15 Kasım 2018 Perşembe

ANKARA KALESİ: "Atatürk Milliyetçiliğinde Birleşmek" Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN (Ankara Kalesi-Ankara, 14 Kasım 2018-Çarşamba)

 ANKARA KALESİ
"ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNDE BİRLEŞMEK"
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara, 14 Kasım 2018
Türkiye Cumhuriyeti yirminci yüzyılın başlarında kurulmuş olun bir milli devlettir. Birinci Dünya Savaşı ile beraber Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden sonra ortaya çıkan merkezi ülkede Türkler Misak-ı Milli sınırlarını ilan etmişler, bu sınırlar içindeki ülkede bir ulusal kurtuluş savaşı vererek kendi milli devletlerini kurmuşlardır. Bu durumu son derece normal karşılamak gerekir; çünkü Fransız Devrimi ile beraber bütün imparatorlukları dağıtan ve tarih sahnesine ulus devletleri çıkaran bu süreç ortaya çıkmıştır. Fransız Devrimi sonrasında bütün Avrupa ülkeleri birer milli devlete dönüşürken, yirminci yüzyılın başlarında da devlet yapılarının millileşmesi süreci Avrupa üzerinden dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Milli devletler tarih sahnesine çıkarken Türk ulusu da kendi milli devletini Türkiye Cumhuriyeti adı altında kurarak, dünya sahnesine çıkmıştır.
İmparatorluktan ulus devlete geçerken, Türklerin emperyalizme karşı vermiş olduğu ulusal kurtuluş savaşının önderi Mustafa Kemal Atatürk olduğu için, Türk milletine milli devletini kazandıran liderliği Atatürk yapmıştır. Bu nedenle, bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün eseridir. Zaten kendisi de en büyük eseri olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan etmiş ve bu eserin korunması görevini Türk ulusunun gelecekteki kuşaklarına vermiştir. Türk ulusu da, milli devletini kuran önder Atatürk’ün izinden giderek Türkiye Cumhuriyeti’ni yirmi birinci yüzyıla taşımıştır. Yeni yüzyılda yepyeni bir dünya düzeni kurulurken, dünyanın merkezi bölgesinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı ve geleceği yoğun bir tartışma ortamına sürüklenmektedir.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında milli bir devlet olarak ortaya çıktıktan sonra Türkiye Cumhuriyeti devlet olarak toparlanabilmek ve temelleri sağlam atabilmek için bir süre içine kapanmış ve İkinci Dünya Savaşı tehlikesinden bu tutumla kurtulmuştur. Bütün Dünya İkinci Dünya Savaşı’nda karışırken, içe kapanan Türkiye böylesine tehlikeli bir dönemi atlatabilmiş ve varlığını korumanın ötesinde geliştirerek, soğuk savaş döneminin son yarısında bağımsız devlet kimliği ile dünya sahnesindeki konumunu koruyabilmiştir. Devleti kuran Atatürk yeni siyasal yapılanmanın hem modelini belirlemiş hem de geleceğe dönük politikasının temellerini atmıştır. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti devleti denilince akla ilk gelen Atatürk’tür; çünkü bu devlet ve siyasal rejim bütünüyle onun çizdiği doğrultuda oluşan bir modeldir. Türkiye denilince, Atatürksüz bir değerlendirme yapılamaz, yapılırsa bu Atatürk modeline ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ters düşer. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün bir milli devlet yapısına sahip olduğu için Türk Anayasası’nda, devlet biçimi olan Cumhuriyet’in temel niteliklerinin en başında Atatürk Milliyetçiliği kavramı yer almaktadır. 1982 Tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın genel esaslar kısmında yer alan birinci maddede Türkiye Devleti’nin bir Cumhuriyet olduğu belirtilmektedir. İkinci maddede Cumhuriyet’in nitelikleri sayılırken, “Atatürk Milliyetçiliğine bağlı” kavramına yer verilmektedir. Bu tanımlama Anayasanın ikinci maddesine ve değiştirilemeyecek kısmına bir süs olsun diye konulmamıştır. Böylesine bir maddenin Anayasanın başlangıcında yer alması bir anlamda devletimizin dayanmış olduğu Atatürk modelinin anayasal güvence altına alınmasını sağlamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gövdesini ve çatısını kuran TC Anayasasına göre, devletimiz Atatürk Milliyetçiliğine dayanan bir milli devlettir. Bütün milli devletler kendi milletlerinin milliyetçilik anlayışına dayanarak tarih sahnesine çıkarken, Türkiye Cumhuriyeti neden Türk milliyetçiliğine değil de Atatürk Milliyetçiliğine dayanmaktadır? Bu sorunun yanıtı, Türk Devleti’nin siyasal yapılanması ile yakından ilgilidir.
Türkler tarih sahnesine on bin yıl önce Orta Asya’da çıkmışlar ve göçebe bir toplum olarak Asya ile Avrupa kıtalarının belirli bölgelerinde yaşayarak tarihin her döneminde Türk devletleri kurmuşlardır. Bu çerçevede genel olarak Türk milliyetçiliği Türk dünyasını çağrıştırmaktadır. Bugün Türkler, Doğu Avrupa’da, Karadeniz kıyılarında, Kafkas bölgesinde, Orta Asya’da, İran’da, Anadolu’da ve Ortadoğu ülkelerinde tarihin bir uzantısı olarak yaşamaktadırlar. Bu kadar geniş bir bölgeye yayılan Türkleri esas alan genel anlamda bir Türk milliyetçiliği Misak-ı Milli sınırlarını aşacağı için ve Turancılık anlamında Türklerin geleceğe dönük bütünleşmesini gündeme getireceği için, devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Türk milliyetçiliğini Misak-ı Milli sınırları içindeki Türkiye’nin geleceği için düşünmüştür. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Türk dünyası Sovyet imparatorluğunun esareti altına sürüklenirken, Anadolu ve Balkan Türklerini Atatürk, bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında bağımsız bir devlete doğru yönlendiriyordu. O’nun bu çabalarının başarıya ulaşması ile Türkler ilk bağımsız milli devletlerini, dünyanın merkez toprakları üzerinde ve Anadolu’yu esas alarak kuruyorlardı. Milliyetçilik cereyanları dünyanın çeşitli devletlerini milli bir yapıya dönüştürürken, Türklere de ilk milli devletlerini Anadolu toprakları üzerinde kazandırıyordu. Türkiye Cumhuriyeti batıdan kaynaklanan milli devlet döneminin bugünkü örneklerinden biridir ve bu yapısı ile Atatürk’ün eseridir.
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışına göre kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti Kuvayı Milliye döneminden gelme bir dayanışma içinde Türk Milletinin bütünü tarafından korunurken, daha sonraki dönemlerde demokrasiye geçilmesiyle beraber Atatürkçülerle milliyetçilerin yollarının ayrıldığı görülmüştür. Atatürk’ün izinden gidenler, O’nun ilkelerini Atatürkçülük ya da Kemalizm başlığı altında bir bütün olarak savunurken, milliyetçiler giderek Atatürk’ten uzaklaşmışlar ve Türk dünyasının etkisi altına girmişlerdir. Türk dünyasının ağırlığı dünya sahnesinde ortaya çıktıkça Türkiye’deki milliyetçi kesim, Atatürk’ün devlet modelinin dayandığı Misak-ı Milli sınırlarının dışına çıkarak Türk dünyasına hedef alan bir Türk milliyetçiliğine kaymışlardır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, Atlantik güçlerinin baskısıyla Türkiye demokrasiye girince yeni dönemde milliyetçilik Atatürk’ün partisinin dışına çıkmış ve ayrı bir parti olarak örgütlenmiştir. Milliyetçiliğin dincilikle beraber ayrı partiler halinde örgütlenmesi ile beraber, Türkiye’de amerikan modeli iki partili sistem değil ama merkez sağ ve merkez sol partilerle beraber milliyetçi ve de dinci parti örgütlenmeleri gündeme gelmiş ve Türk siyaset sahnesi dört partili bir yapıya oturmuştur. Dört partili yapıda milliyetçilik ayrı bir parti çatısı altında örgütlenirken, Atatürk’ün partisinin milliyetçilik ilkesi geride kalmış ve Türkiye’deki gayrimüslim unsurların etkisiyle, Atatürk’ün partisi milliyetçi bir parti olmanın ötesinde laikliği savunan laikçi bir parti konumuna sürüklenmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti bir milli devlet olarak tarih sahnesine çıkarken, imparatorluğun son dönemi olan İkinci Meşrutiyet yıllarında kurulan Türk ocaklarının önde gelen bir rolü vardır. İmparatorluktan milli devlete geçilirken, daha önceleri Genç Osmanlıların oluşturamadıkları Osmanlı milletini Türk ocaklarının öncülüğünde önceleri İttihatçılar, daha sonraları da Kemalistler, yeni dönemde Türk Milleti olarak tarih sahnesine çıkarabilmişlerdir. Ulusal kurtuluş savaşını yaparken, milli devleti kurarken ve daha sonraları da Türkiye Cumhuriyeti’ni korurken beraberce hareket eden milliyetçiler, Atatürkçüler ya da Kemalistlerin yolu, demokrasiye geçilmesiyle beraber ayrılmış ve soğuk savaş döneminin koşulları ile de bu ayrılık giderek kemikleşmiştir. Milliyetçilik Atatürk’ün dışında örgütlenirken, Türk dünyasını esas alarak yeni bir tür Turancılığa yönelirken, Atatürkçüler de Mustafa Kemal’in en büyük eseri olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Misak-ı Milli sınırları içinde korunmasına ve o dönemde kurulmuş olan ilk ve tek bağımsız Türk devleti’nin ayakta kalabilmesi için mücadele vermişlerdir. Atatürk sonrasında, tek parti döneminde, koruyucu politikanın öne geçtiği ve bu nedenle içe kapanarak hızlı bir gelişme ve kalkınma seferberliğine kalkışıldığı görülmektedir.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, Atatürk’ün partisi Avrupa Birliği’ne yönelirken milliyetçilikten biraz uzaklaşmış ve Hıristiyan Avrupa nedeniyle laiklik ilkesine daha çok önem verir bir duruma gelmiştir. Milliyetçi kesim ise, Avrupa Birliği’ne mesafeli olarak, Türk milliyetçiliği anlayışını Türk dünyası merkezli yürütmüştür. O dönemde sosyalist sistem Sovyetler Birliği’nde egemen olduğu için Türk milliyetçiliği daha çok sol ve sosyalizm düşmanlığı çizgisinde gelişmiş ve bu nedenle de soğuk savaş dönemi koşullarında Türkiye’yi bir iç savaşa sürükleyen sol-sağ çatışmasında sağ kesimin militan çizgisini oluşturmuştur. Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle beraber milliyetçilik anlayışı bir Sovyetler Birliği karşıtlığına dönüşmüş ve böylece aslında antiemperyalist çizgide olması gereken Türk milliyetçiliği anti sovyetizm doğrultusuna kaymıştır. Milliyetçiler antiemperyalizmi bırakıp antisol bir çizgide ilerlerken, Atatürkçüler de Atatürk’ün partisinin Avrupacı çizgiye kayması nedeniyle, milliyetçi çizgiden uzaklaşarak laik ve batıcı bir anlayışa yönelmişlerdir. Milliyetçilerin karşı politikalara yönelmeleri, Atatürk’ün eseri olan Cumhuriyet7e sahip çıkma çizgisinden uzaklaşmalarına neden olmuştur. Benzeri bir biçimde Atatürk’ün partisi de Avrupacı ve batıcı bir çizgiye kayarken milliyetçiliği unutmuş, Hıristiyan batıya hoş görünmek için Türkiye’deki gayrimüslimlerin öncülüğünde laikliği öne çıkarmıştır.
Atatürkçüler Avrupa batıcılığı yüzünden laikliğe kayarak milliyetçilikten uzaklaşırken, milliyetçi kesim de Türk dünyasına yönelerek Atatürk’ten kopmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında antiemperyalist çizgide dışa karşı beraber olan bu iki kesim sonraki dönemlerde demokrasicilik oynarken birbirlerinden uzaklaşmışlar ve zaman zaman da emperyalist kışkırtmalar sonucunda karşı karşıya gelmişlerdir. Soğuk savaşın son dönemlerinde Türkiye bir terör kışkırtmasıyla iç savaşa sürüklenirken Türk milliyetçileri sola karşı ülkücülük adı altında savaşmışlar, bütün solu karşılarına alırken, merkez solda yer alan Atatürk’ün partisi ile Atatürkçü kesimleri de karşılarına almışlardır. Türkiye’yi her on yılda bir askeri yönetimlere sürükleyen anarşi ve terör dönemlerinde Atatürkçü ve milliyetçiler karşı kamplarda yer almışlar ve emperyal kışkırtmalarla birbirleriyle savaşmak zorunda kalmışlardır. Bu durum Türk devletinin içerden parçalanmasına giden yolu açmıştır. Devleti kuran ve koruması gereken bu iki çizginin birbirine karşı bir noktaya gelmeleri, Türk devletinin yıkılmasına giden yolun başlangıcı olmuştur. Kargaşa ortamında Atatürkçüler ile milliyetçiler karşı karşıya gelirken, atı alan emperyalizm Üsküdar’ı geçmiştir. Türk devletinin iki sağlam unsuru birbiriyle çekişme noktasına geldiğinde, emperyalizm Türkiye’yi içerden ele geçirme şansını elde edebilmiştir.
SSCB’nin dağılmasından sonra komünizm tehlikesi ortadan kalkınca gerçek tehlikenin emperyalizm olduğu ortaya çıkmıştır. Milliyetçiler ülkücülük akımı çerçevesinde sol düşmanlığı yaparken emperyalizm karşıtlığını unutmuşlardı. En büyük emperyalist olan Avrupa ve Amerika’ya karşı değil ama sola ve SSCB’ye karşı mücadele ediyorlardı. Atatürkçüler ise Atatürk’ün ulusal sol anlayışı çerçevesinde daha dengeli hareket ediyorlar ama onlar da Avrupa süreci içerisinde milliyetçilikten uzaklaşarak batıcılığa kayıyorlardı. İki kutuplu dünya çöküp küreselleşme dönemine geçilince, tek ortak tehlikenin emperyalizm olduğu kesinlik kazanmıştır. İşte bu aşamada bütün dünyadaki milli devletlerle beraber bir milli devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde aynı noktaya gelerek gerçek tehlikenin emperyalizm olduğu konusunda düşünce birliğine varılmıştır. Finanskapital’in öncülüğünde bir küresel sermaye imparatorluğu isteyen patronlar kulübü sosyalist sistemden sonra ulus devletleri de tasfiye etmek isteyince, dünyanın her köşesinde yer alan ulus devletler kendilerini korumaya başlamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti de ulusal refleksleri ile kendilerini koruma noktasına gelince milliyetçi parti ile Atatürkçü gelenekten gelen bir başka parti Türkiye’de koalisyon yapabilmişlerdir.
Bugünkü aşamada, küreselleşmenin on beşinci yılı tamamlanırken AB sürecinde Türk Devletinin yarısı tasfiye edilmiştir. Anadolu ve Balkanlar’da yer alan Türkiye Cumhuriyeti artık merkezi bir devlet olmaktan çıkarılmakta, ulusal sınırlar içinde Türk ulusu olarak yaşayan Türk halkı Kopenhag kriterleri ile hızla alt kimlikli bir yapıya dönüştürülmek istenmektedir. Ulusal kurtuluş savaşı vererek tarih sahnesine çıkan Türk milleti ile birlikte Türk devleti de bu coğrafyadan silinmek istenmektedir. Yeniden Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki duruma dönülmüştür. Bu aşamada, imparatorluktan ulus devlete gidişi sağlayan ve ulusal kurtuluş savaşını beraberce vererek milli bir devlet kuran Atatürkçülerle milliyetçilerin, çatısı altında yaşadıkları milli devletlerini korumak ve ayakta tutabilmek için bir araya gelmeleri zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Henüz yürürlükte olan TC Anayasasında belirtildiği gibi devletimizin temel özelliği olan Atatürk milliyetçiliği anlayışı çerçevesinde bir an önce Atatürkçülerle milliyetçilerin bir araya gelmeleri gerekmektedir. Bu coğrafyada Türkiye Cumhuriyeti’nin başka türlü yaşama şansı kalmamıştır. Atatürk’ün partisi ile milliyetçi parti anayasadaki Atatürk milliyetçiliği ilkesinde bir araya gelerek Türkiye Cumhuriyeti devletini onararak ve bu bölgedeki emperyalist planlara karşı koruyacak bir milli koalisyonu bu yıl içinde yapılacak genel seçimlerde Türk milletinin önüne ulusal bir alternatif olarak koymaları gerekmektedir. Türk milletinin bu iki büyük partiyi Türkiye’nin geleceği için ortak hareket etmeye zorlamasında ulusal çıkarlar açısından yaşamsal önem vardır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder