BORALTAN KÖPRÜSÜ OLAYI - AĞUSTOS 1945
İkinci Dünya Savaşı yıllarında,1941 yılının Haziran ayında,
Almanya Sovyetler Birliği'ne saldırıp bu ülkeyi işgal etmeye başladığında,
Türkiye'nin Sovyetler Birliği ile ilişkileri eski gibi yakın değildi. Aksine,
iki ülke arasında önemli anlaşmazlıklar vardı. Daha 1939 yılında Moskova;
Türkiye'den boğazların savunulmasında ortaklık kurulmasını, yani boğazlarda
Sovyet üssünü talep etmişti bile... Bazılarının sandığının aksine, bu
talep ilk kez 1945 yılında değil, daha savaşın başında yapılmıştı. Elbette
Türkiye bu talebi uygun bulmayarak geri çevirmişti. Dahası; Sovyetler Birliği,
daha savaşın başında Almanya ile anlaşmış; İngiltere ve Fransa ile askerî bir
ittifak imzalayan Türkiye'yi de bu anlaşmadan ayrılarak, kendilerine katılmayı
davet etmişti. Bu talep de reddedilmişti. Sovyetler Birliği, bu bakımdan
Türkiye'yi şiddetle eleştiriyordu.
Aradan geçen zamandan sonra saldırıya uğrayan Sovyetler
Birliği, Almanya ile savaşırken; Türkiye'nin kendisine karşı en azından pasif
bir tutumla Almanya'yı desteklediğini ileri sürdü. Bütün savaş yılları boyunca
bu iddiasından da vazgeçmedi. Diğer yandan, müttefiklerin Türkiye'yi bir an
önce Almanya'ya karşı savaşa girmesi için ısrarlı taleplerinin yanında durdu.
Fakat Türkiye savaşa katılmayınca, Türkiye'nin müttefik olarak kabul edilmemesi
gerektiğini açıkladı. Bu aşamada da iki ülke arasındaki ilişkiler iyice soğudu.
Nihayet savaşın sonlarına doğru Alman ordusu, Sovyet
topraklarını terk ederken; savaş sırasında aslında Sovyet vatandaşı olan, fakat
bir şekilde Alman ordusu saflarına geçerek onların yanında savaşan pek çok
kişinin âkıbeti güçleşti. Bu kişiler, vatana ihanet suçlaması ile karşılaştılar
ve yakalandıklarında da idam edildiler. Bazıları Türkiye'ye kaçabildi. Fakat
savaşın galibi olarak Sovyetler Birliği, Türkiye'den bu kişileri geri istedi.
İddiası, bu kişilerin savaş suçlusu ve vatana ihanetten mahkûm olan kişiler
olduğu yolundaydı. Bu iddianın gerçek olup olmadığı belirsizdir; fakat o sırada
ABD ile İngiltere ve Fransa'yı da yanında bulan Moskova'nın bu talebi; o sırada
Birleşmiş Milletler olarak adlandırılan ve Almanya ile Japonya'ya savaş ilan
eden bütün ülkelerin gündemini oluşturmaktaydı. Türkiye de, 1945 yılında savaş
ilân etmişti zaten. Dolayısıya o da Birleşmiş Milletler üyesi olmuştu.
Sovyetler Birliği'nin bu talebi Türkiye tarafından yerine
getirildi. Aksi halde, o sırada neredeyse aralarında savaş olasılığı bulunan bu
iki ülkenin ilişkilerini daha gerginleştirecek bir gelişme söz konusuydu.
Moskova, talebin yerine getirilmemesini, Türkiye'nin Almanya'ya ve Alman
ordusuna karşı yeni bir yardımı olarak değerlendiriyordu. Müttefiklerin ağır
baskısı söz konusuydu. Bu düşünceler ışığında Türkiye, kendisine sığınan ve
suçlu olarak ilân edilen kişileri Sovyetler Birliği'ne iade etti.
Bir an için düşünmek gerekir ki; Türkiye, savaş yıllarında
sürekli olarak saldırıya uğrama ihtimali içindeydi. Önce Almanya'nın, ardından
da Sovyetler Birliği'nin saldırısına uğramaktan hep çekindi. Nitekim 1945
yılında, daha savaş bitmeden, Moskova, Türkiye'den hem boğazlarda askerî üs ve
hem de Doğu Anadolu'da toprak talebinde bulundu. Bu talepleri yerine
getirilinceye kadar da Türkiye ile arasında yirmi yıldan bu yana süren dostluk
ve saldırmazlık anlaşmasını fesh etti! Savaş adeta kapıda bir görünüme
bürünmüştü.
Türkiye'nin güvenliğinin sağlanmadığı bir sırada; ABD başta
olmak üzere bütün Batılı devletlerin Sovyetler Birliği ile birlikte davrandığı
bir dönemde; Türkiye'nin tek başına bir savaşı ve belki de işgali göze alarak,
Sovyetler Birliği'nin bu talebine karşı çıkarak, ona yeni bir saldırı gerekçesi
vermesi elbette düşünülemezdi.
Bu bakımdan; tarihsel geçmişi ve olayları, oldukları
sıradaki tarihsel gerçekliği içinde anlatmak ve anlamaya çalışmak önemlidir.
Tarihçilere düşen görev; geçmişi bütün boyutlarıyla ve olabildiğince geniş bir
perspektif içinde ele almaktır. Tarihsel geçmişi öğremeye çalışanlar da; bütün
bu gelişmelerin içinde alınan kararların doğruluğu ve yanlışlığı konusunda
kendi vicdanî kanaatlerini oluştururlar.
Tarihsel çerçeveyi tam olarak bilmeden ya da geçmişin
ayrıntılarına yeteri kadar önem vermeden; geçmişten politik malzeme devşirmeye
çalışmak; maalesef politikanın tabiatında bulunmakla birlikte; tarihsel
geçmişimizi değerlendirmek isteyecek vicdan sahibi herkesin dikkatini çekmesi
gereken bir husustur. İnönü Vakfı olarak; tarihsel gerçekliğin politik
tartışmalardan değil de; bilimsel ve akademik çalışmalardan oluşacağı yönündeki
ümidimizi her zaman koruduk ve korumaya devam ediyoruz.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Eylül 2012 tarihinde AKP
Genel Merkezi’nde genişletilmiş grup toplantısına katıldı ve burada yaptığı
konuşmada Suriye’de yaşanan olaylara ve Suriye’den Türkiye’ye sığınanlara
değindi:
“Bizim geleneklerimizde misafir kutsaldır. Zamanında Osmanlı
elçisi dahi sığınmacıların iadesini isteyen hükümdarlara ‘Onlar bize emanettir.
Onları size veremeyiz’ demişlerdir. Ancak CHP’nin bugün Suriye’den sığınan
mültecilere takındığı çirkin tavır kendi tarihinden de tekrarlamıştır.
CHP’nin on yıllar boyunca üstünü örtmeye çalıştığı bu olay
maalesef gerek Türk gerek Azeri tarihine acı bir hatıra olarak kazınmıştır.
1945 yılında 146 Azeri aydın Stalin zulmünden kaçıyorlar. Türkiye’ye
sığınıyorlar. Azeriler öz kardeşlerinin yurduna gelip kucaklaşıyor. Stalin
Türkiye’den bu Azerilerin derhal iadesini istiyor. Sınırdaki karakola telgraf
çekiliyor ve mültecilerin iadesi isteniyor. Karakol komutanı emri defalarca
teyit ettiriyor. Ancak CHP hükümetinden emir geliyor. Durumu anlayan Azeriler
lütfen bizi siz kurşuna dizin kendi bayrağımızın altında bizi öldürün diyorlar.
Ancak Ankara’dan gelen emir net. Boraltan köprüsünü geçen aydınlar, elleri
bağlanmış olarak infaz ediliyor. Karakol komutanının bu elim manzara sonrasında
intihar ederek canına kıydığı söyleniyor” [2].
Boraltan Köprüsü Olayı ne kadar gerçek? İnternet ortamında
ve konu üzerine yapılan diğer popüler yayınlarda bir hayli abartılı bilgiler
dolaşmakta; ayrıca bu olay, İnönü ve CHP düşmanlığı yapmak için bir araç olarak
kullanılmakta… Peki gerçek ne?
Aslında günümüz Türkiye’sinde Tek Parti Dönemi’ne dair ileri
sürülen suçlamaların önemli bir bölümü Demokrat Parti döneminde, 1950’li
yıllarda gündeme getirilmişti. Dolayısıyla günümüzdeki iddialar bir tekrar
niteliği taşımaktadır. Tarihçilerde de doğal olarak “deja vu” hissi
uyandırmaktadır.
Günümüzde Boraltan Köprüsü olayı olarak bilinen konuyu ilk
kez gündeme getiren isim DP Tekirdağ milletvekili Şevket Mocan’dı. Tarih: 1951…
Mocan, renkli bir simaydı. Mocan’ın renkli, kavgacı tavrı, aynı yıllarda DP
içerisinde de devam etmişti. Orman Kanunu’na ilişkin istediği düzenlemeler
nedeniyle dönemin Tarım Bakanı Nedim Ökmen ile de sıklıkla polemiğe girmişti.
Bakan hakkında DP Meclis Grubu’nda gensoru vermiş, sonraki süreçte partiden
atılmıştı[3]. Bir müddet sonra
CHP’ye girmiş, ancak CHP’nin 1959 yılındaki İlk Hedefler Beyannamesi’ni
beğenmeyerek DP’ye geri dönmüştü[4].
Şevket Mocan’ın Sovyetler Birliği’ne iade edilen Rus
mültecilere ilişkin soru önergesi Mayıs 1951 tarihinde TBMM’ye verildi[5]. Önergenin TBMM’de gündeme
geldiği tarih, 18 Temmuz 1951. Tek Parti Dönemi’ne yönelik Demokrat Parti
iktidarı dönemi boyunca dile getirilen eleştirilerin, hesap sorma isteklerinin
bir parçası olarak görmek mümkündür bu önergeyi… Ahmet Gürkan gibi
milletvekillerinin İnönü’nün mal varlığını, Halkevlerini ve CHP’nin mal
varlığını gündeme getirdikleri bu dönemde, söz konusu önerge, Türkiye’nin
İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmesi ve
1951 yılında da, Almanya’ya savaş haline son verilmesine ilişkin kanun
tasarısının görüşülmesi sonrasında gündeme geldi[6]. Mocan’ın önergesine dönemin
Adalet Bakanı Rüknettin Nasuhioğlu yanıt verdi. Günümüzde internet üzerinde
konu hakkında yapılan yayınlarda Mocan’ın iddialarına yer verilmekte, İnönü
suçlanmaktadır. Oysa Nasuhioğlu’nun yanıtlarına çok da yer verilmemektedir.
Dönemin TBMM Tutanak Dergisi’nde konuyla ilgili bir hayli bilgi bulunmaktadır.
Mocan’ın soru önergesi şöyle idi:
“T. B. M. M. Başkanlığı Yüksek Katına
Aşağıdaki suallerimin sözlü olarak Başbakan tarafından
cevaplandırılmasını rica ederim:
1. Muhtelif tarihlerde memleketimizde siyasi mültecilik
haklarına dayanarak iltica etmiş (156) mülteci 1947 senesinde, milletlerarası
hukuk kaidelerine tamamen aykırı olarak Sovyet Rusya'ya teslim edildikleri
doğru mudur?
2. Facia kurbanlarının sevk şekli de kurban gönderilen
mabudun usullerine uygun olmasındanve akıbetlerini görmesinden, teslim işinde
vazifeli Yedek Subay Posta Müfettişi Reşat’ın asabi rahatsızlığa uğradığı ve
sinir hastanelerinde elyevm tedavi olduğu doğru mudur?
3. 1945’te Almanya’daki öğrencilerimizi getiren İsveç
bandıralı vaporla (Enver Anar ve Âdem) isminde iki münevver askerî Türk mülteci
gencin senelerden beri memleketimizde tavattun etmiş amca ve teyzesinin
yanından alınarak (Ankara'ya gönderiyoruz) diye Komiser Muavini Ali Rıza
nezaretinde Kars’ta aynı mabuda kurban sundukları vâkı midir?”
Dönemin Adalet Bakanı ve Edirne milletvekili olan
Nasuhioğlu, soru önergesine Dışişleri, İçişleri ve Milli Savunma
bakanlıklarından aldığı bilgiler doğrultusunda yanıt verdi:
“Muhterem arkadaşlar, sorulan hususlar hakkında Dışişleri,
İçişleri ve Millî Savunma bakanlıklarından alınan bilgilere göre:
İkinci Cihan Harbinin başından itibaren memleketimize
muhtelif devletler tabiiyetini haiz askerî şahıslar iltica etmiş ve bunlar bitaraf
bir Devlet olmamız itibariyle harbin sonuna intizaren Yozgad’da kurulan kampta
enterne edilmişlerdir.
23 Şubat 1945 tarihinde Almanya ve Japonya'ya karşı harb
ilân etmemiz üzerine, müttefiklerimiz arasında yer almış bulunan Sovyet Rusya
kendi tebaasından olan askerî mültecilerin iadesini istemiştir. Bunun üzerine
Dışişleri Bakanlığınca Başbakanlığa yazılan 22.V.1945 tarihli tezkerede,
Almanya ve Japonya ile harb hâline geçmemizden sonra memleketimize iltica etmiş
olan müttefiklerimiz tebaasından asker olanların mütekabiliyet şartiyle
iadelerinin uygun olacağı teklif edilmiştir. Keyfiyet Bakanlar Kurulunca
incelenerek neticede ittihaz olunan Mayıs 1945 gün ve 3/2563 sayılı kararla;
‘Almanya veya Japonya veya her ikisi ile harb halinde olan devletler uyruğundan
memleketimizde bulunan mültecilerin yalnız askerlik hizmetine mensup
olanlarının mütekabiliyet esası çerçevesinde iade edilmeleri’ tasvip
edilmiştir. Bu karar mucibince ve Ankara’daki Sovyet Sefareti ile mütekabiliyet
esasını tesbit eden bir nota teatisi suretiyle (237) Sovyet askerî
mültecisinden (195) i ilk parti olarak 6.VIII.1945 tarihinde Tıhmıs kapısından
Sovyetlere iade edilmiştir. Fakat Sovyetlerin, Rusya'ya iltica etmiş olan bir
subayımızla iki erimizi, izlerinin bulunamadığını beyanla geri vermedikleri ve
bu suretle mütekabiliyet esasını ihlâl ettikleri cihetle, mütebakisinin ve ilk
partisinin sevkı esnasında yolda kaçan birkaç kişinin iadesinden vaz
geçilmiştir. Bundan sonra Başbakanlığın tensibiyle Dışişleri, İçişleri ve Millî
Savunma bakanlıklarının temsilcilerinden kurulan komisyonca tanzim olunan rapor
Bakanlar Kurulunun 1.IX.1947 tarihli toplantısında incelenerek, komisyon
raporuna göre işlem yapılması uygun görülmüş ve böylece Yozgad kampının
dağıtılarak yurdumuzda kalmayı arzu edenlerden Türk ırkından olanların
vatandaşlığımıza alınması esası kabul edilmiştir.
Enver Anar (Enver Kaziyef) ile Kadri Başaran (Adem
Kardeşbeyli) adındaki Kızılordu eski subaylarından iki kişinin de Sovyet
Rusya’ya iade edilen yukarda yazılı (195) kişilik listeye dâhil bulundukları
anlaşılmıştır.
Teslim işinde vazifeli yedek subay posta müfettişi Reşad'm
asabi rahatsızlığa uğradığı ve elyevm sinir hastanesinde tedavi edilmekte
olduğu hakkında bilgi mevcut değildir”.
Adalet Bakanı Nasuhioğlu’nun verdiği yanıt, Mocan’ı tatmin
etmedi. Kürsüye gelerek Bakanı da eleştirdi:
“Muhterem arkadaşlarım, huzurunuza getirdiğim vakıalar
geçmiş zamanda olmuş bitmişi basit hâdiseler değildir. Tahribatı bugün de devam
etmekte olan tarihî mesuliyetlerdir ki, onları 9 ncu Büyük Millet Meclisinin
huzuruna getirmemek, tarihe karşı bir suç olurdu; onun için getirdim. (Doğru
sesleri) Ancak hâdiseler, Adalet Bakanının izahları gibi cereyan etmemiştir.
Beni en çok müteessir eden nokta da budur.
Arkadaşlar, Bakanlık mesuliyetini verdiğimiz bir arkadaş,
eski devir mesullerinin cürümlerini kapatmak için hazırlanmış dokümanları
toplıyarak, sanki kendisi de o devrin Bakanı imiş gibi, o zamanın cürüm
avukatlığını yapıyorlar. Çok ehemmiyetli suallerin mücrimlerinin adeta
beraetine talip oluyorlar. Netice itibariyle bu tarihî mesuliyetler kayboluyor.
Istırabım bundandır.
Hayatı tesmiyemizde çok ehemmiyetli suallerimiz oldu. Fakat
ne yapalım ki, buna cevap veren arkadaşlar tamamiyle o devrin avukatı gibi
konuşarak bunların beraeti cihetine gittiler.
Hiçbir zaman, izah ettikleri gibi, enterne edilmiş askerler
değildir. Bir lahza bunun üzerinde durmanızı rica ediyorum: Bunlar askerî,
enterne edilmiş, insanlar mıdır, yoksa siyasi mülteci midirler? Askerî mülteci
diye, bizim bildiğimize göre, ya tayyaresi bozulup düşen yahut bir müsademede
bizim hudutların içerisine girmeye mecbur olan askerî idarece enterne edilmiş
insanlara denir. Fakat bir âkideden canını kurtarıp da hudutlarımıza iltica
eden insanlara ancak siyasi mülteci denir. Bunların içerisinde bizim
memleketimizle hiç alâkası olmadığı halde Fransa’daki kamplardan alınıp
götürülürken Arnavutköy açıklarında gemilerden canları pahasına denize atlayıp
balıkçılarımız tarafından kurtarılarak bize iltica edenlerde vardır. Bunlar
siyasi mülteci değil midirler?
Muhterem arkadaşım, Enver ve Adem isminde iki azeri
münevverden bahsettiler. Bunlar çok yakından tanıdığımız Konya Milletvekili
Ziyat Beyin kayın biraderleridir. Çok evvel Rus ordusunda subaylık etmişler,
fakat milliyetlerini unutmamışlar, o akideleri kabul etmiyerek Almanya’ya
kaçmışlar, orada uzun müddet bulunmuşlardır.
Sonra memleketimize gelerek hemşirelerinin yanına, Ziyat
Beyin hareminin yanına sığınmışlardır. Fakat yüz kızartacak bir hal olarak
bunlar bir gün evden alınarak, Ankara'ya göndereceğiz diye, Komiser Ali Rıza
refakatinde hududa götürülmüşler, ayni mabuda kurban sunulmuşlardır. Bu
milletin tarihinde bir tek mülteci İsveç Kralı Şarl için harb etmiş şerefli
hâdiseler çoktur; fakat siyasi mültecileri bir mabuda kurban sunar gibi sunmaya
götüren yüz kızartıcı, gönül parçalayıcı, hicabaver bir hâdise daha yoktur.
(Bravo sesleri).
İbnisuud mutavaat etmedi, mültecileri vermedi, fakat bizdeki
bir devrin adamları bizim tarihimize bu lekeyi yazdılar, mültecileri iade
ettiler arkadaşlar (Doğru sesleri).
Arkadaşım Konya Milletvekili Ziyat [7], hâdiseyi ikmal ederek bu
tarihî lekeyi, o devrin plâğı gibi tekrarlıyan Bakanlığın izahatı çerçevesinden
çıkaracak, 9 ncu Büyük Millet Meclisinin tarihine mufassalan geçirmek üzere,
benden sonra kendi sualiyle huzurunuza gelecektir”.
Mocan’ın eleştirileri üzerine Nasuhioğlu tekrar kürsüye
gelerek şu cevabı verdi:
“Muhterem arkadaşlarım, Tekirdağ Milletvekilinin konuşma
tarzındaki hususiyeti bilirim. Bendenizin burada vâki olan suale cevap verirken
istinad etmiş olduğum dokümanlar şüphesiz ki bizim zamanımızdan evvel cereyan
eden bir devrin mevcut dosyalarıdır. Burada eğer yüksek huzurunuzda yapmış
olduğumuz tahkikatın neticesi böyle olmuştur, diye bir hüküm verecek vaziyette
konuşmuş olsaydım o vakit sabık idarenin bir avukatı gibi konuşmuş olurdum. Fakat
mesele sual müessesesinin mânası dâhilinde elimizdeki resmî dokümanların resmî
ifadesi içinde kalarak bunu söylemektir. Nitekim mâruzâtımın başında şu şu şu
vekâletten almış olduğum malûmata istinaden arz ediyorum, diye elimizdeki
dosyaların yerini de göstermiş bulunuyorum. Bu itibarla sual soran zatın bu
inceliğe dikkat etmesini bizzat kendilerinden rica ederim. Burada sabık
idarenin ne avukatı vardır, ne de onun propagandasını yapan insan vardır.
Arkadaşlar, Yüksek Meclise hiçbir hakikat örtülerek gösterilemez.
Hiçbir vaka ve bir hakikat örtbas edilerek buraya getirilemez. Niçin örtbas
edeceğiz, ne var ki örtbas edeceğiz? Bizim icraatımız olsaydı belki onun
avukatlığını yapmak ve örtbas etmek ithamı olabilirdi. (Bravo sesleri) Fakat
kendi içinde bulunmadığımız bir devrin avukatlığını yapmaya ne lüzum ve ne de
sebep vardır ki, Şevket Mocan mütemadiyen bize ihtar ediyor? Arz ediyorum
bununla iyi bir harekette bulunmadı arkadaşlar. Burada yapılan müzakereler
umumi efkâr üzerinde açılmış müzakerelerdir. Eğer bu müzakereler neticesinde
yeniden bir tahkikata lüzum görülürse böyle bir tahkikat yapılabilir. Fakat
hiçbir vakit sual müessesesi kendi hudut ve resmiyetini aşarak başka bir
şekilde ifadede bulunamaz. Hakikat budur. Yine tekrar ediyorum, eğer mevzu bir
tahkikat mevzuu ise o da ileride belki düşünülebilir.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye, savaşın
uğramadığı ender ülkelerden biri idi. Bu nedenle de sıklıkla mülteci akınına
uğramaktaydı. Bunların önemli bir bölümü Alman işgaline uğrayan Ege
adalarındandı. Türkiye karasularından geçmek isteyen ve mülteci taşıyan
gemileri de anmak gerekir[9].
Türkiye giderek artan mülteciler sorununu hukuki düzenlemeler de yaparak (1941)
çözmeye çalışırken[10], diğer
taraftan özellikle Almanya ve Sovyetler Birliği’nin husumetini çekmemeye gayret
ediyordu. Çünkü izlenen denge politikası, saldırıya yol açacak bir gerekçe
vermemeyi amaçlıyordu. Ülkenin yönetici kadrosu –İnönü başta olmak üzere-,
Birinci dünya Savaşı’nda yapılan hatayı tekrar etmemek ve elden geldikçe
savaşın dışında kalmak niyetindeydi.
Dönemin arşiv belgeleri mülteciler konusunda bir hayli bilgi
içermektedir. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde savaşın son iki yılına ait
(1944-1945) belgelerin yoğunluğu dikkat çekicidir[11]. Bu konuda Genelkurmay ATASE
Arşivi’nde belgeler bulunmaktadır[12].
Türkiye, savaş yılları boyunca izlediği denge politikası
gereğince izlediği tarafsızlık politikasına son vererek –Yalta Konferansı’nın
ardından- 23 Şubat 1945 tarihinde ABD-İngiltere-Sovyetler Birliği Bloku’ndan
yana tavır aldı; Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti. Bu, elbette sonuna
gelinen bir savaş için sembolik bir davranıştı ve Birleşmiş Milletlere kurucu
üye olarak katılmayı da amaçlıyordu. Ancak yine de Türkiye, bu tavrıyla kazanan
ülkeler grubunun yanında yer aldı ve politikalarını ona göre dizayn etti.
Nitekim arşiv belgelerinden 14 Mart 1945 tarihli olanı Alman işgali altındaki
adalardan mülteci kabulüne devam edilmesi konusunu ele almaktaydı. Oysa kazanan
ülkelerden mülteci kabulüne son verilmişti. Bunlardan biri de Sovyetler Birliği
idi. 15 Mayıs 1945 tarihli belge buna yöneliktir. 21 Mayıs 1945 tarihli belge
ise, daha dikkat çekicidir ve doğrudan konumuzla ilgilidir:
“Almanya ve Japonya veya her ikisi ile harp halinde olan
devletler uyruğundan memleketimizde bulunan mültecilerin, yalnız askerlik
hizmetlerine mensup olanlarının, mütekabiliyet esası çerçevesinde iade
edilmesi”ni konu alan bu belge, Yozgat’taki kampta[13] tutulan asker kökenli
mültecilerin Sovyetler Birliği’ne iade edilmesinin önünü açmaktaydı. 30 Temmuz
1945 tarihli yazışma da, 6 Ağustos 1945 tarihinde Sovyetler Birliği’ne iade
edilen Azeri kökenli Sovyet askerlerine yönelikti.
1945 yılının Şubat ayının ilk yarısında toplanan Yalta
Konferansı’nın ardından Mart ayında Sovyetler Birliği Türkiye’ye bir nota verdi
(19 Mart). 7 Kasım 1945 tarihinde sona erecek olan, 1925 tarihli Türk-Sovyet
Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşması’nı yenilemeyeceğini bildirdi. Gerekçe İkinci
Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan yeni duruma uyum sağlamaması ve ciddi
değişikliklere ihtiyaç duymasıydı. Türkiye’nin Almanya’ya karşı Müttefiklerin
(Üçlerin/ABD-İngiltere-Sovyetler Birliği) yanında savaşa girmemesi, savaşın
dışında kalmak için çaba harcaması ve savaş sürecinde izlediği denge
politikası, savaşın dışında kalmasını sağlamıştı ama tam da bu nedenle Türkiye
-savaşın tahribatından kurtulsa da-, savaşın sonunda yalnız bir ülke
durumundaydı. Kazananlar arasında yer alan Sovyetler Birliği’ne karşı, ABD ve
İngiltere’nin desteğini sağlaması hiç de kolay değildi. Nisan ayı başında
Türkiye, Sovyetler Birliği’ne verdiği karşılık notasında yeni koşullar ışığında
gelecek tekliflere açık olduğunu, bunları dikkatle ve iyi niyetle inceleceğini
bildirdi. Haziran ayı başında Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, Moskova
Büyükelçisi Selim Sarper’e, bir anlaşma imzalanabilmesi için Türkiye’nin kabul
etmesi mümkün olmayan şartlar ileri sürdü. Bunlar arasında Türk-Sovyet
sınırında Sovyetlerin lehine değişiklikler yapılması, Boğazların ortak
savunulması, Sovyetlere Türkiye’de kara ve deniz üsleri verilmesi ve Montrö
Boğazlar Sözleşmesi’nin gözden geçirilmesi de vardı. Türkiye, istekleri
reddetti. Bunun üzerine Sovyetler Birliği, Bulgaristan ve Kafkasya’daki askeri
birliklerini faaliyete geçirdi. Haklı olarak Doğu Avrupa ve Balkanlardaki
Sovyet işgalinin benzerinin yaşanabileceği, ABD ve İngiltere’nin Türkiye’yi
yalnız bırakabileceği endişesi vardı. Bun rağmen Türkiye, hem Sovyetlere
direndi ve taleplerini reddetti hem de ABD ve İngiltere’yi gelişmeler konusunda
bilgilendirdi. Temmuz ayında toplanan Potsdam Konferansı’nda Sovyetler Birliği,
taleplerini ABD ve İngiltere’ye de iletti. İngiltere ve ABD, Türkiye’nin tam da
arkasında durmadılar ve sorunların iki ülke arasındaki görüşmelerle çözülmesini
istediler. Dolayısıyla Türkiye, Sovyet talepleri karşısında kısmen de olsa
yalnız kalmıştı[14]. İşte bu
ortamda, Sovyet tehdidi bu kadar kendini hissettirirken ve kağıt üzerinde de
olsa birlikte Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmişken, müttefik ülkelere ait
asker kökenli mültecilerin mütekabiliyet ilkesi çerçevesinde iade edilmesi, son
derece olağandı. Nitekim Sovyetlerin karşılıklılık ilkesine uymaması üzerine
de, iadelere son verilmişti.
Sonuç olarak iade edilenlerin öldürülmeleri, son derece
üzücüdür. Ancak dönemin koşullarının kısıtlayıcılığı ortadadır. Yaşananlar,
eleştirilmeyi elbette hak etmektedir[15].
Ortaya sürülecek hiçbir gerekçe yaşanan dramın büyüklüğü ortadan
kaldırmayacaktır. Bununla birlikte ilginç bir şekilde eleştirilenin CHP ve
özellikle de İnönü olması -milliyetçiliği ile ünlü dönemin başbakanı Şükrü
Saracoğlu’nun adının hiç anılmaması-, dikkat çekicidir.
BİBLİYOGRAFYA:
[2] “Erdoğan’dan önemli mesajlar”, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/21386210.asp (5
Eylül 2012).
Erdoğan konuşmasının
devamında şunları da söyledi:
“Bu olay bir ağıt oluyor:
Boraltan bir köprü, aşar
geçer Aras’ı,
Yuğsan Aras suyuyla, çıkmaz
yüzün karası.
Düşman bekler karşıda, önüne
kattı beni,
Can alınan çarşıda, kardeşim
sattı beni.
Dönüp seslendim geri,
merhametsiz birine,
Beni siz vursaydınız, şu
gavurun yerine.
İşte CHP budur. Bugün
CHP Azerbaycan’a Kırım’a göğsünü gere gere gidemez. Ama biz Saraybosna’ya da
Kahire’ye de Tunus’a da Gazze’ye de Bakü’ye de göğsümüzü gere gere gideriz. En
kısa zamanda Şam'a gideceğiz. Emevi Camisi'nde namaz kılıp, Suriyeli kardeşlerimizle
kucaklaşacağız”.
Erdoğan’ın konuşmasının
ardından Belgelerle Gerçek Tarih adlı internet sitesi de, Kadir
Mısıroğlu’nun Moskof Mezalimi adlı kitabına atıf yaparak, Ruslara
teslim edilen Azeri sayısının 417 ve olayın sorumlusunun İnönü olduğunu
belirten bir yazı yayınladı. “Boraltan Katliamı (Belgelerle) İsmet İnönü Azeri
kardeşlerimizi Ruslara teslim etti”, http://belgelerlegercektarih.com/tag/boraltan-koprusu/ (son
erişim tarihi: 9 Ağustos 2015).
Site, hem sayıyı arttırmakta
ve hem de faturayı İnönü’ye kesmekte.
[3] “Ş. Mocan’ın yeni takriri”, Milliyet, 15
Nisan 1952; “DP Meclis Grupu dün toplandı”, Milliyet, 29 Nisan 1953;
“Şevket Mocan”, Milliyet, 8 Temmuz 1953.
[4] “Şevket Mocan CHP’den istifa etti”, Milliyet, 22.1.1959;
Şevket Mocan tekrar DP’li ol, Milliyet, 3 Haziran 1959.
[5] “Ruslara teslim edilen mülteciler”, Milliyet, 26
Mayıs 1951. Mocan, önergeyi önce DP Meclis Grubu’nda dile getirmiş, ardından da
TBMM’ye taşımıştı.
[7] Mocan’ın sözünü ettiği milletvekili Ziyad
Ebüzziya’dır. Ancak, Ebüzziya sözü edilen açıklamayı yapmamıştır.
[9] Nazilerden kaçan Musevileri taşıyan Struma
gemisi ve yaşanan facia da bu arada anılmalıdır. Bu konuda örneğin bkz. Halit
Kakınç, Struma, Destek Yay., İstanbul, 2012; Çetin Yetkin, Struma,
Bir Dramın İçyüzü, Gürer Yay., İstanbul, 2008
[10] Ahmet Emin Yaman, “II. Dünya Savaşında
Türkiye’de Askeri Mülteciler ve Gözaltı Kampları (1941-1942)”, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/29/215.pdf
(son erişim tarihi: 12 Eylül 2015).
[11] Konumuz 1945 yılında Sovyetler Birliği’ne
iade edilen mülteciler olduğu için, sadece bunları belirtmek yeterli olacaktır:
Tarih :15/5/1945 Sayı
: Dosya :97231 Fon Kodu :30..10.0.0 Yer No
:117.815..19.
Suriye ve Sovyet Rusya
hudutlarından gelen mültecilerin kabul edilmemesi.
Tarih :21/5/1945 Sayı
:2563 Dosya :76207 Fon Kodu :30..18.1.2 Yer No
:108.29..16.
Almanya ve Japonya veya her
ikisi ile harp halinde olan devletler uyruğundan memleketimizde bulunan
mültecilerin, yalnız askerlik hizmetlerine mensup olanlarının, mütekabiliyet
esası çerçevesinde iade edilmesi.
Tarih :30/7/1945 Sayı
: Dosya :97232 Fon Kodu :30..10.0.0 Yer No
:117.815..20.
Sovyet Rusya'ya iade edilecek
mülteciler.
[13] İkinci Dünya Savaşı yıllarında kampta
ağırlıklı olarak Sovyetler Birliği kökenli mülteciler vardı. Örneğin 1941
yılında Yozgat kampındaki 105 mültecinin 86’sı Sovyetler Birliği kökenliydi.
Geri kalanların 10’u Alman, 8’i Bulgar, 1’i İngiliz ve 1’i İspanyol idi. 1942
yılında ise Sovyetler Birliği kökenli mülteci sayısı 117’ye ulaşmıştı. Bunların
13’ü subay, 103’ü er ve 1’i de askeri memurdu. Bkz. Yaman, agm.
Kampta bulunan mültecilere
dair Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde bulunan belgeler ise şunlardır:
Tarih :16/4/1947 Sayı
: Dosya :51230 Fon Kodu :30..10.0.0 Yer No :55.368..39.
Yozgat kampında tutulan üç
Alman mültecinin sınır dışı edilmelerini Bakanlığın uygun gördüğü.
Tarih :1/7/1944 Sayı
: Dosya :51205 Fon Kodu :30..10.0.0 Yer No :55.368..15.
Yozgat kampından kaçmak üzere
iken yakalanan Fransız mültecilerin üzerinden çıkan mektup.
Tarih :26/5/1942 Sayı
: Dosya :8169 Fon Kodu :30..10.0.0 Yer No :81.532..8.
Yurdumuza iltica eden
tayyarecilerden talimatnamelere uymayanların Yozgat kampına nakil
olunacaklarına dair.
[14] Dönemin dış politikası için bkz. Selim
Deringil, Denge Oyunu, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası, Tarih
Vakfı Yurt Yay., İstanbul, 1994; Nuri Karakaş, Türk-Amerikan Siyasi
İlişkileri (1939-1952), Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara, 2013; Türk
Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, (Editör: Baskın Oran), İletişim Yay.,
İstanbul, 2014.
“CHP iktidarının mültecileri
iade etmesi konusu 1965 Seçimleri öncesinde de gündeme getirildi. 7 Ekim 1965
tarihli Adalet Gazetesi’nde çıkan imzasız başyazıda İnönü’nün günahları
arasında sayılan, ağıtlarda, şiirlerde dillendirilen bu acı olaylar,
filmlere de konu oldu. Mehmet Kılıç’ın yönetmenliğini üstlendiği ve Cüneyt
Arkın, Oya Aydoğan, Baki Tamer gibi oyuncuların rol aldığı, 1977 yapımı ‘Güneş
Ne Zaman Doğacak’ adlı filmde benzer bir konu işlenmiş ve ‘1945 yılında
Sosyalist bir ülkeden Türkiye’ye iltica eden daha sonra düşmana edilirken
sınırda şehit edilen 150 Türk’ün aziz hatırasına atfedilmişti’”. Bkz. Emre Gül,
“Ne düşünüyorsun?CHP, mültecileri Sovyetlere kurban etmişti”, http://www.dunyabulteni.net/haber/303823/chp-multecileri-sovyetlere-kurban-etmisti (son
erişim tarihi: 10.08.2015).
Maraş’ta Aralık 1978 tarihine
Cüneyt Arkın'ın başrolünü oynadığı “Güneş Ne Zaman Doğacak” filminin
gösterimi sırasında sinema salonuna patlayıcı madde atılması, Maraş Katliamı’nı
başlamasının kıvılcımını ateşlemişti. Olaylar sırasında 100’den fazla Alevi öldürüldü.
Alevi ve Komünist düşmanlığının kışkırtıldığı dinci-milliyetçi bir katliam olan
Maraş Katliamı, 12 Eylül askeri darbesine giden önemli kilometre taşlarından
biridir. Bu konuda örneğin bkz. Aziz Tunç, Beni Sen Öldür, Maraş / 78, Fırat
Basın Yayın, İstanbul, 2014; Orhan Tüleylioğlu, Kahramanmaraş Katliamı, Uğur
Mumcu Vakfı Yay., Ankara, 2010.
[status draft] [nogallery] [geotag on] [publicize
off|twitter|facebook] [category araştırma]
[tags TARİH, Boraltan Köprüsü, Olay] MAIL : ozel-buro@isnet.net.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder