20 Ekim 2018 Cumartesi

BAŞKENT'i İSTANBUL'a Taşıma Sevdasından Olsa Gerek "Türkiye tarihinde bir ilk: 29 Ekim’i İstanbul'a taşıdılar." Havaalanı açılışı nedeniyle bir ilk yaşanacak ve Cumhuriyet resepsiyonu İstanbul’da yapılacak.

Türkiye tarihinde bir ilk: 
"29 Ekim’i taşıdılar"
Havaalanı açılışı bahane edilerek bir ilk yaşanacak ve "Başkent'in geleneksel Cumhuriyet resepsiyonu" İstanbul’da yapılacak.

(AA.20 Ekim 2018 - 09:46)
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu yıl bir ilk yaşanacak. Henüz 13 Ekim’de, başkent oluşunun 95. yıldönümü kutlanan Ankara, bu yılki 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları kapsamı dışında bırakılacak. Bu yılki kutlamalarda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ankara’da sadece Anıtkabir’i ziyaret edecek. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resepsiyonu ise aynı gün açılışı gerçekleştirilecek İstanbul’daki üçüncü havaalanı ve Dolmabahçe Sarayı’nda yapılacak.
‘Esaslara aykırı’
Prof. Dr. Sina Akşin, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nın “milli yönü ve anlamı” nedeniyle başkentte kutlanmasının esas olduğunu belirterek, bu yılki kutlamaların İstanbul’da yapılacak olmasının “devlet esasına aykırı olduğunu” kaydetti. Ankara ’daki kutlamaların İstanbul’da, 3. havaalanının açılışı gerekçe gösterilerek yapılmasının “Cumhuriyetin değil, havaalanını kutlamaların merkezi yapmak anlamına geldiğini” belirten Akşin, “Halbuki orası sadece bir inşaat” dedi. Milli Mücadele döneminden örnekler veren Akşin, “ İstanbul’un yeniden başkent olması söz konusu değildi. Çünkü orası bir liman kentidir. Deniz kıyısındadır ve denizlere hâkim olan da o günlerde emperyalist güçlerdir. Başkentlerin kolay erişilemeyecek yerde olması devletin güvenliği açısından son derece önemlidir. Ankara’nın tarihsel öneminin yanında, kritik önemi de vardır” görüşünü dile getirdi.
‘Kabul edilemez’
ADD Genel Başkanı Prof. Dr. Süheyl Batum da, her devletin birtakım törenleri, eylemleri ve simgesel alametleri olduğuna dikkat çekti. Batum, şunları söyledi: “16 Nisan anayasa referandumundan sonra, özellikle iktidar kanadından, Erdoğan için ‘Birinci Cumhurbaşkanı’, sistem için de ‘yeni bir sistem’ nitelendirmelerini dinliyoruz. Bu bana göre, Ankara ’da, ta 1923’ten beri yapılan kutlamaları ‘Bu sene İstanbul’da işimiz var, orada yapalım. Seneye de başka şehirde, bir sonraki senede de yurtdışında yapalım’ denilebilecek bir olgu değildir. Resmi törenlerin Ankara’da yapılmamasının iki anlamı vardır. Ya bu devletin devamlılık ilkesini bilmiyorsunuzdur, anlamamışsınızdır ya da bu tür tarihsel önemi haiz kutlamaları, 29 Ekim’i bilmiyorsunuzdur. Daha önemlisi ‘yeni bir devlet kurduğunuzu’ düşünüyorsunuzdur. Bu kabul edilemez”
‘Kimliğine zarar verir’
CHP Grup Başkanvekili Levent Gök de “bu durumun doğru olmadığını umduğunu” belirterek, “Devletin bir sürekliliği ve teammülleri vardır. Bu kurallar çiğnenmeye başlandığında devlet anlayışında çöküş meydana gelir” dedi. Ankara’nın 13 Ekim 1923’te başkent olduğunu ve kısa bir süre sonra da Cumhuriyetin ilan edildiğini anımsatan Gök, “Bu nedenle Ankara’daki Cumhuriyet kutlamalarının merkezi olmak zorunda”dır dedi.
KAYNAK: http://www.gercekhaberci.com/turkiye-tarihinde-bir-ilk-29-ekim-i-tasidilar/75675/

19 Ekim 2018 Cuma

ATATÜRK’ÜN DEVLET MODELİ "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" -Mustafa Kemal ATATÜRK’ten Türk ulusuna yadigâr; İnsan hakları, eşitlik, adalet ahlâkı ve evrensel hukuka sahip ve saygılı, emperyalizm karşıtı "milli devlet modeli" zorlanmaktadır.

ATATÜRK’ÜN DEVLET MODELİ 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Türkiye Cumhuriyeti son günlerde son derece ilginç tartışmalara sahne olmaktadır. Atatürk’ün devlet modeli her yönden saldırıya uğratılırken, sanki böyle bir şey yokmuş gibi bir durum yaratılarak, Türk devletinin tasfiyesi sürecine devam edilmek istenmektedir. Dünyanın ve merkezî bölgenin son yıllarda içine sürüklendiği gelişmeler sonucunda, yeni devlet modellerinin aranması ve bu doğrultuda var olan eski siyasal yapıların zorlanması çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti de çok ciddî bir sınavdan geçmektedir. Küreselleşme adına empoze edilen girişimler, Avrupa Birliği’nin bitmek tükenmek bilmeyen talepleri, küçücük İsrail’in Amerika Birleşik devletlerini arkasına alarak, Türkiye’yi bir yerlere sürükleme çabaları, ABD’nin dünyanın en büyük gücü olarak ayakta kalabilmek için geliştirdiği yeni politikaların hepsi gelip dünyanın merkezindeki Türkiye üzerinde odaklanmakta ve Atatürk’ten Türk ulusuna yadigar kalmış olan devlet modelini zorlamaktadır. Küresel sermayenin bütün dünyayı babalarının çiftliğine dönüştürmek amaçlı yeni sömürge planları da bu duruma ek olarak katlanılmaz külfetleri bütün dünya halklarına ve devletlerine dayatmaktadır.
Amerikan emperyalizminin Avrasya hegemonya merkezi olarak Ankara’da kurulmuş olan özel Amerikan üniversitesi
Tam bu aşamada, Amerikan emperyalizminin Avrasya hegemonya merkezi olarak Ankara’da kurulmuş olan bir özel Amerikan üniversitesinde, dünyanın hiç bir ülkesinde görülmemiş bir sivil anayasa sempozyumu düzenlenmiş ve buraya gelen Anayasa Mahkemesi Başkanı, bazı neoliberal mandacı ve cemaatçi kadrolarla beraber, var olan Türkiye Cumhuriyeti anayasasına karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkış normalin ötesine giderek, sivil anayasa görünümünde bir federasyon devleti arayışlarını tırmandırırken, Yüksek Mahkeme Başkanı Türk Anayasası’nın değişmez maddelerinin değişmesini açıkça talep etmiştir. Ertesi gün basına geniş olarak yansıyan bu istek, beraberinde yeni anayasa tartışmalarını gündeme getirmiştir. Eskiden beri federasyoncuların üniter devlete karşı çıkan girişimleriyle, cemaatçilerin laik devlete karşı çıkan tutumları devam edip giderken, Türk devletinin aynı zamanda millî ve merkezî siyasal yapılanmasını güvence altına alan, değişmez maddelerin değiştirilmek istenmesi kamuoyunda haklı olarak ciddî bir kuşku ve tepki yaratmıştır. Neredeyse bir yüzyıla yakın bir süredir, ulusal, üniter, merkezî ve laik bir devletin çatısı altında yaşamakta olan Türk ulusunun, emperyalizmin istekleri ya da planları doğrultusunda eskisinden çok farklı bir yöne çekilmek istenmesi, artık en üst noktada anayasal düzeni hedef alması, ülkemiz açısından ciddî tehditler oluşturmaktadır. Bütün hukukçular gibi, Yüksek Mahkeme üyeleri ve başkanlarının da bu durumu yerinde bilmeleri gerekmekte ve anayasa ile ilgili konuşurlarken, Türkiye Cumhuriyeti devlet sistemini bilerek hareket etmeleri gerekmektedir. Bu durumu dikkate almayan sorumsuz demeçler ya da ayaküstü konuşmalar eskiden buyana Atatürk’ün devlet modeline karşı mücadele eden işbirlikçi çevrelerin ekmeğine yağ sürmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ilk üç maddesi değiştirilemez.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ilk üç maddesi değiştirilemez. Dördüncü maddeye göre, bu değişmez maddelerin değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Bu maddelerin değiştirilmesini teklif etmek, var olan anayasal düzene göre suçtur. Böylesine bir anayasal suçun kovuşturulması ve değiştirme isteyenlerin anayasal suç çerçevesinde anayasal yargıya çıkarılmaları gerekmektedir. Ne var ki kadı konumundaki kişilerin böylesine bir konuma sürüklenmeleri noktasında, kimin kimi yargılayacağı konusu çok ciddî bir anayasal sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Ne var ki, var olan anayasayı sözü ve ruhu ile uygulamak konumunda bulunan bir yüksek yargıcın, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeler ile ilgili değişiklik önermesi, Türkiye’de var olan siyasal bunalımın en üst düzeydeki bir göstergesi olarak ortaya çıkmaktadır. Mızrağın çuvala sığmadığı bir aşamada, kralın çıplak olduğunu bir yüksek yargıç dile getirmektedir. Böylesine bir aşamaya gelinmesi dikkate alınarak ilgili ve yetkili kesimlerin ve makamların sorunun aşılabilmesi doğrultusunda üzerlerine düşeni yapmaları gerekmektedir. Aslında hiç kimsenin uyumadığı ve herkesin herkesi izlediği bir aşamada, sözlerin ve yazıların anlamı daha da ağırlaşmakta ve maksadı aşan durumlar ortaya çıkmaktadır. İyi niyetli gibi dile getirilen sorunların arkasında başka plan ve programların olduğunun anlaşılması, her kesimi olduğu kadar hukukçuları da rahatsız etmekte ve tartışmaların başka yönlere kaymasına neden olmaktadır.
Genel bir durum muhasebesi yapabilmek!..
Son yıllarda birbiri ardı sıra yaşanan olaylar artık genel bir durum muhasebesi yapabilmek için yeterli bilgi kaynağı yaratmıştır. Herkes gizli niyetlerini başka söylemlerle gündeme getirmeye çalışmakta ve Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısını zorlayıcı ya da değiştirici yeni adımlar, “değişim” görünümü altında kamuoyuna dayatılmaktadır. Atatürk’ün kurduğu devlet modelini bir türlü kabul etmek istemeyen emperyalistler, yerli işbirlikçileri aracılığı ile çeşitli metot ve yöntemlerle kendi kafalarının içinde gizledikleri planları gerçekleşebilme hedefi doğrultusundaki ciddî dayatmaları demokrasi, insan hakları, küreselleşme, değişim, Avrupa Birliği gibi karşı çıkılamayacak kavramların arkasına saklanarak sürdürmektedirler. Küreselleşme döneminin ilk yıllarında ilgi ile izlenen bu tutum aradan yirmi yıl geçtikten sonra artık kabak tadı vermiştir. Küresel emperyalizm giderek evrensel faşizme dönüşürken hâlâ ulus devletleri zayıflatma kampanyalarının demokrasi görünümüyle sürdürülmek istenmesi, çok ciddî boyutlarda tepki ile karşılaşmaktadır. Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin yollarının ayrıldığı bir aşamada sanki böyle birlik varmış gibi hareket etmek ve Türkiye’nin de gelecekte bu birlik içinde yer alacağı şeklinde davranmak, açıkça Türk ulusu alay etmektir. Avrupa Birliği’ni bir manivela gibi kullanmak isteyen emperyalizm ve siyonizm Türkiye’yi kendi istedikleri planlara doğru sürüklerken, bu kıtasal birliğin bitme noktasına gelmesi yeni bir durumdur ve artık eskisi gibi Avrupa üzerinden sürdürülen aldatmacalarla Türk devleti Ortadoğu’da İsrail ve Amerikan oyunlarına alet edilemeyecektir. İnsan hakları gibi kutsal bir kavramın Yugoslavya’da ve Irak’ta emperyalist amaçlı kullanılması da, artık bu kavramın siyasal manipülasyonlarda kullanılmasını zorlaştırmıştır. Türk ulusuna karşı yıllardır sürdürülen oyunlar ve sahtekârlıkların arkasında yatan gerçek niyetler ortaya çıkmış ve Atatürk’ün devlet modelini ortadan kaldırmak isteyen büyük bir oyunla ile Türkiye’nin karşı karşıya olduğu anlaşılmıştır. Değişim görünümlü her türlü emperyal plan devre dışı kalırken, bu kez de sivil anayasa görünümlü bir başka oyun sahnelenmek istenmekte ve yeni bir anayasa dayatmasıyla gene Atatürk’ün kurduğu merkezî, ulusal, üniter ve laik devlet modeli ortadan kaldırılmak istenmektedir. Diğer bir değişle, siyasal girişimlerle gerçekleştirilemeyen tasfiye operasyonu sivil görünümlü hukuk adımları ile tamamlanmaya çalışılmaktadır. Son sivil anayasa girişimi ve bu doğrultuda anayasanın değişmez maddelerinin değiştirilmek istenmesi, böylesine yeni bir oyun ile Türk ulusunun karşı karşıya olduğunu açıkça göstermektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na göre, Türk devletinin ulusal kurtuluş günlerinden gelen bir siyasal yapılanması vardır.
Anayasaya göre, Türk devletinin ulusal kurtuluş günlerinden gelen bir siyasal yapılanması vardır. Bu Atatürk’ün devlet modelidir. Bu modelin arkasında kurucu irade olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi bulunmaktadır. Dünyanın merkezindeki çok uluslu imparatorluk olarak Osmanlı Devleti çökünce, geride kalan topraklarda bir millî devletin kurulmasına giden yol son Osmanlı Meclisi’nde alınan ulusal ant kararı ile başlatılmıştır. Misak-ı millî özgün adı ile alınan karar doğrultusunda Türk ve Müslümanların çoğunlukta bulunduğu merkezi bölgeler bir millî devletin çatısı altında yeniden bir araya getirilmek üzere bir Ulusal Kurtuluş Savaşı verilecektir. Bu doğrultuda başlatılan Millî Mücadele, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde alınan kararlar doğrultusunda yürütülmüş, Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra, meclis hükümeti sistemi içinde yeni millî devletin kuruluşu tamamlanmıştır. Ulusal Kurtuluş Savaşı zafere ulaştırıldıktan sonra, Lozan Antlaşması ile bütün dünya yeni millî devleti tam bağımsız bir siyasal yapı olarak tanımıştır. Sivas Kongresi kararları doğrultusunda merkezî, ulusal ve üniter bir devlet kurulmuştur. Daha sonraki aşamada meclise sunulan “Halkçılık Bildirisi” ile de ilk anayasanın temelleri atılmıştır. Halkçılık temeline dayanan bir ulus devletin kuruluşuna giden yol tarihsel süreç içerisinde aşama aşama gerçekleştirilmiştir. Atatürk halktan aldığı yetki ile hareket ederek, Osmanlı Devleti’nin bitme aşamasında kabul edilen ulusal anta yaraşır bir biçimde yeni ulus devleti, merkezî ve üniter bir yapıda oluşturmuştur. Atatürk’ün kendi el yazısı ile kaleme aldığı Halkçılık Bildirisi incelenirse, her türlü bölücülüğe, eyalet ve federasyon sistemlerine alternatif olarak halk egemenliğine dayanan bir temsili rejimin temellerinin atıldığı ve daha sonra da cumhuriyet ilân edilerek bunun anayasal bir sisteme dönüştürüldüğü görülmektedir. Atatürk’ün devlet modelinin arkasında, Mîsak-ı Millî, Erzurum ve Sivas Kongreleri kararları ile Lozan Antlaşmasının maddelerinin bulunduğunu iyi bilmek gerekmektedir. Mustafa Kemal daha sonra kendi hazırladığı Halkçılık Bildirisi ile ilk anayasanın temel çerçevesini çizerek, ortaya ulusal egemenliğe dayanan bir merkezî ve üniter bir devlet yapısı koymuştur. Cumhuriyetin ilânı ile halk egemenliği bir rejime dönüştürülmüş, yeni partilerin kurulmasıyla demokrasiye geçiş denemeleri yapılmış ama İkinci Dünya Savaşı koşullarının baskısıyla demokrasiye geçiş savaş sonrası yıllara ertelenmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün son döneminde Anayasa’ya giren ve 1960'a kadar Anayasa'da kalan, özenle korunan altı ilke,
Atatürk’ün son döneminde Anayasa’ya giren altı ilke, Türk devlet yapısının temel taşları olmuş ve Atatürk’ün devlet modeli bu altı ilke doğrultusunda geleceğe dönük olarak kurumlaştırılmıştır. Fransız Devrimi’nden gelen cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik ilkeleriyle beraber, Rus Devrimi’nden gelen devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkelerinin Türkiye gerçeklerinde yeni bir sentez oluşturabilmesi için Atatürk önemli çalışmalar yapmış ve en sonunda belirlenen altı ilke Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk’ten gelen devlet modelinin temel taşları olarak Anayasa’daki yerlerini almışlardır. İki kutuplu dünya sisteminin tam arasında kalan merkezî coğrafyada bağımsız bir devlete yönelen Atatürk, Batı ve Doğu Blokları’nın temelinde yatan iki büyük devrimden gelen ilkeleri Türkiye gerçeğinde kaynaştırmak istemiş ve böylece kutuplardan hiç birisine dahil olmadan dünyanın ortasında bağımsız bir devletin temellerini atmıştır. Böylece Batı Bloku’nun sömürgesi ya da sosyalist sistemin bir eyaleti olmaktan Türkiye’yi kurtaran Atatürk, kurmuş olduğu devlet yapısını, geleceğe dönük olarak bağımsız bir yolda ilerleyebilmesi için, kendine özgü ilkelerle diğer ülkelerden farklı bir sisteme kavuşturmuştur. Atatürk’ün bu kendine özgü devlet sistemine Batılı ülkeler “Kemalist Devlet” isim takmışlar ve günümüze kadar Atatürk’ün devlet modeli Kemalist Devlet olarak devam edip gelmiştir. Tam bağımsızlığı kendi kaderi olarak tanımlayan Atatürk, kurmuş olduğu devleti de geleceğe dönük olarak tam bağımsız bir biçimde ayakta kalacak tarzda kurumlaştırmıştır. Bu nedenle, geçen yüzyılın sonlarına doğru sosyalist sistem yıkılmasına rağmen, Atatürk’ün devlet modeli ayakta kalarak zamanımıza kadar varlığını sürdürmüştür.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, "tam bağımsız ve güçlü; Ulusun Devletini özenle koruma yanlısı" sert ve katı bir sisteme sahiptir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, sert ve katı bir anayasal sisteme sahiptir. Dünyanın ortasına emperyalist güçler saldırırken, bu bölgedeki devletleri tehdit ettikleri için, Atatürk gelecekte de bu tür saldırılara karşı direnebilecek bir devlet yapısını bağımsız ve güçlü bir biçimde kendi modeli ile ortaya koymuştur. Bu nedenle, Türk Anayasası’nın bazı maddeleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Özgürlükler ve otorite dengelenirken, güçlü yürütme ile devletin gücü artırılmış ve böylece her türlü saldırıya karşı devletin bağımsızlığı güvence altına alınmak istenmiştir. Atatürk, cumhuriyeti emanet ettiği Türk gençliğine 10. yıl söylevinde bir siyasal miras bırakırken, her türlü gaflet, delâlet ve hıyanete karşı gelecek kuşakları uyarmıştır. Bugün yaşanan olaylar dikkate alınırsa, ülkenin kuşatıldığı devlet ve kamu kurumlarının içeriden ele geçirildiği bir aşamada Türk Devleti’nin kurucusunun ne derece uzak görüşlü olduğu bir kez daha kanıtlanmaktadır. Anayasa’yı uygulamakla görevli yüksek yargıçların, değişmez maddelerin değiştirilmesini önerme noktasına gelmeleri ve bu yoldan Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kaldırılmasına aracı olmaları konusu da gene Atatürk’ün ne derece haklı olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Emperyalist saldırı, ekonomik sömürgecilik ya da psikolojik savaş yolları ile Türk Devleti’nin Atatürk’ten gelen modelini değiştiremeyenlerin, bu kez hukuk yolunu deneyerek, Anayasa’nın değişmez maddelerini hedef aldıkları görülmektedir. Türk Devleti’nin çatısını oluşturan Anayasa’nın bu tür girişimlerle değiştirilmek istenmesi, Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kaldırılmasına giden yolu açacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın başlangıç hükümleri
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın başlangıç hükümleri de ilk üç madde ile beraber bir bütün oluşturdukları için değiştirilemeyecek maddeler arasında yer almaktadır. Atatürk’ün sözlerine ve eylemine yapılan atıflar, başlangıç hükümlerini de Atatürk’ün devlet modelinin bir bölünmez parçası hâline getirmiştir. Türk Devleti’nin bir cumhuriyet olması, cumhuriyetin temel nitelikleri olarak toplumun huzuru, millî dayanışma, adâlet anlayışı, insan haklarına saygı, Atatürk milliyetçiliğine bağlılık, demokratiklik, laiklik ve sosyal hukuk devleti, Atatürk’ün devlet modelinin temel taşlarıdır. Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesi doğrultusunda üniter devlet ile, başkentin Ankara olması çerçevesinde merkezi devlet ilkeleri de gene Atatürk’ün devlet modelinin bölünmez parçalarıdır. Anayasal çerçevede korunmakta olan devrim yasaları da gene Atatürk’ün devlet modelinin olmazsa olmaz ilkeleridir. Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri ve özü Atatürk’ün bu devlet modelinin temel esaslarıdır. Türkiye Cumhuriyeti devleti bir esas devlet olarak ele alındığı zaman, bütün bu ilkelerin bir araya gelmesinden oluşan Atatürk’ün devlet modeli ile beraber ortak bir yapıya sahip olduğu görülmektedir. Bu nedenle, Türk Devleti’ni başka devletlerle karşılaştırırken özünde var olan Atatürk’ün kendine özgü modelini görmezden gelmek mümkün değildir. Atatürk düşmanları ve emperyalizmin işbirlikçisi ulus düşmanları Atatürk’e saldırırken, aynı zamanda onun devlet modeline de karşı çıkmaktalar ve tarihsel sürecin bir ulusal kazanımı olan bu devlet modelini devre dışı bırakarak, Türkleri başka tür devlet modellerine zorlamaktadırlar. Anayasanın değişmez maddeleri içinde yer alan bu modelin dayandığı bütün ilkeler Türk Anayasa Hukuku’nun temel prensipleri olarak, Anayasa Hukuku’na ve devlet yaşamına yön göstermektedirler. Kanun koyucular ve anayasa yapıcılar bu gerçekleri dikkate alarak hareket etmek durumlundadırlar, aksi takdirde Türkiye’de bir hukuk devletinin varlığından söz edebilmek son derece zorlaşabilir. Bütün yasalar hazırlanırken olduğu gibi anayasa değişiklikleri sırasında da, Atatürk’ün devlet modelini oluşturan değişmez maddelerdeki ilkelerin esas alınması zorunluluğu vardır.
Atatürk’ün devlet modelini savunmak,
Atatürk’ün devlet modelini savunmak, esas devletin siyasal ve hukukî yapısını ortaya koymaktadır. Bu tutumun derin devlet tartışmaları ile uzaktan yakından hiç bir ilgisi yoktur çünkü, bir hukuk devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti, Anayasa’daki değişmez maddelerde belirtilen Atatürk’ün devlet modelini taşımaktadır ve bu modelin ilkelerine dayanmaktadır. Derinlik aynı zamanda bir yeraltı çağrışımı yaptığı için, Atatürk ilkelerine ve devlet modeline dayanan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yapısını korumak ve savunmak bir esas devletçilik olarak, derin devlet yaklaşımlarından uzak düşmektedir. Esas devlet Teşkilat-ı Esasiye kanunundan gelen bir kavram olarak bütünüyle anayasal ve yasal yapılanmayı ifâde etmekte ve kesin olarak bir gizlilik ortaya koyan derin devletçilikle tamamen zıt bir anlam taşımaktadır. Türk anayasa sistemi bir pozitif hukuk yapılanmasıdır ve bu doğrultuda yürürlükte olan uygulamayı temsil etmektedir. Bütün hukuk işlemlerinin yürürlükteki anayasa ve ilkeleri doğrultusunda yapılması ve yasalar ile diğer hukuk düzenlemelerinin buna göre yapılması gerekmektedir. Derin devletçiliğin suç kokan yaklaşımlarına karşılık esas devletçiliğin hukuksal yapılanması, anayasal sistem doğrultusunda Atatürk’ün devlet modelinin korunması için elverişli bir ortam yaratmaktadır. Ciddî hukukçular, pozitif sistemin korunması için öncülük yaparlarsa ve üzerlerine düşen görevleri yerine getirirlerse, Türk Devleti dış baskı ve yönlendirmelerle içine sürüklenmiş olduğu devlet krizinden kısa zamanda kurtulma şansını yakalayabilecektir. Burada maddî çıkarlara teslim olmamış ve sâdece hak ile hukukun sesini dile getirecek hukukçuların öncülüğüne gereksinme vardır. Ancak bu yoldan, siyasal senaryolara karşı Atatürk’ün devletini ayakta tutabilmek mümkün olacaktır.
Son zamanlarda geliştirilen bir psikolojik savaş senaryosu
Son zamanlarda geliştirilen bir psikolojik savaş senaryosu ile, Atatürk’ün devletini korumak ya da savunmak bir ideolojik devletçilik olarak adlandırılmaktadır. Bazı siyonist İkinci Cumhuriyetçilerle beraber emperyalizm işbirlikçisi neoliberaller tarafından geliştirilen bu söylem tarzı, Türk Anayasası’nda var olan ve hâlen yürürlükte olan Atatürk’ün devlet modelinin savunulmasını ya da korunmasını daha işin başında mahkûm etmekte, bu tutumu ideolojik devletçilik biçiminde suçlayarak, neredeyse pozitif hukuk düzeninin savunulmasını olanaksız bir duruma düşürmektedirler. Emperyal merkezler tarafından geliştirilmiş olan bu psikolojik savaş yaklaşımı ile, Türk Devleti’ni tasfiye süreci hızlandırılmak istenmekte ve her türlü koruma ya da savunma girişimi en baştan suçlanarak devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır. Kendileri, neoliberalizmi, postmodernizmi, siyonizmi ciddî ideolojiler olarak savunurlarken ve bu ideolojilere dayanarak Atatürk’ün devlet modeline açıktan saldırırlarken, ulusal, üniter ve laik bir yapıya sahip olan Atatürk’ün devlet modelini ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Burada ciddî bir ideolojik saldırı vardır ve bu Türk ulusunun, Kurtuluş Savaşı’ndan gelen kazanımlarını ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Türk ulusu uyuyorsa, bu ideolojik saldırılar hedefini bulabilir ama Türk ulusu uyumuyorsa o zaman bu ideolojik saldırılar bir emperyalist safsata olmaktan ileri gidemez.
Ulusal iradenin kurucu bir irade olarak kabul ettiği bugünkü anayasal düzen devam edecektir.
Tarihsel süreç içerisinde Türk ulusu kurtuluşunu kazandığına göre, ulusal iradesinin kurucu bir irade olarak kabul edildiği bugünkü anayasal düzen devam edecektir. Türk Devleti’nin kurucu iradesi Türk ulusunun Kurtuluş Savaşı’nda ortaya koymuş olduğu bağımsızlık iradesidir. Sonradan iktidara gelmiş olan siyasal partilerin ya da askerî rejimlerin anayasa yapmaları kurucu irade olarak kabul edilemez. Onlar, Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında Türk ulusu adına kurucu iradeyi temsil ederek devleti kuran Atatürk’ün izleyicileridir. Sonraki iktidarlar devleti kuran iradenin doğrultusunda hareket ederek kurulmuş olan devleti yönetmişlerdir. Onların yaptığı anayasa ya da yasalar da bir kurucu irade aramak yanlıştır, çünkü kurucu irade tektir ve o da devleti kuran Türk ulusu ile onun temsilcisi olan Atatürk’ün iradesidir. Devlet modelini ideolojik devlet olarak suçlamak da yanlıştır ve kurucu iradeyi ortadan kaldırmaya yönelik bir siyasal manevradır.
Emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileri
Devletin kurucu iradesine ve devletin temelinde kurucu iradeden gelen modele, emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileri resmî ideoloji olarak karşı çıkmaktadırlar. Var olan anayasal düzeni resmî ideoloji olarak suçlamak ya da çamur atmak, bir anlamda pozitif anayasal düzeni kabul etmemek ve açıktan karşı çıkmak anlamına gelmektedir. Ilımlı İslâm modelini getirmek isteyen cemaatçiliği sivil toplumculuk olarak görmek, alt kimlikleri örgütleyerek etnik topluluklar yaratmayı gene aynı doğrultuda başka bir tür sivil toplumculuk olarak düşünmek, gene resmen geçerli olan anayasal düzeni resmî ideoloji diye suçlayanların bir psikolojik savaş taktiğidir. Bu tür oyunlar dünyanın her yerinde devlet modeline ya da anayasal düzene karşı çıkanların kendi muhalefetlerini gizledikleri girişimlerdir. Son zamanlarda Türkiye’de de özellikle federasyoncuların bu tür tavırlar içine girdikleri görülmekte, Anayasa’nın temelini oluşturan Atatürk’ün devlet modeli resmî ideoloji adına dışlanırken, sivil toplumculuk görünümü altında cemaatçilik ve etnikçilik meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu bölgede hegemonya projeleri peşinde koşan emperyal dış güçler de bu tür siyasal senaryoları hem örgütlemekte hem de finanse ederek Türkiye’deki siyasal gelişmeleri belirli yönlere doğru çekmeye çalışmaktadırlar. Esas devleti korumak, anayasal düzeni savunmak; resmî ideoloji ya da derin devletçi suçlamalarıyla önlenmeye çalışılmaktadır. Ve bu tür emperyalist ağızlar, ülkede ciddi bir kafa karışıklığı yaratmakta ve Türk insanının devleti ile rejimine olan güvenini sarsmaktadır. Emperyalizmin saldırısına karşı bir var olma savaşı vererek tarih sahnesinde kalan Türk ulusunun bu tür siyasal oyunlara karşı daha güçlü bir biçimde karşı koyması gerekmektedir, aksi takdirde devlet düzeninin korumak her geçen gün daha da zorlaşacaktır.
Atatürk’ün devlet modelinin temelinde bir temel norm olarak ulusal, üniter ve merkezî devlet yapısı bulunmaktadır.
Atatürk’ün devlet modelinin temelinde bir temel norm olarak ulusal, üniter ve merkezî devlet yapısı bulunmaktadır. Anayasanın başlangıç hükümleri ile beraber değişmez maddeleri, Türk devletinin dayandığı temel normdur. Her devletin temelinde bir temel norm yatmaktadır. Büyük hukuk bilgini Hans Kelsen’in ortaya koyduğu gibi, her devlet bir anayasaya dayanır ve her anayasada da devletin dayanağı olan bir temel norm bulunur. Amerikan devleti bir federasyondur. İngiliz devleti bir krallıktır. İsrail devleti bir din devletidir. İran devleti bir İslâm devletidir. Türk devleti de bir ulusal ve üniter bir merkezî devlettir. Devletin kurucu iradesini temsil eden Atatürk, Türk ulusu adına bu devlet modelini anayasal sistemin temel normu hâline getirmiştir. İşbaşına gelen iktidarlar bu temel norma uygun olarak hareket etmek durumundadırlar. Türk devleti yıkılmadıkça ve yerine yeni bir devlet kurulmadıkça, Atatürk’ün devlet modeli Türkiye Cumhuriyeti anayasalarında bir temel norm olarak varlığını sürdürecek ve geleceğe dönük olarak devletin bu ilkeler doğrultusunda kurumlaşmasını sağlayacaktır. Demokrasi kavramını alt kimlikleri yasallaştırma doğrultusunda kullananlar ulusal bir demokrasi olamayacağını gösterme çabası içerisinde, yeni bir Sevr haritası yaratarak alt kimlikli eyaletlere dayanan bölgesel federasyonu oluşturabilmenin çabası içindedirler. Tam bu aşamada, Türk devletinin dayandığı temel norm görmezden gelinerek Atatürk’ün devlet modeli tasfiye edilmek istenmektedir. Türk devletinin kuran temel norm görmezden gelinirken, küresel imparatorluk ardında koşan tekelci sermayenin iktidarına dönük bir yapılanma doğrultusunda Türkiye yeni bir temel norma ve devlet yapılanmasına sürüklenmek istenmektedir. Türk devletini kurmuş olan Türk ulusunun artık iradesine sahip çıkarak, Atatürk’ün kurmuş olduğu devlet modelinin geleceğe dönük varlığını koruyabilmesi için yeniden millî mücadele ruhuna yönelmesinin gerekliliği her geçen gün daha da artmaktadır. Önümüzdeki dönemde, devletin temelindeki ulusal ve üniter devlet temel normuna sahip çıkanlarla, emperyalizmin gerçekleştirmek istediği çok uluslu eyalet ve federasyon yapılanması ardında koşanlar arasında bir siyasal çekişmenin yaşanacağı görülmektedir. Türk ulusu kısa zamanda toparlanarak Atatürk’ün devlet modeline sahip çıkarsa, böylesine bir çekişme yaşanmadan toplumsal barış içerisinde Türkiye Cumhuriyeti geleceğe dönük olarak gelişmesini sürdürebilecektir. Toparlanma olmaz ve çekişme yaşanırsa, böylesine bir sürecin nerede duracağını şimdiden kestirebilmek olanaksızdır. Yeni bir dünya düzeni arayışı aşamasında Türk ulusunu belirsizliklere sürüklemeye hiç kimsenin hakkının olmaması gerekir. Atatürk’ün devlet modeli Türk ulusunu gelecekte güvence altına alabilmek açısından son derece yeterli bir sistemdir. Türk ulusu bu gerçeği bilerek hareket ederse bir çok emperyalist oyun bozulabilecektir.

12 Ekim 2018 Cuma

CHP Denizli Milletvekili Kazım Arslan : “SARAY’A YENİ İSRAF KURULU ÜYELERİ ATANDI” -Saray rejiminin yeni kurulları hem bürokrasiyi arttıracak, hem de israfı çoğaltacak.

CHP Denizli Milletvekili Kazım Arslan: “SARAY’A YENİ İSRAF KURULU ÜYELERİ ATANDI”
Saray rejiminin yeni kurulları hem bürokrasiyi arttıracak, hem de israfı çoğaltacak.
Enflasyonla Mücadele Planı açıklandı, ama çok sabredilemedi ve 76 üyeli yeni “Padişahım Çok Yaşa” ekibi, bütçeye en az 11 milyon TL ek yük getirdi. Bu kararname maddesiyle Saray’ın günlük harcaması en az 30 bin TL arttırıldı.
Kurul üyesi olarak atanan Orhan Gencebay, şu çarpık düzene bakıp da kime “Batsın bu dünya” diyecek?
YENİ TRAFİK CEZALARI, SARAY’IN YENİ İSRAF KURULU İÇİN...
AKP dün Meclise sunduğu trafik cezalarını katlayan kanun teklifi ile, Saray’ın yeni israf faturasını mı dikkate aldı?
2-3 km hız farkıyla radara yakalanan vatandaş, 2019’da trafik canavarından önce Saray’ın israf canavarlığına teslim ediliyor.
Saray, radar zammıyla Orhan Gencebay’ın, muayenesiz araç cezasıyla Hülya Koçyiğit’in, hurdalık araçla trafiğe çıkana kesilecek cezayla Burhan Kuzu’nun, sol şerit ihlaliyle Mehmet Uçum ve Ayşe Nur Bahçekapılı’nın, emniyet şeridi ihlaliyle Murat Bardakçı’nın maaşını, el freni çekip etrafinda dönen arabaya kesilecek cezayla Nihat Zeybekci’nin masrafını, sahte çakar lamba cezasıyla çakma iktisatçı Yiğit Bulut’un faturasını, cep telefonu cezasıyla ise, ay sonunu zor getiren şifacı İbrahim Saracoğlu’nun parasını karşılayacak gibi gözüküyor.
“TEMSİLDE TASARRUF OLMAZ” DEDİLER, ŞİMDİ DE YILDA 141 BİN TL YİYECEKLER
Yeni Ekonomi Planı açıklandıktan sonra Saray’da tek bir tasarruflu ampul göremedik, şimdi de Enflasyonla Mücadele Programı’ndan sonra bütçeye ek bir israf deliği açılmıştır.
Krizdeki esnaf, çalışan ve emekli, 76 üyenin her biri için yılda en az 141 bin 528 TL ödeyecek.
Daha bitmedi... Bu heyetler “Temsilde tasarruf olmaz” deyip gezecekler, yiyecek içecekler, misafir ağırlayacaklar. Sarayın yükü millete daha da artacak.
Türkiye’yi ekonomik krizin eşiğine getirip koltuğunu teslim etmiş eski Ekonomi Bakanından tutun da jöleli ve saz ekibine kadar her şey eski tas eski hamam..
Ülkeyi krize sokanlar şimdi de batağı derinleştirmeye çalışıyorlar. Eski vekillerin gönlü kırılmasın, sanatçı yandaşlar bağlılıktan kopmasın diye israftan geri adım atılmıyor.
Anlaşılıyor ki kriz Saray’dan hissedilmiyor.
PARANIN BULUNAMADIĞI VE FAİZLERİN FIRLADIĞI DÖNEMDE KURUL ÜYELERİ MAAŞ ALACAK
Ekonominin temel kurallarına boş boş meydan okuyan, konuştukça doları fırlatan kadrolar terfi aldı.
Saray rejiminin kredi reel faizini yüzde 40’lara fırlattığı, sıcak paraya yüksek faiz için can attığı devirde, “faizsiz bankacılık ve İslami usul ekonomi” diyen birisi, politika kurulunda ne iş yapacak? Ayıptır, haramdır, utanç vericidir !
Krizi başlatan kadro, kriz derinleşirken seyre devam edip adeta ödüllendiriliyor.
Hatasını katlayan bu Saray rejimi, ülkeyi batıran bu kadro vatandaşa “daha çok vergi verin, biz Cumhurbaşkanıyla daha çok gezelim ve daha rahat yaşayalım" diyor.
Bu kadro, zaten danışmanlıktan, eski vekillikten, bakanlıktan, başka yerlerin yönetim kurulu üyeliklerinden dolan ceplerinin üzerine bir de ayda 11 bin 794 TL parayı indirecekler.
HATAYA ALKIŞ TUTAN DEĞİL, KRİZDEN ÇIKIŞ ARAYAN KADROLAR LAZIM
Halkın vergisi yeni bir “akiller heyeti” kurularak çarçur ediliyor. Türkiye’den Pay Pal’ı kovan da bu kadroda, ekonomiyi batıranlar da burada… Akil insan heyetinde olup teröre geçit verilirken seyre dalanlar da burada, sokaklarda paramiliter silahlanma artarken bunun altyapısını teşvik edenler de burada. Kadın kuşağı programlarında şifalı bitki tarifi verip Saray’ın Lokman Hekimi olmaya kalkışan da burada.
Bize yanlışa alkış tutan kadrolar değil, ülkeyi krizden kurtaracak kadrolar lazım. Ülkeyi batırmanın hesabını vermesi gerekenlerin birçoğu bugün yeni akil heyetine seçilmiş, maaşını ve koltuğunu koruyor. Saray, içine düştüğü bataklıktan kurtulmak yerine israfı katlıyor, artırdıkça arttırıyor.
Toplumdan “tasarruf” isteyenler Saray’da israfı kadrolaştırıyor, daha çok vergiyle daha fazla krizin kapısını aralıyor. Liyakatın yerini körü körüne sadakat alıyor.
Öğlen kadın kuşağı programlarına çıkan “uzmanlar”ın, magazin programlarına dahi konu olan isimlerin birçoğu bugün Saray’ın politika kuruluna isim yazdırabiliyor.
Yazıktır… Günahtır...
Güya “Enflasyonla Topyekun Mücadele” dediler, daha aradan birkaç saat geçmeden “Topyekun Nemalanma, Faydalanma ve İnadına Kadrolaşma” Kararı çıkardılar.
Bu yaklaşımı şiddetle reddediyoruz, Cumhurbaşkanını da samimi olarak tasarrufa davet ediyoruz.
Kazım ARSLAN
CHP Denizli Milletvekili
03124205655
05322173848-05057770820

2 Ekim 2018 Salı

Haber.Makale: "DEVLETİMİZİN RESMİ BELLEĞİ RESMİ GAZETENİN ÖNEMİ" (Resmi Gazete yayınına, sadece Sakarya’da cephe savaşı yapıldığı günlerde bir süre ara verilmiştir) Hüsnü MERDANOĞLU (E. Başbakanlık Uzmanı)


DEVLETİMİZİN RESMİ BELLEĞİ RESMİ GAZETENİN ÖNEMİ (*)
Hüsnü MERDANOĞLU
(E. Başbakanlık Uzmanı)

Demokrasiyle yönetilen devletlerde yönetenlerin ve yönetilenlerin uyacakları yasalar ve benzeri yaptırımı olan yazılı hukuk kuralları, herkesin kolayca anlayacağı bir dille hazırlanır, olabildiğince yaygın iletişim organlarıyla yayınlanır ve duyurulur. Bu hukuk kuralları devletin belleği özelliğinde, en güvenilir başvuru kaynağı oldukları için her hangi bir çelişki durumunda yararlanmak üzere güvenli ortamda arşivlenir, korunur ve yararlanmak isteyenlerin hizmetine hazır halde bulundurulur.
Ülkemizde devlet belleği özelliğine sahip kaynakların başında, Türkiye Cumhuriyeti Resmi Gazetesi ve bu gazetenin geçmişten günümüze kadar korunan arşivi gelmektedir. Öncesi Osmanlı dönemine dayana “T.C. Resmi Gazete” başlığı altında yayınlanan bu devlet belleği kimi aşamalardan geçerek ve korunarak günümüze ulaşmıştır.
İlk Resmi Yayın Takvimi Vekayi
Tarihimizde, Resmi Gazete özelliğini taşıyan ilk yazılı kaynak, dünyadaki yayım yaşamından yıllar sonra 1831 yılında yayımına başlanılan “Takvimi Vekayi” dir. II. Mahmut’un bu konudaki “iradesi”nde; bir resmi yayın kaynağına ihtiyaç olduğu vurgulanmıştır.
Dünya devletlerinin yayına verdikleri öneme rağmen geçte olsa, Osmanlı dönemi yöneticilerinin desteğiyle yayınlanan Takvimi Vekayi’nin, Osmanlıca ile birlikte diğer dillerde de yayımlanan ilk resmi gazete olması, halkı bilgilendirme görevini üstlenmesi nedeniyle de ayrı bir önem taşımaktadır.
Takvimi Vekayi’nin sayfaları arasında kuşkusuz tarihimizde iz bırakan birçok haber ( o dönemde devlet görevlilerinin gezileri ve resmi ziyaretler de Takvimi Vekayi’de haber olarak yer almıştır) ve kararlar yayımlanmıştır. Örneğin; 11 Nisan 1920 (1336) tarihli ve 3824 sayılı Takvimi Vekayi’nin yakın tarihimiz yönünden ve arşiv belgesi olarak ayrı bir önemi bulunmaktadır. Takvimi Vekayi’nin söz konusu tarihli sayısını önemli kılan neden; ülkemizin emperyalist güçler tarafından işgal olunması üzerine durumdan görev çıkararak, Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızı başlatan başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Kuvayı Milliye’nin (Ulusal Güçlerin) öncülerinin idama mahkûm edilmeleri ile ilgili fetvanın yayımlanmış olmasıdır.
Bir başka belge ise; Takvimi Vekayi’nin 23 Ekim 1921 tarihli nüshasında yayınlanmıştır. Altında dönemin padişahı (anı zamanda halife) VI. Mehmet Vahdettin’in imzası olan kararname ile ayet ve hadislerin Türkçeye çevrilmesi, Türkçe olarak açıklanması yasaklanmıştır. (Anlaşılan o ki, Kuvayı Milliye’nin çabalarının Kur’an ve hadislere aykırı olmadığını vaaz ve hutbeleri ile açıklayan Mehmet Akif’in –Ersoy- açıklamalarından halkın, inandığı dini doğru anlaması önlenmek istenmiştir.)
Birçok örneği verilebilecek olan bu tarihi gerçekler; Takvimi Vekayi’nin arşivi günümüze kadar saklanıp korunduğu için, somut şekilde incelenip açıkça görüle bilinmektedir.
TBMM’nin Resmi Yayını Cerideyi Resmiye,
Türkiye Cumhuriyeti’nin öncesini, Osmanlı İmparatorluğu oluşturduğu gibi Takvim-i Vekayi'nin devamı olarak da, Cerideyi Resmiye gazetesi kabul edilmiştir.
Şunu da belirtelim ki o günler; Kuvayı Milliyecilerin haklı uğraşlarında kamuoyu oluşturmak için çok zor koşullarda çıkarmaya çalıştıkları ve yarı resmi gazete özelliğinde olan Hâkimiyeti Milliye gazetesi bir süre görev üstlenmiş, bu gazetenin yayını için; gerekli kâğıt ve dizgici gizli olarak İstanbul’dan (Dersaadet’ten) Ankara’ya getirilmiştir.
Kuvayı Milliyenin başkenti Ankara’da, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışını izleyen dönemde adı “Cerideyi Resmiye” olarak yayına başlayan gazetenin yasal dayanağını; TBMM’nin ilk kanunlarından olan 6 sayılı Kanun ve TBMM tarafından yürürlüğe konulan 7 Ekim 1920 tarihli Kararname oluşturmuştur.
İstanbul’da yayımlanmakta olan Takvimi Vekayi var iken, TBMM Hükümetinin yeni bir gazete yayımlaması, hem siyasi hem de tarihi bir zorunluluğun sonucunda olmuştur. Her şeyden önce o dönemde İstanbul, eylemsel olarak (fiilen) işgal altındadır.
18 Temmuz 1921 tarihini taşıyan 21 inci sayıya kadar yayımlanan Ceride-i Resmiye, Ulusal Kurtuluş Savaşının yoğun olduğu dönemde yayımlanmamıştır. Sakarya Meydan Muharebesinden sonra, 22 nci sayıdan başlayarak ve “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin Resmi Ceridesi” adı altında yayımını sürdürmüştür.
"Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin Resmi Gazetesi" adını taşıyan "Resmi Ceride", Cumhuriyetimizin kurulmasından sonra, 7 Kasım 1923 tarihli 41 inci sayıdan itibaren "Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Resmi Gazetesi" başlığı altında yayımlanmıştır.
Sonra, devlet kurma ve yönetme ciddiyetine yaraşır bir sorumluluk bilinciyle, her konuda olduğu gibi Resmi Ceride konusuna da el atılmış ve 24.05.1341 (1925) tarihli “Resmi Ceridenin Neşri ve Tevzii Hakkında Kararname” (Resmi Gazete’nin Yayımı ve Dağıtımı Hakkında) yürürlüğe konulmuştur.
17 Aralık 1927 tarih ve 763 sayıdan itibaren günümüze kadar; "Türkiye Cumhuriyeti Resmi Gazete" başlığı altında aralıksız yayımlanan hukuk düzenimizi oluşturan kanun ve kuralların yayımlandığı, temel kaynak olduğu kadar temel resmi bellek özeliliğini de taşıyan bu Resmi Gazete; 01.11.1928 tarihli "Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Kanunu”nun yürürlüğe girmesine dek eski yazı ile bu tarihten sonra da Latin harfleriyle yayımlanmıştır. Bu görev; Başbakanlığın merkez birimlerinden olan Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğü’nün sorumluğunda, Başbakanlık Basımevi ve Döner Sermaye İşletmesi Müdürlüğünce sürdürülmüştür.
Develiğimiz kurucusu ve kanat geren kadroların geleceğimizi nasıl bir özen ve düzenle hazırladıklarını, ülkemizin başka ülkeler karşısında geri kalamayıp odları da geçerek, halkımızın karnı tok sırtı pek olarak yaşamasına yönelik ne denli askeri, eğitim ve ekonomik önemde yatırımların yapıp geliştirildiğini, yasama, yürütme ve yargı yönünden özenle kurumlaştırıldığını, askeri müdahale dönemlerinin yasa ve yürütme anlayışını, hükümetlerin siyasi yaklaşımlarını ve yasama organlarını yasaya verdikleri önem ile ilerleyen süreçte bu konulardaki yaklaşımları; Resmi Gazete arşivlerini somut olarak inceleyerek, belli bir sonuca varmak mümkündür.
Ne var ki, son yasal ve anayasal düzenlemelerden Resmi Gazete yayın birimi de nasibini almış, ilgili birimler kapatıldığı gibi Resim Gazete’nin kâğıt ortamında değil de, kâğıt kıtlığı nedeniyle dijital ortamda yayınlanması ve saklanmasına karar verildiği basın ve sosyal medya ortamında duyulmuştur. Bu kararın alınmasında kâğıt kıtlığının etkin olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Çünkü ülkemizi zenginlik ve genel refah yönünden mevcut durumunu; Ulusal Kurtuluş Savaşı verildiği günlerden yani değil lastik ayakkabıyı bulmak çarık bile bulunmadığı, at arpasından hedik, eşek derisinden kelik yapıldığı günlerle kıyaslamak mümkün değildir.
Resmi Bellek Olarak Resmi Gazete’nin Önemi
Osmanlı yönetiminde “belgeler” anlamına gelen “evrak” kayıtlarına önem verilmiş, başkent olarak bulunulan her ilde (Bursa, Edirne, İstanbul) devlete ait belgelikler kurulmuş, dönemin olayları kaydetmekle görevli resmi devlet tarihçileri (Vak'a-nüvisler ya da vak’anivis) kayda geçirdikleri Osmanlı belgelikleri, dünyanın en zengin tarih hazinelerindendir. Çünkü somut yazılı arşivlik belge olarak arşivlerde yerlerini almıştır.
Cumhuriyetimizin kuruluşu ile birlikte hukuk düzeninin oluşturulması hedeflendiği için çağdaş devlete yaraşır bir anlayışla hukuk devleti olgusu benimsenmiş, Devletin, Anayasanın ve yasaların yetkili kıldığı organların ve toplumun uyması için yürürlüğe koyduğu yazılı hukuk kurallarının kamuoyuna duyurulması ise hukuk devleti olmanın gereği olarak görülmüştür. Yasa koyucu ya da idare tarafında yürürlüğe konulan yazılı hukuk kurallarının "duyurma" görevini, yazılı kayıt ve belge bağlamında Resmi Gazete yerine getirmiştir. Üstelik yerel yöneticilerin, yayınlanan bu kuralların yurttaşlara duyurup, anlamalarını sağlamaları zorunlu kılınmıştır.
Teknolojik gelişmelere koşut olarak, Resmi Gazete ’ye 27 Haziran 2000 tarihinden itibaren internet ortamından ulaşılması kolaylığı sağlanmıştır. (http://rega.basbakanlik.gov.tr/) Bu yararlı hizmet geçmiş yıllara da yaygınlaştırılmıştır. Resmi Gazete’nin internet ortamında yayınlanması doğal olarak abone sayısını azalması nedeniyle baskı sayısı azaltmıştır. Ancak Resmi Gazete nüshaları devlet olmanın ciddiyeti gereğince Başbakanlığın ilgili birimince düzenli olarak arşivlenmesine devam olunmuştur. Resmi Gazete arşivleri, devlet hafızasını koruma ciddiyetiyle; Mili Kütüphane, TBMM Kütüphanesi, İstanbul Kütüphanesi ve İzmir Kütüphanesi gibi devletin temel arşiv belleklerinde yerlerini almıştır.
Resmi Gazete arşivi o denli devlet belleği ve güvenilir dayanaktır ki, Resmi Gazetelerde yayınlanan devlet yazılı kurallarını içeren ve “düstur” olarak anılan mevzuat kaymaları Cumhuriyet döneminde:
III. Tertipten başlatılmıştır. Çünkü:
Birinci tertip düsturlar; 1863-1908 dönemine ait mevzuatı içine alan düsturlardır. İkinci tertip düsturlar: Meşrutiyetin ilanı tarihi olan 10 Temmuz 1908’den 23 Nisan 1920 tarihine kadar Osmanlı Devleti’nce kabul olunun mevzuata ait olanlardır. Bunun anlamı; Padişahlıktan, Cumhuriyet yönetimine geçilmiş olsa da, yazıl kaynakların arşiv özelliği korunmuş, üstelik Memurun Muhammet’i Hakkında Kanun gibi Osmanlı döneminde yürürlüğe konulan kimi kanunlar Cumhuriyet döneminde de uzun süre yürürlükte kalmıştır.
“Yok kanun, yap kanun” anlayışıyla Türk hukuk kurallarının hangisinin yürüklükte, hangisinin yürürlükte olmadığı gibi içinden çıkılmaz bir duruma düşülünce, metinler güvenilir bir şekilde derlenerek Mevzuat Bilgi Sistemi şeklinde kamuoyunun hizmetine sunulması (kadife edilmesi), Resmi Gazetelerde yayınlanan bilgilerden yararlanılarak gerçekleştirilmiştir.
**
Yazılı hukuk kurallarımızın (mevzuatımızın) derlenip kolay bulunmasını sağlamaya yönelik düzenlemelere (kodifikasyon) uzun yıllarını vermiş, devlet arşivinin öneminin bilincinde biri olarak dahası; yurduna yurttaş olma sorumluluğuyla ve devletime olan yükümlülüklerimi yerine getirme anlayışıyla belirtmek isterim ki;
Ulusal Kurtuluş Savaşı günlerinde; devlet arşivini oluşturmak, halkın olabildiğince aydınlanmasını sağlamak için İstanbul’dan mürettip (dizgici) ve gerekil araç ve kâğıt kaçırılarak, Ankara’da Resmi Gazete (o dönemdeki adı; Resmi Ceride) yayınlanmıştır.
Tarihimizde Resmi Gazete yayınına sadece ölüm-kalım koşullarının yaşanıldığı Sakarya’da cephe savaşı verildiği günlerinde geçici olarak ara verilmiştir.
Resmi Gazete konusunda uzmanlaşmış elemanların işlerine son verilip, Resmi Gazete yayınında kağıt doküman kadar güvenilir olmayan sanal ortama yönelmenin, “e devlet esir devlet” yaygın söylemi karşısında sakıncalar doğuracağının ayırdına varılarak, devlet aklının somut belgesi olan Resmi Gazete’nin hiç değilse arşiv malzemesi olarak az sayıda da olsa baskısının yapılmalıdır. Böylece bu güne dek korunan resmi kuruluşlardaki arşivlerin güvenilir şekilde varlıklarını sürdürülmesi, devletimizin sürekliliği bağlamında yaşamsal önem taşımaktadır.
*(Önemli hatırlatma; Resmi Gazete yayınına, sadece Sakarya’da cephe savaşı yapıldığı günlerde bir süre ara verilmiştir)