Eduardo
Galeano
Reklamlar
tüketimi emrediyor, ekonomi engelliyor. Herkes için zorunlu, ama çoğunluk için
imkânsız olan tüketim kuralları suça davet olarak tercüme ediliyor. Gazetelerin
haber sayfaları zamanımızın çelişkileri hakkında politika ve ekonomi
sayfalarından çok daha fazla şey öğretiyor.
Bu dünya sofraya herkesi davet eden, ama çoğunluğun suratına kapıyı kapatan,
aynı zamanda da eşitleyici ve eşitliksiz bir dünya: Dayattığı düşüncelerde ve
alışkanlıklarda eşitleyici, sunduğu fırsatlarda eşitliksiz.
Eşitleme
ve eşitliksizlik
İkiz totalitarizm salgını var dünyada: tüketim toplumu ve baskıcı adaletsizlik
diktatörlükleri.
Baskıcı eşitleme çarkı insan soyunun en güzel niteliği olan ve kendimizi
onlarla tanıdığımız farklılıklara ve onları temel alan bağlara karşı işliyor.
Dünyanın en güzel tarafı kendi içinde pek çok dünya olmasıdır; hayatın farklı
müzikleri, acıları, renkleri var: Yaşamanın ve söylemenin bin bir yolu var,
inanmanın ve yaratmanın, yemenin, çalışmanın, dans etmenin, oynamanın, aşık
olmanın, acı çekmenin ve kutlama yapmanın binlerce binlerce yıl boyunca
keşfettiğimiz bin bir yolu var.
Bizi tek biçime sokan, aptallaştıran eşitleme ölçülemez boyutlarda. Kitlesel
kültür endüstrisinin geniş insan yelpazesine ve insanın kimlik hakkına karşı
işlediği gündelik suçları kaydedebilecek bir bilgisayar henüz yapılmadı. Ama bu
suçların yıkıcı etkileri gözleri bozuyor. Zaman tarihten boşalarak ilerliyor, mekân
artık parçalarının şaşırtıcı farklılığını tanımıyor. Dünyanın sahipleri kitle
iletişim araçları yoluyla hepimizi tüketim kültürünün değerlerini yansıtan tek
aynayı izlemek zorunda bırakarak iletişim kuruyor bizimle.
Sahip olmayan var olamaz: Kimin arabası yoksa, kimin marka ayakkabısı, ithal
parfümü yoksa, aslında yaşar gibi yapıyor. İthal ekonomisi bir sahtekârlık
kültürü: Bu ahmaklık krallığında hepimiz piyasanın azgın sularını yarıp geçen
tüketim kruvazörüne binmek mecburiyetindeyiz. Yolcuların büyük çoğunluğu deniz
kazasına mahkûm, ama dış borç yolculuk edebilenlerin masraflarını herkesin
hesabından ödüyor. Borçlar azınlıktaki tüketicinin yeni, faydasız şeyler istif
etmesine izin veriyor ve televizyon herkesin gözü önünde Kuzey Güney için
tasarlayıp başarıyla piyasaya sürdüğü yapay talepleri gerçek ihtiyaçlara
dönüştürme görevini üstleniyor. (Bu arada, Kuzey ve Güney, bu kitapta dünya
pastasının bölüşümünü kasteden terimler ve her zaman coğrafyayla sınırlı
değiller.)
Öyleyse, Latin Amerika’daki işsizliğe ya da açlık sınırındaki yevmiyeye mahkûm
gençlere dönüşecek milyonlarca ve milyonlarca çocuğa ne olacak? Reklamlar
talebi mi özendiriyor, yoksa daha ziyade şiddete mi teşvik ediyor? Televizyon
eksiksiz bir hizmet sunuyor: Yalnızca hayat kalitesiyle, mülkiyet hırsını
birbirine karıştırmayı öğretmiyor, aynı zamanda gündelik video oyunları
tarafından tamamlanan görsel-işitsel şiddet kursları da veriyor. Suç, küçük
ekranın en başarılı görüntüsü: Onlar sana vurmadan, sen onlara vur, diye
tavsiye ediyor video oyunların elektronik hocası. Yalnızsın, yalnızca kendin
için varsın. Uçan otomobiller, ezilen insanlar. Sen de öldürebilirsin. Ve bu
arada şehirler büyüyor, Latin Amerika şehirleri artık dünyanın en büyük
şehirleri oluyor. Şehirlerle beraber korkuyla aynı hızla, suçlar da büyüyor.
Dünya
ekonomisi gittikçe büyüyen üretimine çıkış bulmak için, kazanç kapıları
kapanmasın diye sürekli genişleyen bir tüketim piyasası talep ediyor, ama bir
yandan da üretim giderlerini düşürmek için gülünç fiyatlara hammadde ve emek
gücü istiyor. Bu sistem daha çok satmaya, daha az ödemeye ihtiyaç duyuyor. Bu
çelişkiyi başka bir çelişki doğuruyor: Tüketici sayısını arttırmak için, Kuzey
Güney’e ve Doğu’ya daha fazla tüketmelerini emrediyor. Ancak suçlu sayısı
tüketici sayısından daha hızlı çoğalıyor. İnsanlara gerçek varoluşu bahşeden
fetişlere sahip olmak için, her saldırgan kurbanının sahip olduklarına sahip
olmak istiyor; kurbanının kurban olmadan önce olduğu kişi olmak için.
Birbirinize karşı silahlanın: Bugüne bugün, sokakların tımarhanesinde, herhangi
biri serseri bir kurşunla ölebilir. Açlıktan ölmek için doğan da,
hazımsızlıktan ölmek için doğan da.
Tüketim toplumunun kalıpları tarafından dayatılan kültürel eşitleme
istatistiklerle ifade edilemez, ama eşitsizlik edilebilir. Eşitsizliği teşvik
etmek için onca çaba sarf eden Dünya Bankası’nın rahatça kabul ettiği gibi,
Birleşmiş Milletler’in farklı örgütleri de bunu teyit ediyor. Dünya ekonomisi
hiçbir zaman bu kadar az demokratik ve dünya hiçbir zaman bu kadar adaletsiz
olmadı. 1960 yılında insanlığın en zengin yüzde yirmisi en yoksul yüzde
yirminin otuz kat fazlasına sahipti. 1990 yılında fark yetmiş kattı ve o günden
beri ara gitgide açılmaya devam ediyor: 2000 yılında fark doksan kat olacak.
Aşırı uçların en aşırı uçlarında, Forbes ve Fortune dergilerinin pornofinans
sayfalarında boy gösteren en zengin zenginler ve sokaklarda, kırlarda görünen
en yoksul yoksullar arasındaki uçurum çok daha derin. Afrika’daki hamile bir
kadın, Avrupa’dakinden yüz kat daha fazla ölüm riski taşıyor. ABD’de her yıl ev
hayvanları için üretilen malların satış değeri Etiyopya’nın gayri safi milli
hasılasından dört kat fazla. Yalnızca iki devin, General Motors ve Ford’un
satışları bütün siyah Afrika’nın toplam üretim değerini rahat rahat aşıyor. Birleşmiş
Milletler Gelişim Programı’na göre, on kişi, gezegenin en zengin on kişisi,
elli ülkenin toplam üretim değerine eş bir zenginliğe sahip ve 447
multimilyoner insanlığın yarısının yıllık gelirinden daha fazla servete sahip.
Birleşmiş Milletler Gelişim Programı’nın sorumlusu James Gustave Speth 1997’de,
son yarım yüzyılda dünyadaki zenginlerin sayısının ikiye katlandığını, ama
yoksul sayısının üçe katlandığını; 1.7 milyar kişinin on beş yıl öncesinden
daha kötü şartlarda yaşadığını açıkladı.
Kısa bir süre önce Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu oturumunda Dünya
Bankası Başkanı James Wolfensohn kongreye soğuk bir duş aldırdı. Bu iki örgütün
yürüttüğü gezegen hükümetinin iyi gidişatının kutlamaları sırasında Wolfensohn
uyardı: “Eğer işler böyle giderse, otuz yıl sonra dünyada beş milyar yoksul
olacak ve eşitsizlik gelecek nesillerin suratına saatli bomba gibi patlayacak.”
Bu arada karşılığında tek dolar, peso ya da baharat almadan anonim bir el
Buenos Aires’in bir duvarında şunu öneriyordu: Açlık ve yoksullukla savaşın!
Bir yoksul da siz yiyin!
Meksikalı yazar Carlos Monsivâis’in tavsiye ettiği gibi iyimserliğimizi
belgelemek için söyleyelim; dünya yoluna devam ediyor: Her ülkenin içinde,
ülkeler arası ilişkilerde hakim olan adaletsizlik yeniden üretiliyor ve yıldan
yıla artarak, her şeye sahip olanlarla hiçbir şeyi olmayanlar arasındaki uçurum
gittikçe daha da çok açılıyor. Bunu Amerika’da iyi biliyoruz. Kuzey’de, ABD’de
zenginler yarım yüzyıl önce ulusal gelirin yüzde 20’sini alıyorlardı. Şimdi
yüzde 40’ını alıyorlar. Ya Güney’de? Latin Amerika dünyanın en adaletsiz
bölgesi. Başka hiçbir yerde ekmek ve balık bu kadar kötü paylaşılamaz; başka
hiçbir yerde yönetim hakkına sahip azınlıkla itaat etme ödevi olan çoğunluk
arasındaki mesafe bu kadar büyük değildir.
Latin
Amerikan ekonomisi, postmodernmiş gibi yapan köleci bir ekonomidir: Afrika’daki
ücretleri öder, Avrupa’daki fiyatları koyar ve en verimli üretimi adaletsizlik
ve şiddettir. Mexico City, 1997, resmi veriler: Yoksullar yüzde 80, zenginler
yüzde 3, kalanlar orta sınıf. Ve Mexico City doksanlı yıllarda dünyada
birdenbire servet sahibi olan en çok multimilyoner üreten ülkenin başkentidir:
Birleşmiş Milletler’in verilerine göre, tek bir Meksikalı on yedi milyon
Meksikalı yoksulun sahip olduğuna eşit servete sahip.
Dünyada Brezilya kadar eşitliksiz bir başka ülke daha yok ve bazı uzmanlar
dünyanın gelecekteki portresini çizmek için gezegenin brezilyalılaşma’sından
bahsediyorlar. Ve brezilyalılaşma derken, şenlikli futbolun uluslararası
yaygınlaşması kastedilmiyor, sokak karnavallarından, ölüleri ayağa kaldıran
müziklerinden, Brezilya’nın parlak yüzünü oluşturan harikalardan
bahsetmiyorlar; evrensel ölçekte bir sosyal adaletsizlik ve ırk ayrımcılığı
üzerine kurulmuş bir toplum modelinin dayatılmasından bahsediyorlar. Bu modelde
ekonominin büyümesi yoksulların ve dışlananların sayısını katlıyor. Belindistan
Brezilya’nın öbür adı: İktisatçı Edmar Bacha, bir azınlık Belçika’nın
zenginleri gibi tüketirken, büyük çoğunluğun Hindistan’ın fakirleri gibi
yaşadığı bu ülkeyi böyle vaftiz etti.
Özelleştirme ve serbest piyasa çağında, para aracısız yönetiyor. Devlete
yüklenen işlev ne? Yargıç ve jandarma devlet, daha fazlası değil. Devlet ucuz
emek gücünü disipline etmekle uğraşmalı; cüce ücretlere mahkûm ve iş bulamayan
emek güçlerinin tehlikeli kalabalığını baskı altına almakla uğraşmalı. Dünyanın
pek çok ülkesinde sosyal adalet ceza adaletine indirgendi. Devlet kamu
güvenliğini gözetiyor, diğer her şey piyasaya terk ediliyor. Ve polisin baş
edemediği yerde yoksulluk, yoksul insanlar, yoksul bölgeler Tanrı’ya havale
ediliyor. Kamu yönetimi merhametli anne rolünü oynamak istese de, gittikçe
azalan gücünü gözetime ve cezaya adamaktan başka çaresi yok. Bu neoliberal
zamanlarda kamusal haklar hayırseverliğe indirgendi ve onlardan sadece seçim
arifelerinde bahsedilir oldu.
Yoksulluk her yıl, pek çok insanın ölümüyle sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı’ndan
daha çok insanı öldürüyor. Ama iktidarın bakış açısına göre bunca ölüm çok da
kötü değil; çünkü fazlasıyla büyüyen nüfusu düzenlemeye yarıyor. Uzmanlar
Güney’deki aşırı nüfus’tan şikâyet ediyor, buralarda cahil kitleler gece gündüz
Altıncı Emir’i ihlal etmekten başka bir şey bilmiyorlar: Kadınlar hep istiyor,
erkekler hep beceriyor. Aşırı nüfus mu? Kilometrekareye yalnızca on yedi kişi
düşen Brezilya’da mı, yoksa kilometrekareye yalnızca yirmi bir kişi düşen
Kolombiya’da mı? Hollanda’da kilometrekareye dört yüz kişi düşüyor ve hiçbir
Hollandalı açlıktan ölmüyor, ama Brezilya’da ve Kolombiya’da bir avuç açgözlü
her şeyin sahibi. Haiti ve El Salvador, Amerika’nın nüfus yoğunluğu en fâzla
ülkeleri ve nüfus yoğunlukları ancak Almanya kadar.
Adaletsizlik icra ederek yaşayan iktidarın bütün gözeneklerinden şiddet
damlıyor. Toplum iyiler ve kötüler olarak ikiye bölünmüş: Yoksulluklarının sorumlusu
olan lanetli kara derililer ve onların kalıtımsal suçlu nitelikleri gecekondu
cehennemlerinde yaşıyor: Reklamlar ağızlarının suyunu akıtıyor, ama polis
onları masadan atıyor. Sistem sunduğunu inkâr ediyor; düşleri gerçek yapan
sihirli lambaları, televizyonun vaat ettiği lüksleri, şehir gecelerinde cenneti
haber veren neon ışıklarını, sanal zenginliğin harikalarını: Gerçek zenginliğin
sahiplerinin iyi bildikleri gibi bu kadar arzuyu dindirecek bir valium yok, ne
de bu ateşi söndürebilecek bir prozac var. Hapishane ve kurşunlar yoksulların
terapisi.
Yirmi
ya da otuz yıl öncesine kadar, yoksulluk adaletsizliğin meyvesiydi. Sol bunu
kınar, merkez kabul eder, sağ da çok nadir itiraz ederdi. Zaman ne kadar hızla
değişti. Şimdi yoksulluk beceriksizliğin hak ettiği adil bir ceza. Yoksulluk
acıma duygusu uyandırabilir, ama artık asla öfkelendirmiyor. Oyunun kuralı ya
da kaderin cilvesi yüzünden yoksullar var. Şiddet de adaletsizliğin ürünü
değil. Baskın olanın dili, seri olarak üretilen görüntü ve sözler, hayatı
kazanan bir azınlık ve kaybetmeye mahkûm bir çoğunluk arasındaki acımasız bir
yarış olarak gören ödül ve ceza sistemine eşlik ediyor. Şiddet genel kural
olarak, yoksul mahallelerin ve yoksul ülkelerin ürettiği sayısız ve tehlikeli
sosyal uyumsuzun ve kaybeden kötülerin kötü tavırlarının meyvesi olarak
sunuluyor. Şiddet onların doğasında var. Yoksulluk gibi, bir doğa kanunu gibi
karşılanıyor, biyolojik ya da belki zoolojik bir kural olarak. Böyleler,
böyleydiler ve böyle olacaklar. Kendisini sürdüren hukukun kaynağı olarak
adaletsizlik bugüne bugün, Güney’de de Kuzey’de de hiçbir zaman olmadığı kadar
haksız; ama evrensel ölçekte kamuoyu üreten büyük iletişim araçları için hiçbir
varlığı yok ya da çok az var.
Milenyum sonunun ahlak kuralları adaletsizliği mahkûm etmiyor, başarısızlığı
mahkûm ediyor. Vietnam Savaşı’nın sorumlularından Robert McNamara savaşın bir
hata olduğunu kabul ettiği bir kitap yazdı. Ama üç milyondan fazla Vietnamlı ve
elli sekiz bin Amerikalı öldüren bu savaş haksız olduğu için bir hata değildi,
yalnızca ABD kazanamayacağını bildiği halde sürdürdüğü için bir hataydı. Günah
yenilgideydi, adaletsizlikt değil. McNamara’ya göre, 1965 yılında işgalci
güçlerin zafer kazanmasının imkânsız olduğunu gösteren yıldırıcı olaylar vardı,
ama ABD hükümeti zafer mümkünmüş gibi davranmaya devam etmişti. ABD’nin
Vietnam’da Vietnamlıların istemediği bir hükümeti dayatmak için on beş yıl
boyunca uluslararası terörizm uygulamış olması söz konusu edilmiyordu. Dünyanın
en büyük askeri gücünün küçücük bir ülkenin üzerine İkinci Dünya Savaşı boyunca
atılmış bombalardan daha fazlasını boşaltmış olması küçük, önemsiz bir
ayrıntıydı.
Sonuç olarak, uzun katliamı boyunca ABD, büyük güçlerin kim olursa olsun istila
etme, ne olursa olsun dayatma hakkını uygulamıştı. Egemen ülkelerin
askerlerinin, tüccarlarının, bankacılarının, fikir ve heyecan üreticilerinin
diğer ülkelere askeri diktatörlük ya da itaatkâr hükümet dayatma hakları var,
ekonomi politikalarını ve tüm diğer politikalarını dikte edebilir, tefeci borçlanmaları
ve yıkıcı talanları kabul etme emrini verebilir, kendi yaşam biçimlerinin
hizmetinde olmalarını isteyebilir ve kendi tüketim eğilimlerini dayatabilirler.
Bu, dokunulmazlıkla icra edilen ve aynı hızla unutulan doğal bir hak’tır.
İktidar belleğini geçmişi hatırlamak için değil, onu kutsamak için kullanır.
Miras hakkıyla gelen ayrıcalıkların devamını haklı gösterir, yönetenlerin
suçlarını bağışlar, kendi düşünceleri için kanıtlar sunar. Okulların ve
iletişim araçlarının tek olası bellekmiş gibi yaydıkları iktidarın belleği
kendi kutsallığına tekrar tekrar sıkıcı övgüler düzen sesleri dinler yalnızca.
Dokunulmazlık ve belleksizlik talep eder. Başarılı ülkeler ve insanlar vardır,
başarısız ülkeler ve insanlar vardır; çünkü yetenekliler ödülü, yeteneksizler
de cezayı hak eder. Alçaklıkların kahramanlıklara dönüşebilmesi için, Kuzey’in
belleği Güney’in belleğinden ayrılır, biriktirme ve yağma arasındaki bağ
koparılır; zenginlikle talanın bir alakası yoktur. Kırık bellek bizi
zenginliğin yoksulluktan masum olduğuna inandırır, zenginliğin ve yoksulluğun
sonsuzluktan geldiğine, sonsuzluğa doğru ilerlediğine, işlerin hep böyle
olduğuna, çünkü Tanrı’nın ya da geleneklerin böyle olmasını istediğine
inandırır.
Dünyanın
sekizinci harikası o, Beethoven’in onuncu senfonisi, Tanrı’nın On Birinci Emri:
Dört bir yandan serbest piyasaya övgüler düzen şarkılar yükseliyor; refahın
kaynağı ve demokrasinin güvencesi. Serbest ticaret özgürlüğü yeni bir şeymiş
gibi satılıyor, sanki bir tohumdan bitivermiş ya da keçinin kulağından doğmuş
gibi; oysa günümüze hükmeden adaletsiz sistemin kökenlerine dayanan çok eski
bir geçmişi var.
Üç ya da dört yüzyıl önce İngiltere, Hollanda ve Fransa, serbest ticaret adına,
Sir Francis Drake, Henry Morgan, Piet Heyn, François Lolonois ve dönemin diğer
neoliberalleri aracılığıyla korsanlık yapıyordu;
•
serbest ticaret bütün Avrupa’nın, köle trafiğinde insan eti satmak için
kullandığı bir bahaneydi;
• ABD, İngiltere’ye karşı bağımsızlığını kazandığı zaman, ilk yaptığı iş
ticaret özgürlüğünü kaldırmak oldu ve İngiliz kumaşlarından çok daha çirkin ve
pahalı Amerikan kumaşları bebeklerin kundağından ölülerin kefenine kadar
zorunlu kılındı;
• buna rağmen daha sonra, ABD pek çok Latin Amerika ülkesini kendi mallarına,
kendi şirketlerine ve kendi diktatörlüklerine mecbur kılmak için serbest
ticaret bayrağını yeniden dalgalandırdı;
• yine aynı bayrağın kumaşlarına sarınıp Britanyalı askerler top atışlarıyla
Çin’de afyon tüketimini zorla kabul ettirdi, diğer taraftan korsan William
Walker yine top atışlarıyla ve yine serbest ticaret adına Orta Amerika’da
kölelik sistemini yeniden kuruyordu;
• serbest ticaret bağlılığını bildirerek, Britanya endüstrisi Hindistan’ı son
sefaletine zorladı ve Britanya bankaları 1870’e dek gerçekten bağımsız tek
Latin Amerika ülkesi Paraguay’ın tükenişinin finansmanına yardımcı oldu;
• zaman geçti ve 1954’tc Guatemala’nın aklına Sovyetler Birliği’nden petrol
alarak serbest ticareti uygulamak geldi, bunun üzerine ABD derhal her şeyi eski
yerine koyan şiddetli bir işgal organize etti;
• kısa bir süre sonra, Küba da kendi serbest ticaretinin kendisine dayatılan
fiyatları kabul etmek olduğunu öğrenemediği için yasak Rus petrolü aldı ve
Domuzlar Körfezi çıkarmasına ve bitmek bilmeyen ablukaya kadar uzanan
karmaşalar çıktı..
Karındeşen Jack, Aziz Fransisco de Asis’e ne kadar benziyorsa, bu tarihsel
vakalar da serbest ticaretin ve diğer parasal özgürlüklerin insanların
özgürlüğüne o kadar benzediğini gösteriyor. Serbest piyasa Güney ülkelerini,
insanların büyük çoğunluğunun bakabildiği ama dokunamadığı ithal ıvır
zıvırlarla dolu pazarlara dönüştürdü. Tüccarların ve toprak sahiplerinin,
çıplak ayaklı askerlerimizin kazandığı bağımsızlığımızı gasp edip satılığa
çıkardıkları çok eski zamanlardan beri bu böyleydi. İç bölgeleri besleyen limanlar
ve büyük şehirler yaratıcı üretim yerine tüketimin hazlarına kapılmayı tercih
edince, ulusal endüstrimizin öncüleri olabilecek zanaat atölyeleri kapatıldı.
Yıllar geçti ve Venezüella’daki süpermarketlerde, İskoç yapımı küçük plastik su
poşetleri gördüm, viskinin yanında kullanasınız diye. Taşların bile oluk oluk
terlediği Orta Amerika şehirlerinde koket hanımlar için kürk etoller gördüm.
Peru’da, elektriği olmayan toprak evler için Alman yapımı elektrikli cila
makineleri gördüm. Brezilya’da, Miami’den alınmış plastik palmiye ağaçları
gördüm.
Başka
bir yolda, tam ters istikamette ilerliyor gelişmiş ülkeler. Onlar
çocukluklarındaki doğum günü partilerine Herod’un girmesine asla izin
vermediler. Serbest piyasa devlet yardımı olmadan ürettikleri tek mal, ama
yalnızca ihraç amaçlı. Onlar satıyor, biz alıyoruz. Devletleri ulusal tarım
ürünlerine cömert yardımlarını sürdürüyor, böylelikle çok yüksek maliyetlerine
rağmen Güney’in çiftçilerini yıkıntıya mahkûm ederek ülkelerimizi çok ucuz gıda
ürünleri ile istila ediyorlar. Birleşmiş Milletler verilerine göre, ABD’nin her
kırsal üreticisi Filipinler’deki bir çiftçinin gelirinden ortalama yüz kat
fâzla devlet yardımı alıyor ve bunun gelişmiş ülkelerin en değerli
ayrıcalıklarını sürdürmek için uyguladığı katı korumacılıktan başka bir şey
olmadığını unutmamak gerek: şahlanan teknoloji, biyoteknoloji, bilgi ve
iletişim endüstrileri tekeli. Bu ayrıcalıklar Kuzey bilmeye devam etsin, Güney
tekrar etmeyi sürdürsün ve yüzyıllarca bu böyle sürsün diye ne pahasına olursa
olsun savunuluyor.
Ekonomik barikatların çoğu çok yüksek olmaya devam ediyor ve insanlara yönelik
engeller de hiç olmadığı kadar yükseliyor. Avrupa ülkelerindeki yeni göçmen
yasalarına ya da ABD’nin Meksika sınırı boyunca inşa etmekte olduğu çelik
duvara bir göz atmak bile yeter: Bu duvar Berlin Duvarı’nın yıkıntıları anısına
yapılmıyor; ülke değiştirme özgürlüğünün parası olana ait bir ayrıcalık
olduğunu anlamamakta ısrar eden Meksikalı işçilerin suratına çarpılan bir kapı.
(Duvarın çok fâzla tepki çekmemesi için, somon rengine boyanacağı ve çocuk
resimleriyle masmavi ışıldayacağı açıklandı; bir de öbür tarafa bakmak için
küçük delikler olacakmış.)
Amerika
ülkelerinin başkanları faydasız bir sıklıkta tekrar tekrar her
toplandıklarında, “serbest piyasa refaha katkıda bulunacak,” diye kararlar
yayınlıyor. Kimin refahına, hiç açık değil. Çok az fark edilse de var olan,
çoğu zaman susturulsa da dilsiz olmayan gerçeklik bize serbest para akışının
her geçen gün uyuşturucu kaçakçılarını ve kara paraya ev sahipliği yapan
bankacıları zenginleştirdiğini söylüyor. Finansta ve ekonomide kamu denetiminin
yıkılışı işlerini kolaylaştırıyor. Onlara iyi maskeler sunuyor,kirli parayı
aklamalarına ve uyuşturucu dağıtım ağlarını çok daha etkili örgütlemelerine
izin veriyor. Gerçeklik bize serbest piyasanın bu yeşil ışığının aynı zamanda
Kuzey’in Güney’e ve Doğu’ya en kirli endüstrilerini, nükleer atıklarını ve
diğer çöplerini hediye ederek, cömertliğini gösterme fırsatı verdiğini
söylüyor.
Eduardo
Galeano & TEPETAKLAK // Tersine Dünya Okulu; Çitlembik Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder