür­kiye hem de İslâm âlemi için ilginç olduğu kadar, birçok yönden kayda değer bir gelişmedir.
Bu olaylar gösteriyor ki, insanlık âlemi 'yeniden dine dönüş' yapmaktadır. Dindarlar gelecek III. Bin Yıl Uygarlığında etkin rol oynayacak, ateiz­mi bir daha dirilmemek üzere tarihe gömecekler­dir. Fitne olacak, şirk olacak, ama artık ateistler müsbet ilmin verileri karşısında bir daha ağızları­nı açamayacaklardır.
Önce Tsunami, sonra kasırga...
2005 yılında dünyada oluşmuş dördüncü ve belki de en önemli olay Allah'ın 'Tsunami' ve 'kasırga' ile kendisini insanlara, özellikle de dünyaya tek başına hükmetmeye kalkışan çağdaş firavunla­ra göstermesidir.
-  Tanrı yok sayılıyor ve tabiat kanunları iledünya yönetiliyordu.!..
-  O kanunlar ABD'nin avucunda idi ve istediği gi­bi kullanılıyordu!..
- ABD, -kendisine ve stratejik ortaklarına sorsanız-artık tanrı olmuştu!..
Irak Savaşı'nda, 01 Mart Tezkeresi ile ABD'niıı 'süper güç' efsanesi sarsılmış, karizması çizilmiş­ti... ABD şimdi Irak bataklığından nasıl çıkaca­ğını kara kara düşünüyor.
Allah kendisini, yani gerçek gücünü henüz göster­memişti. Allah bütün azameti ile 2005 yılında önce doğuda göründü. İnsanlar hiç duymadıkları ve işitmedikleri bir felâketle yani 'Tsunami' ile karşı karşıya kalmıştı... Allah bütün dünyaya, bü­tün insanlığa ABD'den başka bir Halik'ın var ol­duğunu hatırlatmıştı...
Bu da yetmedi.
Allah daha sonra batıda görünmüş, 'siyasal dar­be' sonrasında bir de 'doğal darbe* yani 'kasırga' ile ABD'nin mutlak iktidarı ve tanrılığı son bul­muştu... Yüce Yaradan, artık insanlara Allah'ın varlığını, her şeye muktedir olduğunu, isterse bir saatte yeryüzünü yok edebileceğini hissettirmişti...
2005 'yılında insanlık, kurtuluşun artık inançsız­lık, ahlâksızlık, faiz, fitne, 'savaş ve zulüm' ile değil; Allah'a inanarak ahlâklı olmakla, faizsiz ekonomide 'barış ve adalet' ile sağlanabileceğini düşünmesi için belki de yüzlerce yıldır almadığı ihtarları almıştır.[2]
 Allah bize düşmanlarımızla yardım ediyor!
 Müslümanların tıkanıp kaldıkları bir noktada Rabbim, değer verdiği bu insanları selamete ulaştırabilmek, onları çaresizlikten kurtarabilmek için ne yapar, bilir misiniz? Düşmanlarına yanlış yaptırır. Ve yapılan yanlışlar, düşmanın tuzaklarını bozar. Bu ilahi oluşumla Müslümanı galibiyete ulaştırır.
Kıbrıs meselesi, 1974 yılına gelinceye kadar yirmi yılı aşkın bir süre Türkiye'yi uğraştırdı. Adada Türkler katledilirken, uçaklar uçurulup düşman korkutulmaya çalışıldı. Türk donanması çıkarma gemileri olmadan, gemilere yüklediği askerlerle denize açıldı. Fakat Sam Amca'nın onayı olmayınca geri dönmek zorunda kaldı. Gemiler Mersin'e dönerken, içindeki askerler ağladı.
Kıbrıs'taki katliama ne yapıldıysa çare bulunamadı. Papaz Makarios, Kıbrıs'taki Türk'ün boynundaki ilmeği sıkıyor, nefesi kesilince biraz gevşetiyordu Dünyayı arkasına alan Makarios, işin ilmini kavramıştı.
Kıbrıslı Türklerin gayrimenkulleri peşin parayla hemen satın alınıyor ve bir gecede İngiliz pasaportu çıkarılarak adadan uçmaları sağlanıyordu. Nitekim günümüzde İngiltere'de yaşayan Kıbrıslı Türklerin sayısı adadakilerden daha fazladır.
Kıbrıs'tan İngiltere'ye göç edemeyen toprağa bağlı fakir köylüler, Makarios'u kaygılandıran en önemli meseleydi. Kesse kesilmiyor, öldürtse bitmiyordu. Yüce Allah, dilini, dinini, kimliğini unutmamaya çalışan bu gariban köylülere merhamet etti. Ve düşman yanlışlık yaptı.
Nikos Samson isimli EOKA'lı bir zibidi, devlet idaresinden ve siyasetten anlamayan askerlerin yönetimindeki Yunan cuntasının desteğiyle ihtilal yapınca papaz devrildi ve bu defa "adadan uçmak" papaza farz oldu. Türkiye Cumhuriyeti bu fırsatı değerlendirerek adaya asker çıkarma hakkını kullandı. Allah, düşmanımıza yanlış yaptırmasaydı Türk askerinin Kıbrıs'a çıkması bir hayaldi.
Peki, bu tarihi olayları neden hikaye ediyorum? Olaylardaki görünen sebeplere değil de, hikmetlere takılmak gerekmez mi?
Gazeteci Şakir Süter, son Danıştay Mahkemesi kararında "başını sokakta da örtmesi suç olan hanım öğretmenle" ilgili hukuk ve insanlık adına utanılacak bir meselede, "Yasakçılar kendilerini 1-0 önde görüyorlarsa yanılıyorlar. Tam aksine, kendi kalelerine gol attılar" demiş.
Allah'ın emrine uymaya çalışanların samimiyeti ve çaresizliği ile Allah'a kafa tutanların azgınlığı çarpışıyor. Acele mi ediyoruz, yoksa geç mi kaldık?
Yazımı sonlandırırken, birden aklıma geldi: Rabbimin bir de "Hakem" sıfatı var. Allah, "hakimlerin de hakimi" değil midir? Her şey değişir, fakat İlahi adalet muhakkak tecelli eder. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.lerinin dediğini biz de diyelim:
Mevla'm görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Hak şerleri hayreyler
Neylerse güzel eyler[3]
İttihatçıların İstihbarat Teşkilatı "Teşkilat-ı Mahsusa"ya dair...
Muhtelif vesilelerle "İntelligence Service'i dize getiren teşkilat!..." olarak andığımız, Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın dillere destan olan "Yıldız istihbarat Teşkilatı"nı, İttihatçı şapşallar İkinci Meşrutiyet sarhoşluğunun devam ettiği günlerde İngiltere Sefiri Sir Gerald Lover'in telkin ve tavsiyesine uyarak dağıtmışlar ve bu gafletleriyle Intelligence Service'in rahat bir nefes almasını temin etmişlerdir!..
Ancak, İkinci Meşrutiyetten sonraki büyük kayıplardan ve bilhassa Balkan Harbi'nin acı neticelerinden sonra İttihatçılar, "Yıldız İstihbarat Teşkilatı" gibi bir teşkilata ne büyük bir ihtiyaç olduğunu, İmparatorluğumuzun o devirdeki keşmekeşi içinde bu çeşit bir teşkilata mutlaka muhtaç olduklarını geç de olsa anlamışlar ve bu ihtiyaçla "Teşkilat-ı  Mahsüsa" kurmuşlardır!..
Enver Paşa tarafından kurulan bu yeni istihbarat teşkilatında, Nizameddin Nazif Bey'e göre: "Para, silah, zevk, ölüm... Herşey, herşey vardır, eksik olan ise sadece şudur: Yıldız'ın, yani, Abdülhamid Han'ın dehası!.."  Nizameddin Nazif Bey, bu isabetli tesbitten sonra hemen ilave  eder: "Nerede Abdülhamit Han ve nerede Enver Bey / Paşa?!.."
Böyle, "Yıldız İstihbarat Teşkilatı" yanında "bir çocuk oyuncağı" mesabesinde kalan Teşkilat-ı Mahsusa'nın kuruluşundan sonuna kadar içinde bulunan, bilahare Milli Mücadele yıllarında "M. M. Grubu"nda çalışan ve dolayısıyla Teşkilat-ı Mahsüsa'nın içyüzünü iyi bilen Hüsameddin Ertürk'ün hatıratına göre: "Bu teşkilatın gayesi, bir taraftan bütün Müslümanları bir bayrak altında toplamak, bu suretle Panislamizme ulaşmaktır. Diğer taraftan da, bütün Türkleri siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan da, Pantürkizmi canlandırmaktır. Enver Paşa'nın bir yandan Emin Efendi'nin İttihad ve Terakki pragramındaki Panislamizmden, diğer taraf tan da Ziya Gökalp'ın Pantürkizminden ilham aldığı muhakkaktır!... (Ancak bütün bunlar, sadece birer kılıf ve kandırmacadır. Asıl amaç, Osmanlı'yı yıkıp Anadolu siyon devletine zemin hazırlamaktır.)
Bu teşkilata büyük ümitler bağlamış olan İttihad ve Terakki, seçtiği fedakar zabitan sayesinde Birinci Cihan Harbi başlarken ve bütün harp devamınca İslam memleketlerinde olsun, diğer Türk diyarlarında olsun, oralarda çeşitli hareketler ihdasına, isyanlar tevlidine muvaffak olmuştur!... Bilhassa harp esnasında, bir memleketin maddi ve manevi cephelerini sarsmak, onu içinden çökertmek için böyle fedai bir teşkilata ihtiyaç vardır. Nitekim İspanya dahili harbindeki meşhur Beşinci Kolun gayesi, İkinci Cihan Harbinde "geril" adıyla isimlendirilen çetelerin vazifesi bundan başka bir şey olmamıştır. Birinci Cihan Harbinde Enver Paşa'nın bu metodu, belki de ondan sonra bir çok milletlerin dikkatini çeken ve üzerin de ehemmiyetle durdukları bir teşkilat olarak tarihe maledilmiştir."!!!...
Enver Paşa'ya yakınlığıyla tanınan Hüsameddin Ertürk "Şeyhin kerameti kendinden menkul" kabilinden, Teşkilat-ı Mahsusa'nın gayesini böyle anlatıp, bu istihbarat teşkilatını pek yükseklere uçuruveriyor ama, bu teşkilattan evvel kurulmuş ve faaliyette bulunduğu müddetçe, niceleri gibi İngilizlerin meşhur Intelligence Service'isini de dize getiren Abdülhamid Han'ın "Yıldız İstihbarat Teşkilatı"ndan bahsetmiyor ve Enver Paşa hayranlığıyla Teşkilat-ı Mahsusa'nın daha sonraki yıllarda başka milletlerce üzerinde ehemmiyetle durulan bir teşkilatı olduğunu hükme bağlayıveriyor ki, bu hüküm yanlıştır.
Nitekim, Teşkilat-ı Mahsusa mensublarından Galip Var dar aynı mevzua temasa : "İttihad ve Terakki erkanının ne kadar hayalperest olduğunu şuradan anlamak kabildi. Düşüncelerinde bütün dünyayı ve İslam alemini hedef tutmuşlardı" der ve ilave eder:
"Enver Paşa'nın hayallerine kimse erişemezdi. onun düşündüklerini hatırımıza getirmek boş gayretti. O göklerde uçar; bir türlü yere inemezdi. Teşkilat-ı Mahsusa çok geniş tutulmuş bir teşkilattı. Kadrosu o kadar genişti ki buraya bağlı çeteler, çeteciler temin edilmişti. Bütün bu insanlar, o vazifesini kolaylaştıracak, yollar açacak, düşmanı içinden, gerisinden vuracak ve birçok bilgiler toplayacaktı. Burada hakim olan hava, bir zamanlar Balkanlarda eşkıya takibinde hasıl olan havanın tamamen aynı idi. İttihad ve Terakki erkanı bütün ömürleri boyunca o havaya (Balkan komitacılığına) sadık kalmışlardı."
Galip Vardarın bu tesbit ve teşhisinde isabet payı büyüktür ve işte Abdülhamid Han'ın kurduğu "Yıldız İstihbarat Teşkilatı" ile, "Teşkilat-ı Mahsusa" arasındaki en büyük fark budur!... Sultan İkinci Abdülhamid Han, devletin varlığı ve bekası, Müslüman - Türk'ün hak ve menfaatlerinin muhafazası için " Yıldız İstihabarat Teşkilatı"nı  kurmuş; Enver Paşa çılgını ise, Balkan komitacılığına sadık kalarak o komitacılık havası içinde "Teşkilat-ı Mahsusa"yı vücuda getirmiş ve böylesine b teşkilat, elbette hayalden öteye bir iş görememiş, İttihatçı sergerdelerin keyfi icraatları yolunda kullanılmıştır!.
İttihad ve Terakki içindeki "Talat - Enver Mücadelasi"nde veya başka bir tabirle, askerler - siviller kavgasında, Merkezi Umumiye hakim olan Talat Bey / Paşa, bu Teşkilat-ı Mahsusa'yı kendi hakimiyeti yolunda mükemmelen kullanmış ve Harb-i Umumi başlarında. muhaliflerinin cümlesini bu, güya istihbarat teşkilatı başında İstanbul'dan uzaklaş keyfemayeşa idaresini sürdürmeyi bilmiştir!..
Mustafa Ragıp Bey, İttihad ve Terakki ile alakalı mühim eserinde bu mevzua temasta : "Tatat Bey son zamanlarda, İttihad ve Terakki dahilindeki muarızlarına karşı bir muvaffakiyet temin etmişti. Bir müddet evvel, Enver ve Cemal Paşalarla Talat Bey arasında hareketini tayin edemeyen Süleyman Askeri Bey, artık vaziyetini tamamiyle tesbit etmiş, arkadaşlarından ayrılıp Talat Bey'e büsbütün iltihak etmişti. Bu itibarla Talat Bey, Süleyman Askeri Bey'i Teşkilat-ı Mahsusa'nın başına geçirdi.
Şimdi seferberlik ilanı ve Teşkilat-ı Mahsusa faaliyetin den: istifade ederek Fırka (İttihad ve Terakki) içindeki muarızlarını dağıtmanın pek kolay olacağını hissetti" der ve bu gaya ile Hüsrev Sami Bey'in Trabzon'a, Eyüb Sabri Bey'in Arnavutluğa, Ömer Nacinin Kafkas cephesine, Sapancalı Hakkı ve İzmitli Mümtaz'ın Şam'a, meşhur fedai Yakup Cemil'in Batum havalisine gönderildiğini kaydeder
Böyle, vatan müdafaası uğruna değil de, Talat Paşa'nın şahsi istibdadını temin için oraya buraya gönderilenler, gittikleri yerlerde müsbet hiçbir iş göremez ve sonunda yine hepsi İstanbul'da toplanırlar... Bu arada Süleyman Askeri Bey cephede intihar eder, meşhuuur Ömer Naci ise İran'da tifüsten ölür...
İngiltere elçisinin iğfaline kapılıp "Yıldız İstihbarat Teşkilatı" gibi mükemmel çalışan bir müesseseyi dağıtan, sonra dan kurdukları "Teşkilat'ı Mahsusa" ile boylarından büyük işlere tevessül eden İttihatçıların, Balkan komitacılığı havası içinde yürüttükleri bu istihbarat teşkilatında. baştakilerin gafletine rağmen, vatana hizmet gayesiyle çalışanlar da vardır. Çoğu islam dünyasına yayılıp, oralarda "İttihad-ı İslam» uğruna faaliyet gösteren bu zevattan ikisi de: İstiklal Marşı şairimiz Mehmed Akif Bey ile Said-i Nursi Hazretleridir.
Mehmed Akif Bey. Teşkilat-ı Mahsusa adına evvela Almanya'ya gidip, oradaki esir Müslümanlarla görüşmüş, yekünu yüz bine baliğ olan ve muhtelif kamplarda bulunan bu harb esirlerinin dertleriyle meşgul olmuş, bilahare yine Teşkilat-ı Mahsusa tarafından verilen vazife ile Cezire-tül-arab'a gitmiş ve bu iki seyahat, edebiyatımıza "Berlin Hatıraları" ile "Necid çöllerinden Medine'ye" şiirlerini kazandırmıştır. Eşref Edib merhumun Mehmed Akif Bey'le ilgili iki cildlik mühim eserinde. İstiklal Marşı şairimizin bu seyahatleri hakkında geniş bilgi vardır.
Said-i Nursi Hazretleri de "İttihad-ı İslam" uğruna Teşkilat-ı Mahsusa içinde çalışmış ve "İttihad-ı İslam hareketinin en hararetli nazariyeci ve tatbikatçılarından biri" olmuştur.[4]
[1] Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler - Doğan Kitap, s.284-290
[2] R. Nuri Erol / Milli Gazete
[3] (Em.) Binbaşı Ahmet Müfit Kutlu / Milli Gazete / 22.02.2006
[4] Mustafa Müftüoğlu / Yalan Söyleyen Tarih Utansın - C.5 Sh:140
(ALINTI: MİLLİ ÇÖZÜM DERGİSİ,23 Kasım 2006)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder