20 Ekim 2016 Perşembe

ADALETSİZLİĞİN TEMEL İLKELERİ - Eduardo Galeano

ADALETSİZLİĞİN TEMEL İLKELERİ
Eduardo Galeano
Reklamlar tüketimi emrediyor, ekonomi engelliyor. Herkes için zorunlu, ama çoğunluk için imkânsız olan tüketim kuralları suça davet olarak tercüme ediliyor. Gazetelerin haber sayfaları zamanımızın çelişkileri hakkında politika ve ekonomi sayfalarından çok daha fazla şey öğretiyor.
Bu dünya sofraya herkesi davet eden, ama çoğunluğun suratına kapıyı kapatan, aynı zamanda da eşitleyici ve eşitliksiz bir dünya: Dayattığı düşüncelerde ve alışkanlıklarda eşitleyici, sunduğu fırsatlarda eşitliksiz.
Eşitleme ve eşitliksizlik
İkiz totalitarizm salgını var dünyada: tüketim toplumu ve baskıcı adaletsizlik diktatörlükleri.
Baskıcı eşitleme çarkı insan soyunun en güzel niteliği olan ve kendimizi onlarla tanıdığımız farklılıklara ve onları temel alan bağlara karşı işliyor. Dünyanın en güzel tarafı kendi içinde pek çok dünya olmasıdır; hayatın farklı müzikleri, acıları, renkleri var: Yaşamanın ve söylemenin bin bir yolu var, inanmanın ve yaratmanın, yemenin, çalışmanın, dans etmenin, oynamanın, aşık olmanın, acı çekmenin ve kutlama yapmanın binlerce binlerce yıl boyunca keşfettiğimiz bin bir yolu var.
Bizi tek biçime sokan, aptallaştıran eşitleme ölçülemez boyutlarda. Kitlesel kültür endüstrisinin geniş insan yelpazesine ve insanın kimlik hakkına karşı işlediği gündelik suçları kaydedebilecek bir bilgisayar henüz yapılmadı. Ama bu suçların yıkıcı etkileri gözleri bozuyor. Zaman tarihten boşalarak ilerliyor, mekân artık parçalarının şaşırtıcı farklılığını tanımıyor. Dünyanın sahipleri kitle iletişim araçları yoluyla hepimizi tüketim kültürünün değerlerini yansıtan tek aynayı izlemek zorunda bırakarak iletişim kuruyor bizimle.
Sahip olmayan var olamaz: Kimin arabası yoksa, kimin marka ayakkabısı, ithal parfümü yoksa, aslında yaşar gibi yapıyor. İthal ekonomisi bir sahtekârlık kültürü: Bu ahmaklık krallığında hepimiz piyasanın azgın sularını yarıp geçen tüketim kruvazörüne binmek mecburiyetindeyiz. Yolcuların büyük çoğunluğu deniz kazasına mahkûm, ama dış borç yolculuk edebilenlerin masraflarını herkesin hesabından ödüyor. Borçlar azınlıktaki tüketicinin yeni, faydasız şeyler istif etmesine izin veriyor ve televizyon herkesin gözü önünde Kuzey Güney için tasarlayıp başarıyla piyasaya sürdüğü yapay talepleri gerçek ihtiyaçlara dönüştürme görevini üstleniyor. (Bu arada, Kuzey ve Güney, bu kitapta dünya pastasının bölüşümünü kasteden terimler ve her zaman coğrafyayla sınırlı değiller.)
Öyleyse, Latin Amerika’daki işsizliğe ya da açlık sınırındaki yevmiyeye mahkûm gençlere dönüşecek milyonlarca ve milyonlarca çocuğa ne olacak? Reklamlar talebi mi özendiriyor, yoksa daha ziyade şiddete mi teşvik ediyor? Televizyon eksiksiz bir hizmet sunuyor: Yalnızca hayat kalitesiyle, mülkiyet hırsını birbirine karıştırmayı öğretmiyor, aynı zamanda gündelik video oyunları tarafından tamamlanan görsel-işitsel şiddet kursları da veriyor. Suç, küçük ekranın en başarılı görüntüsü: Onlar sana vurmadan, sen onlara vur, diye tavsiye ediyor video oyunların elektronik hocası. Yalnızsın, yalnızca kendin için varsın. Uçan otomobiller, ezilen insanlar. Sen de öldürebilirsin. Ve bu arada şehirler büyüyor, Latin Amerika şehirleri artık dünyanın en büyük şehirleri oluyor. Şehirlerle beraber korkuyla aynı hızla, suçlar da büyüyor.
Dünya ekonomisi gittikçe büyüyen üretimine çıkış bulmak için, kazanç kapıları kapanmasın diye sürekli genişleyen bir tüketim piyasası talep ediyor, ama bir yandan da üretim giderlerini düşürmek için gülünç fiyatlara hammadde ve emek gücü istiyor. Bu sistem daha çok satmaya, daha az ödemeye ihtiyaç duyuyor. Bu çelişkiyi başka bir çelişki doğuruyor: Tüketici sayısını arttırmak için, Kuzey Güney’e ve Doğu’ya daha fazla tüketmelerini emrediyor. Ancak suçlu sayısı tüketici sayısından daha hızlı çoğalıyor. İnsanlara gerçek varoluşu bahşeden fetişlere sahip olmak için, her saldırgan kurbanının sahip olduklarına sahip olmak istiyor; kurbanının kurban olmadan önce olduğu kişi olmak için. Birbirinize karşı silahlanın: Bugüne bugün, sokakların tımarhanesinde, herhangi biri serseri bir kurşunla ölebilir. Açlıktan ölmek için doğan da, hazımsızlıktan ölmek için doğan da.
Tüketim toplumunun kalıpları tarafından dayatılan kültürel eşitleme istatistiklerle ifade edilemez, ama eşitsizlik edilebilir. Eşitsizliği teşvik etmek için onca çaba sarf eden Dünya Bankası’nın rahatça kabul ettiği gibi, Birleşmiş Milletler’in farklı örgütleri de bunu teyit ediyor. Dünya ekonomisi hiçbir zaman bu kadar az demokratik ve dünya hiçbir zaman bu kadar adaletsiz olmadı. 1960 yılında insanlığın en zengin yüzde yirmisi en yoksul yüzde yirminin otuz kat fazlasına sahipti. 1990 yılında fark yetmiş kattı ve o günden beri ara gitgide açılmaya devam ediyor: 2000 yılında fark doksan kat olacak.
Aşırı uçların en aşırı uçlarında, Forbes ve Fortune dergilerinin pornofinans sayfalarında boy gösteren en zengin zenginler ve sokaklarda, kırlarda görünen en yoksul yoksullar arasındaki uçurum çok daha derin. Afrika’daki hamile bir kadın, Avrupa’dakinden yüz kat daha fazla ölüm riski taşıyor. ABD’de her yıl ev hayvanları için üretilen malların satış değeri Etiyopya’nın gayri safi milli hasılasından dört kat fazla. Yalnızca iki devin, General Motors ve Ford’un satışları bütün siyah Afrika’nın toplam üretim değerini rahat rahat aşıyor. Birleşmiş Milletler Gelişim Programı’na göre, on kişi, gezegenin en zengin on kişisi, elli ülkenin toplam üretim değerine eş bir zenginliğe sahip ve 447 multimilyoner insanlığın yarısının yıllık gelirinden daha fazla servete sahip.
Birleşmiş Milletler Gelişim Programı’nın sorumlusu James Gustave Speth 1997’de, son yarım yüzyılda dünyadaki zenginlerin sayısının ikiye katlandığını, ama yoksul sayısının üçe katlandığını; 1.7 milyar kişinin on beş yıl öncesinden daha kötü şartlarda yaşadığını açıkladı.
Kısa bir süre önce Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu oturumunda Dünya Bankası Başkanı James Wolfensohn kongreye soğuk bir duş aldırdı. Bu iki örgütün yürüttüğü gezegen hükümetinin iyi gidişatının kutlamaları sırasında Wolfensohn uyardı: “Eğer işler böyle giderse, otuz yıl sonra dünyada beş milyar yoksul olacak ve eşitsizlik gelecek nesillerin suratına saatli bomba gibi patlayacak.” Bu arada karşılığında tek dolar, peso ya da baharat almadan anonim bir el Buenos Aires’in bir duvarında şunu öneriyordu: Açlık ve yoksullukla savaşın! Bir yoksul da siz yiyin!
Meksikalı yazar Carlos Monsivâis’in tavsiye ettiği gibi iyimserliğimizi belgelemek için söyleyelim; dünya yoluna devam ediyor: Her ülkenin içinde, ülkeler arası ilişkilerde hakim olan adaletsizlik yeniden üretiliyor ve yıldan yıla artarak, her şeye sahip olanlarla hiçbir şeyi olmayanlar arasındaki uçurum gittikçe daha da çok açılıyor. Bunu Amerika’da iyi biliyoruz. Kuzey’de, ABD’de zenginler yarım yüzyıl önce ulusal gelirin yüzde 20’sini alıyorlardı. Şimdi yüzde 40’ını alıyorlar. Ya Güney’de? Latin Amerika dünyanın en adaletsiz bölgesi. Başka hiçbir yerde ekmek ve balık bu kadar kötü paylaşılamaz; başka hiçbir yerde yönetim hakkına sahip azınlıkla itaat etme ödevi olan çoğunluk arasındaki mesafe bu kadar büyük değildir.
Latin Amerikan ekonomisi, postmodernmiş gibi yapan köleci bir ekonomidir: Afrika’daki ücretleri öder, Avrupa’daki fiyatları koyar ve en verimli üretimi adaletsizlik ve şiddettir. Mexico City, 1997, resmi veriler: Yoksullar yüzde 80, zenginler yüzde 3, kalanlar orta sınıf. Ve Mexico City doksanlı yıllarda dünyada birdenbire servet sahibi olan en çok multimilyoner üreten ülkenin başkentidir: Birleşmiş Milletler’in verilerine göre, tek bir Meksikalı on yedi milyon Meksikalı yoksulun sahip olduğuna eşit servete sahip.
Dünyada Brezilya kadar eşitliksiz bir başka ülke daha yok ve bazı uzmanlar dünyanın gelecekteki portresini çizmek için gezegenin brezilyalılaşma’sından bahsediyorlar. Ve brezilyalılaşma derken, şenlikli futbolun uluslararası yaygınlaşması kastedilmiyor, sokak karnavallarından, ölüleri ayağa kaldıran müziklerinden, Brezilya’nın parlak yüzünü oluşturan harikalardan bahsetmiyorlar; evrensel ölçekte bir sosyal adaletsizlik ve ırk ayrımcılığı üzerine kurulmuş bir toplum modelinin dayatılmasından bahsediyorlar. Bu modelde ekonominin büyümesi yoksulların ve dışlananların sayısını katlıyor. Belindistan Brezilya’nın öbür adı: İktisatçı Edmar Bacha, bir azınlık Belçika’nın zenginleri gibi tüketirken, büyük çoğunluğun Hindistan’ın fakirleri gibi yaşadığı bu ülkeyi böyle vaftiz etti.
Özelleştirme ve serbest piyasa çağında, para aracısız yönetiyor. Devlete yüklenen işlev ne? Yargıç ve jandarma devlet, daha fazlası değil. Devlet ucuz emek gücünü disipline etmekle uğraşmalı; cüce ücretlere mahkûm ve iş bulamayan emek güçlerinin tehlikeli kalabalığını baskı altına almakla uğraşmalı. Dünyanın pek çok ülkesinde sosyal adalet ceza adaletine indirgendi. Devlet kamu güvenliğini gözetiyor, diğer her şey piyasaya terk ediliyor. Ve polisin baş edemediği yerde yoksulluk, yoksul insanlar, yoksul bölgeler Tanrı’ya havale ediliyor. Kamu yönetimi merhametli anne rolünü oynamak istese de, gittikçe azalan gücünü gözetime ve cezaya adamaktan başka çaresi yok. Bu neoliberal zamanlarda kamusal haklar hayırseverliğe indirgendi ve onlardan sadece seçim arifelerinde bahsedilir oldu.
Yoksulluk her yıl, pek çok insanın ölümüyle sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı’ndan daha çok insanı öldürüyor. Ama iktidarın bakış açısına göre bunca ölüm çok da kötü değil; çünkü fazlasıyla büyüyen nüfusu düzenlemeye yarıyor. Uzmanlar Güney’deki aşırı nüfus’tan şikâyet ediyor, buralarda cahil kitleler gece gündüz Altıncı Emir’i ihlal etmekten başka bir şey bilmiyorlar: Kadınlar hep istiyor, erkekler hep beceriyor. Aşırı nüfus mu? Kilometrekareye yalnızca on yedi kişi düşen Brezilya’da mı, yoksa kilometrekareye yalnızca yirmi bir kişi düşen Kolombiya’da mı? Hollanda’da kilometrekareye dört yüz kişi düşüyor ve hiçbir Hollandalı açlıktan ölmüyor, ama Brezilya’da ve Kolombiya’da bir avuç açgözlü her şeyin sahibi. Haiti ve El Salvador, Amerika’nın nüfus yoğunluğu en fâzla ülkeleri ve nüfus yoğunlukları ancak Almanya kadar.
Adaletsizlik icra ederek yaşayan iktidarın bütün gözeneklerinden şiddet damlıyor. Toplum iyiler ve kötüler olarak ikiye bölünmüş: Yoksulluklarının sorumlusu olan lanetli kara derililer ve onların kalıtımsal suçlu nitelikleri gecekondu cehennemlerinde yaşıyor: Reklamlar ağızlarının suyunu akıtıyor, ama polis onları masadan atıyor. Sistem sunduğunu inkâr ediyor; düşleri gerçek yapan sihirli lambaları, televizyonun vaat ettiği lüksleri, şehir gecelerinde cenneti haber veren neon ışıklarını, sanal zenginliğin harikalarını: Gerçek zenginliğin sahiplerinin iyi bildikleri gibi bu kadar arzuyu dindirecek bir valium yok, ne de bu ateşi söndürebilecek bir prozac var. Hapishane ve kurşunlar yoksulların terapisi.
Yirmi ya da otuz yıl öncesine kadar, yoksulluk adaletsizliğin meyvesiydi. Sol bunu kınar, merkez kabul eder, sağ da çok nadir itiraz ederdi. Zaman ne kadar hızla değişti. Şimdi yoksulluk beceriksizliğin hak ettiği adil bir ceza. Yoksulluk acıma duygusu uyandırabilir, ama artık asla öfkelendirmiyor. Oyunun kuralı ya da kaderin cilvesi yüzünden yoksullar var. Şiddet de adaletsizliğin ürünü değil. Baskın olanın dili, seri olarak üretilen görüntü ve sözler, hayatı kazanan bir azınlık ve kaybetmeye mahkûm bir çoğunluk arasındaki acımasız bir yarış olarak gören ödül ve ceza sistemine eşlik ediyor. Şiddet genel kural olarak, yoksul mahallelerin ve yoksul ülkelerin ürettiği sayısız ve tehlikeli sosyal uyumsuzun ve kaybeden kötülerin kötü tavırlarının meyvesi olarak sunuluyor. Şiddet onların doğasında var. Yoksulluk gibi, bir doğa kanunu gibi karşılanıyor, biyolojik ya da belki zoolojik bir kural olarak. Böyleler, böyleydiler ve böyle olacaklar. Kendisini sürdüren hukukun kaynağı olarak adaletsizlik bugüne bugün, Güney’de de Kuzey’de de hiçbir zaman olmadığı kadar haksız; ama evrensel ölçekte kamuoyu üreten büyük iletişim araçları için hiçbir varlığı yok ya da çok az var.
Milenyum sonunun ahlak kuralları adaletsizliği mahkûm etmiyor, başarısızlığı mahkûm ediyor. Vietnam Savaşı’nın sorumlularından Robert McNamara savaşın bir hata olduğunu kabul ettiği bir kitap yazdı. Ama üç milyondan fazla Vietnamlı ve elli sekiz bin Amerikalı öldüren bu savaş haksız olduğu için bir hata değildi, yalnızca ABD kazanamayacağını bildiği halde sürdürdüğü için bir hataydı. Günah yenilgideydi, adaletsizlikt değil. McNamara’ya göre, 1965 yılında işgalci güçlerin zafer kazanmasının imkânsız olduğunu gösteren yıldırıcı olaylar vardı, ama ABD hükümeti zafer mümkünmüş gibi davranmaya devam etmişti. ABD’nin Vietnam’da Vietnamlıların istemediği bir hükümeti dayatmak için on beş yıl boyunca uluslararası terörizm uygulamış olması söz konusu edilmiyordu. Dünyanın en büyük askeri gücünün küçücük bir ülkenin üzerine İkinci Dünya Savaşı boyunca atılmış bombalardan daha fazlasını boşaltmış olması küçük, önemsiz bir ayrıntıydı.
Sonuç olarak, uzun katliamı boyunca ABD, büyük güçlerin kim olursa olsun istila etme, ne olursa olsun dayatma hakkını uygulamıştı. Egemen ülkelerin askerlerinin, tüccarlarının, bankacılarının, fikir ve heyecan üreticilerinin diğer ülkelere askeri diktatörlük ya da itaatkâr hükümet dayatma hakları var, ekonomi politikalarını ve tüm diğer politikalarını dikte edebilir, tefeci borçlanmaları ve yıkıcı talanları kabul etme emrini verebilir, kendi yaşam biçimlerinin hizmetinde olmalarını isteyebilir ve kendi tüketim eğilimlerini dayatabilirler. Bu, dokunulmazlıkla icra edilen ve aynı hızla unutulan doğal bir hak’tır.
İktidar belleğini geçmişi hatırlamak için değil, onu kutsamak için kullanır. Miras hakkıyla gelen ayrıcalıkların devamını haklı gösterir, yönetenlerin suçlarını bağışlar, kendi düşünceleri için kanıtlar sunar. Okulların ve iletişim araçlarının tek olası bellekmiş gibi yaydıkları iktidarın belleği kendi kutsallığına tekrar tekrar sıkıcı övgüler düzen sesleri dinler yalnızca. Dokunulmazlık ve belleksizlik talep eder. Başarılı ülkeler ve insanlar vardır, başarısız ülkeler ve insanlar vardır; çünkü yetenekliler ödülü, yeteneksizler de cezayı hak eder. Alçaklıkların kahramanlıklara dönüşebilmesi için, Kuzey’in belleği Güney’in belleğinden ayrılır, biriktirme ve yağma arasındaki bağ koparılır; zenginlikle talanın bir alakası yoktur. Kırık bellek bizi zenginliğin yoksulluktan masum olduğuna inandırır, zenginliğin ve yoksulluğun sonsuzluktan geldiğine, sonsuzluğa doğru ilerlediğine, işlerin hep böyle olduğuna, çünkü Tanrı’nın ya da geleneklerin böyle olmasını istediğine inandırır.
Dünyanın sekizinci harikası o, Beethoven’in onuncu senfonisi, Tanrı’nın On Birinci Emri: Dört bir yandan serbest piyasaya övgüler düzen şarkılar yükseliyor; refahın kaynağı ve demokrasinin güvencesi. Serbest ticaret özgürlüğü yeni bir şeymiş gibi satılıyor, sanki bir tohumdan bitivermiş ya da keçinin kulağından doğmuş gibi; oysa günümüze hükmeden adaletsiz sistemin kökenlerine dayanan çok eski bir geçmişi var.
Üç ya da dört yüzyıl önce İngiltere, Hollanda ve Fransa, serbest ticaret adına, Sir Francis Drake, Henry Morgan, Piet Heyn, François Lolonois ve dönemin diğer neoliberalleri aracılığıyla korsanlık yapıyordu;
• serbest ticaret bütün Avrupa’nın, köle trafiğinde insan eti satmak için kullandığı bir bahaneydi;
• ABD, İngiltere’ye karşı bağımsızlığını kazandığı zaman, ilk yaptığı iş ticaret özgürlüğünü kaldırmak oldu ve İngiliz kumaşlarından çok daha çirkin ve pahalı Amerikan kumaşları bebeklerin kundağından ölülerin kefenine kadar zorunlu kılındı;
• buna rağmen daha sonra, ABD pek çok Latin Amerika ülkesini kendi mallarına, kendi şirketlerine ve kendi diktatörlüklerine mecbur kılmak için serbest ticaret bayrağını yeniden dalgalandırdı;
• yine aynı bayrağın kumaşlarına sarınıp Britanyalı askerler top atışlarıyla Çin’de afyon tüketimini zorla kabul ettirdi, diğer taraftan korsan William Walker yine top atışlarıyla ve yine serbest ticaret adına Orta Amerika’da kölelik sistemini yeniden kuruyordu;
• serbest ticaret bağlılığını bildirerek, Britanya endüstrisi Hindistan’ı son sefaletine zorladı ve Britanya bankaları 1870’e dek gerçekten bağımsız tek Latin Amerika ülkesi Paraguay’ın tükenişinin finansmanına yardımcı oldu;
• zaman geçti ve 1954’tc Guatemala’nın aklına Sovyetler Birliği’nden petrol alarak serbest ticareti uygulamak geldi, bunun üzerine ABD derhal her şeyi eski yerine koyan şiddetli bir işgal organize etti;
• kısa bir süre sonra, Küba da kendi serbest ticaretinin kendisine dayatılan fiyatları kabul etmek olduğunu öğrenemediği için yasak Rus petrolü aldı ve Domuzlar Körfezi çıkarmasına ve bitmek bilmeyen ablukaya kadar uzanan karmaşalar çıktı..
Karındeşen Jack, Aziz Fransisco de Asis’e ne kadar benziyorsa, bu tarihsel vakalar da serbest ticaretin ve diğer parasal özgürlüklerin insanların özgürlüğüne o kadar benzediğini gösteriyor. Serbest piyasa Güney ülkelerini, insanların büyük çoğunluğunun bakabildiği ama dokunamadığı ithal ıvır zıvırlarla dolu pazarlara dönüştürdü. Tüccarların ve toprak sahiplerinin, çıplak ayaklı askerlerimizin kazandığı bağımsızlığımızı gasp edip satılığa çıkardıkları çok eski zamanlardan beri bu böyleydi. İç bölgeleri besleyen limanlar ve büyük şehirler yaratıcı üretim yerine tüketimin hazlarına kapılmayı tercih edince, ulusal endüstrimizin öncüleri olabilecek zanaat atölyeleri kapatıldı. Yıllar geçti ve Venezüella’daki süpermarketlerde, İskoç yapımı küçük plastik su poşetleri gördüm, viskinin yanında kullanasınız diye. Taşların bile oluk oluk terlediği Orta Amerika şehirlerinde koket hanımlar için kürk etoller gördüm. Peru’da, elektriği olmayan toprak evler için Alman yapımı elektrikli cila makineleri gördüm. Brezilya’da, Miami’den alınmış plastik palmiye ağaçları gördüm.
Başka bir yolda, tam ters istikamette ilerliyor gelişmiş ülkeler. Onlar çocukluklarındaki doğum günü partilerine Herod’un girmesine asla izin vermediler. Serbest piyasa devlet yardımı olmadan ürettikleri tek mal, ama yalnızca ihraç amaçlı. Onlar satıyor, biz alıyoruz. Devletleri ulusal tarım ürünlerine cömert yardımlarını sürdürüyor, böylelikle çok yüksek maliyetlerine rağmen Güney’in çiftçilerini yıkıntıya mahkûm ederek ülkelerimizi çok ucuz gıda ürünleri ile istila ediyorlar. Birleşmiş Milletler verilerine göre, ABD’nin her kırsal üreticisi Filipinler’deki bir çiftçinin gelirinden ortalama yüz kat fâzla devlet yardımı alıyor ve bunun gelişmiş ülkelerin en değerli ayrıcalıklarını sürdürmek için uyguladığı katı korumacılıktan başka bir şey olmadığını unutmamak gerek: şahlanan teknoloji, biyoteknoloji, bilgi ve iletişim endüstrileri tekeli. Bu ayrıcalıklar Kuzey bilmeye devam etsin, Güney tekrar etmeyi sürdürsün ve yüzyıllarca bu böyle sürsün diye ne pahasına olursa olsun savunuluyor.
Ekonomik barikatların çoğu çok yüksek olmaya devam ediyor ve insanlara yönelik engeller de hiç olmadığı kadar yükseliyor. Avrupa ülkelerindeki yeni göçmen yasalarına ya da ABD’nin Meksika sınırı boyunca inşa etmekte olduğu çelik duvara bir göz atmak bile yeter: Bu duvar Berlin Duvarı’nın yıkıntıları anısına yapılmıyor; ülke değiştirme özgürlüğünün parası olana ait bir ayrıcalık olduğunu anlamamakta ısrar eden Meksikalı işçilerin suratına çarpılan bir kapı. (Duvarın çok fâzla tepki çekmemesi için, somon rengine boyanacağı ve çocuk resimleriyle masmavi ışıldayacağı açıklandı; bir de öbür tarafa bakmak için küçük delikler olacakmış.)
Amerika ülkelerinin başkanları faydasız bir sıklıkta tekrar tekrar her toplandıklarında, “serbest piyasa refaha katkıda bulunacak,” diye kararlar yayınlıyor. Kimin refahına, hiç açık değil. Çok az fark edilse de var olan, çoğu zaman susturulsa da dilsiz olmayan gerçeklik bize serbest para akışının her geçen gün uyuşturucu kaçakçılarını ve kara paraya ev sahipliği yapan bankacıları zenginleştirdiğini söylüyor. Finansta ve ekonomide kamu denetiminin yıkılışı işlerini kolaylaştırıyor. Onlara iyi maskeler sunuyor,kirli parayı aklamalarına ve uyuşturucu dağıtım ağlarını çok daha etkili örgütlemelerine izin veriyor. Gerçeklik bize serbest piyasanın bu yeşil ışığının aynı zamanda Kuzey’in Güney’e ve Doğu’ya en kirli endüstrilerini, nükleer atıklarını ve diğer çöplerini hediye ederek, cömertliğini gösterme fırsatı verdiğini söylüyor.
Eduardo Galeano & TEPETAKLAK // Tersine Dünya Okulu; Çitlembik Yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder