TEKEL’İN ÖZELLEŞTİRİLMESİ BÜYÜK BİR
VURGUNDUR
MALKARA HABER
Tekirdağ
Milletvekili Candan Yüceer, Tekirdağ’da faaliyet gösteren içki fabrikasının
kapatılmasına tepki gösterdi. Yüceer, “86 yıllık bir üretim geleneğinin basit
bir kararla başka bir ile taşınması, üreticisinden, nakliyecisine
tedarikçisinden tacirine yüzlerce kişinin işinden edilmesi, nasıl yalnızca kar
odaklı, acımasız neoliberal bir düzende yaşadığımızın göstergesidir” dedi.
Tekirdağ Milletvekili Candan Yüceer yaptığı yazılı
açıklamasında, Türkiye’de 2002 sonrasında uygulanan özelleştirme politikasıyla
Devletin milletle beraber kurduğu fabrikaların tümünün neredeyse peşkeş
çekildiğini ve başlı başına bir özelleştirme skandalı olan Tekel’in içki
bölümünü satışının bu haraç mezat satış anlayışının en belirgin örneği olduğunu
belirtti. Yüceer, “AKP hükümetlerinin iş başında olduğu son 15 yılda 125 büyük
özelleştirme yapıldı. Diğer küçük özelleştirmelerle birlikte toplam 59 milyar
dolar gelir elde edildi. 80 yılda elde edilen Cumhuriyet eserlerini 15 yılda
satıp açıklar kapatılmaya çalışıldı ama buna rağmen Türkiye’nin iki yakası bir
araya gelmedi” dedi.
TEKEL’İN
ÖZELLEŞTİRİLMESİ BÜYÜK BİR VURGUNDUR
Zamanın Maliye Bakanı Unakıtan’ın “babalar gibi satarız”
söylemiyle hatırlanan TEKEL’in Alkollü İçkiler Bölümü satışının devletin
birikimlerinin nasıl çarçur edildiğine ilişkin açık bir örnek olduğunun altını
çizen Yüceer, “2004’te Nurol, Limak, Özaltın ve Tütsab şirketlerinden oluşan
konsorsiyumun oluşturduğu Mey İçki’ye devredildi. Mey İçki, TEKEL’in 17 fabrikası
ve çeşitli taşınmazları ile stoklarına 292 milyon dolara sahip oldu. Sonra
ABD’li Texas Pacific Group’a 810 milyon dolara satıldı. Amerikalı şirket Mey
İçki’yi 2011’de İngiliz Diageo şirketine, 2,1 milyar dolar sattı. 2004 yılında
292 milyon dolara satılan TEKEL’in içki bölümü 7 yıl sonra 2,1 milyar dolara
satıldı. Bu rakamlar vurgunun büyüklüğünü ortaya koymaktadır” dedi.
86 YILLIK BİR
ÜRETİM GELENEĞİ YOK EDİLDİ
Böylesi çarpık bir süreçle yönetilen özelleştirmelerin
sonuçlarının da çarpık olduğunu vurgulayan Yüceer, “şimdi 1931’de kurulan ve
Türkiye’de eşsiz kabul edilen Tekirdağ içki fabrikasının kapısına kilit
vuruluyor. Yüzlerce insan buradan elde ettiğini gelirini kaybediyor. Bazı
şeyler kar zarar hesabının ötesindedir. Tekirdağ İçki Fabrikası, savaştan
yorgun ve yoksul çıkmış bir halkın, Cumhuriyet’i kurduktan, kapitülasyonları
kaldırdıktan sonra canını dişine takarak yaptığı büyük sanayileşme hamlesinin
sembolüdür” dedi.
BU FABRİKALAR
BİR HALKIN KENDİNİ İSPATIYDI
Tekirdağ İçki Fabrikası gibi Cumhuriyet’in daha emekleme
çağlarında yarattığı bu sanayi tesislerini, bu binbir emekle kurulmuş
fabrikaları bir halkın kendini ispatı, bir varoluş mücadelesi, emperyalizme
karşı birer kale olarak görmek gerektiğini ifade eden Yüceer, “Tekirdağ İçki
Fabrikasının kapısına kilit vurulduğu 17 Ağustos 2017 tarihi yalnızca
Tekirdağlılar için değil, Cumhuriyet’in yarattığı değerlere sahip çıkan her
vatandaş için acı bir gündür” dedi.,
http://www.malkarahaber.com.tr/tekelin-ozellestirilmesi-buyuk-bir-vurgundur.html
***
BÜYÜK
PROJELER, BÜYÜK YALANLAR, BÜYÜK VURGUNLAR VE BÜYÜK YIKIMLAR!
FİKRET
BAŞKAYA
(ABC KRİTİK
- 08.09.2016)
Kapitalizm dahilinde "kalkınma" diye bir
şey mümkün müdür? Sermayenin büyümesi neden kalkınma sayılsın? Veya
"kalkınma" kelimesi neyi gizliyor?
Fikret Başkaya
Başlarda kapitalizme "yaratıcı
yıkıcılık" deniyordu ve gerçekten de öyleydi. Artık
öyle değil. Şimdilerde sistem çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor, yaptığından
daha çoğunu bozuyor, yıkıcılık yaratıcılığın önüne geçmiş durumda. Kapitalizm
öyle netameli bir sistemdir ki, bu dünyada ne varsa metalaştırıyor, paralılaştırıyor,
özelleştiriyor, özel mülk kategorisine indirgiyor, her şeyi alış-veriş
nesnesine, kâr aracına dönüştürüyor. Müşterekleri yok ediyor, canlı olan ne
varsa ölü metalara dönüştürüyor. Velhasıl tam bir kadavra medeniyeti... Tabi bu
arada insanı da insanlıktan çıkarıyor. İnsana ve doğaya zarar vermeden yol
alamıyor. Lâkin bu kepazelik, "ilerleme",
"büyüme", "kalkınma", "çağdaşlaşma", vb.
sayılıyor, üstelik büyük bir başarı olarak sunuluyor ve insanlar bu büyük
yalana inanıyor! Aksi halde yıkımın bir başarı öyküsü olarak sunulabilmesi
mümkün olmazdı.
Şimdilerde "büyük projeler" tam
bir yıkım ve yok etme aracına dönüştü. Bir proje ne kadar büyükse, kâr da,
vurgun da, tabii yıkım da o kadar büyük oluyor. Mesela 1 km . Hızlı Tren yolu için
harcanan kaynakla yaklaşık 2 km .
normal tren yolu yapılabilir. Üstelik kullanıcılar için daha ucuzdur, istasyon
sayısı çoktur, kapsayıcılığı fazladır ve daha zevklidir. Ama kapitalistler daha
büyüğünü, daha kârlısını tercih ediyorlar... Bu yüzden, işte, Üçüncü Köprü, Üçüncü
Hava Limanı, "çılgın proje" de
denilen Kanal İstanbul, Osmangazi Köprüsü, Galata Port projesi, Akkuyu ve Sinop
nükleer santralleri, Doğu Karadeniz için tasarlanan HES'ler, Ilısu Barajı,
Hızlı tren, dev AVM'ler, Türkiye'nin en büyük camii, vb... dayatılıyor...
Bu büyük projelerle amaçlanan toplumun bir ihtiyacını
karşılamak değil, kâr etmek, sermayeyi büyütmek, topluma, herkese ait olanı
gasp etmek, birilerini daha da zengin etmek, vurgunu büyütmektir. Gerçek durum
böyle ama retorik farklı... Büyük sermaye 'değerlenme' sıkıntısı çekiyor ve onu
aşmak için de bu büyük projeler dayatılıyor. Dolayısıyla ilişki ters-yüz
olmuş durumda... İhtiyaçtan hareketle bir şey yapılmıyor, tam tersine kâr
etmek, sömürüyü, yağma ve talanı büyütmek için bir "ihtiyaç" peydahlanıyor...
Tabii büyük projeler sadece birilerini zengin etme araçları değil, bu büyük
projeler eski çağların tapınaklarının yerini almış durumda. Nasıl eski
zamanlarda devasa tapınaklar kralların, imparatorların, sultanların, hanların,
şahların... egemenliğini meşrulaştırma-kabullendirme işlevi görüyorduysa,
finanslaşmış neolibral küresel kapitalizm çağının "büyük projeleri"
de benzer bir işlev görüyor... Böylece bir taşla iki kuş vurmuş oluyorlar...
****
İstanbul boğazına üçüncü bir köprü kurdular, köprüye Osmanlı
İmparatorluğu'nun en zalim, en gaddar, en katliamcı padişahının adını verdiler.
Bu topraklarda yetişen onca harika yazar, romancı, şair, sanatçı, ressam,
düşünce insanından bir tekinin bile adı akıllarına gelmedi... Gelir miydi?
Elbette gelmezdi. Bu rejimin ne mene bir şey olduğunu bilenler, o harika
insanlardan bir tekinin bile adının neden akıllarına gelmediğini gayet iyi
bilir... Zira, bu ülkenin aydınlık timsali, yüz akı ne kadar, yazar, romancı,
şair, sanatçı, düşünce insanı... var olmuşsa, bu rejime, bu devlete rağmen var
olmuşlardır. Zira bu rejim oldum-olası onları hep katli vacip düşmanlar olarak
gördü ve görmeye devam ediyor... Belki böylesi daha iyi, aksi halde tam
bir yıkım, yok etme ve kirletme aracı olan bu köprü, o güzel insanlardan
birinin adını da kirletecekti...
****
Köprüye 'üçüncü gerdan' diyorlar. Bir boğazda üç gerdana ne
gerek var? Birinci köprü trafik sorununu çözecekti, çözmedi, ikinci köprü
trafik sorunu çözecekti çözmedi, üçüncüsü de çözmeyecek. O halde dördüncüsü, beşincisi...
gündemde demektir... Zira yanlış soruya doğru cevap mümkün değildir.
Üçüncü köprü trafik sorununu çözmeyecek, tam tersine daha da azdıracak. Kuzey
ormanları karayolu için feda edilmiş durumda. Su kaynakları, tarım alanları her
tülü canlı yaşam yok edildi. Bu bir betonlama-astvaltlama operasyonudur. Kentin
eko-sistemi bozuldu, daha da bozulacak. Ne için? Bir kaç sermaye gurubunun
güzel hatırı için... Dünyanın en geniş köprüsüymüş. Bir de raylı sistem
olacakmış. İki tarafta tren yolu hattı olmadan o raylar ne işe yarayacak?
Fakat hızlarını alamıyorlar. Dünyanın en büyük hava limanı için de 35,6 milyar
dolar harcanacakmış. O da yapılırsa artık İstanbul'un defteri dürülmüş
olacak...
****
Eğer amaç İstanbul'un trafik sorununu çözmek olsaydı, raylı
sistem, deniz ulaşımı ve tüp geçitler gündeme gelirdi. Fakat ondan önce kent
nüfusunu sınırlamanın bir yolunu bulmak ve araba şımarıklığına da izin vermemek
gerekirdi. Kamu ulaşımını, toplu taşımayı esas alan bir ulaşım sistemi
tasarlamak gerekirdi. Zira, araba kenti öldürüyor. Her yeni köprü demek, yeni
yerleşim yerleri ve artan nüfusu demektir. Fatih Sultan Mehmet Köprüsünün
İstanbul'un nüfusunu yaklaşık 5 milyon artırdığı tahmin ediliyor. Yavuz Sultan
Selim köprüsünün de 6 milyon kadar artırmayacağını kim söyleye bilir? Fakat
asıl yıkım yolda. Eğer dünyanın en büyük Üçüncü Hava Limanı ve çılgın proje
Kanal İstanbul da gerçekleşirse, İstanbul'un nüfusu 30 milyonu aşabilir ve
artık ortada İstanbul diye bir şey kalmaz. Bu ülkenin nüfusunun yaklaşık üçte
birini bir yere yığmanın mantığı nedir? 30 milyonluk bir şehir olabilir mi?
Bana göre şehir, merkezdeki meydana, kamu binalarına, hastaneye, postaneye.
tiyatroya, sinemaya, pazara, eş-dost ziyaretine yürüyerek gidilebilen yerdir.
Vaktiyle İstanbul dünyanın en güzel kentlerinden biriyken ve belki
birincisiyken, daha şimdiden yaşanamaz bir yer haline gelmiş durumda. Bu
güzelim kentin rant aşkına heba edilmesi insanları neden rahatsız etmez,
insanlar bu kepazeliğe neden itiraz etmez? Bir dünya harikasını yok etmek
ne mene bir utanmazlıktır? Eğer kapitalizmi sorun etmezseniz, eğer lânet olası
özel mülkiyeti sorun etmezseniz, en büyük hırsızlığı en büyük başarı
sayarsanız, zenginliği-yoksulluğu adam gibi tartışmaya yanaşmazsanız, güzelim
İstanbul'un heba olmasına şaşmak niye?
****
Tam bir yıkım ve yok etme aracı olan bu 'büyük projelere'
kim karar veriyor? Büyük sermayenin adamları ve onların devleti karar veriyor.
Şimdilerde devlet sadece sermaye için, sermayeyi büyütmek için var. Başkaca hiç
bir asgari kaygı söz konusu değil... Yönetenler artık neden yönetemiyor
sanıyorsunuz? Böyle bir rejimin hala bir meşruiyeti kalır mı? Bu sürdürülebilir
bir durum mudur? O kadar ki, artık bilinen müteşebbis (girişimci) tanımı da
değişmiş görünüyor. Zira müteşebbis risk alandır. Yaptığının sonuçları kesin
olarak öngörülebilir değildir. Kâr da, zarar da potansiyel bir olasılıktır...
Önce bir yer için bir proje tasarlanıyor, kaça mâl olacağına projeyi
yapanlar karar veriyor, nereye kurulacağına da onlar karar veriyor. Bir de kâr
garantisi veriliyor. İşte her şey gözünüzün önünde olup-bitiyor... Bunun için
dahiyane bir şey keşfetmişler. Eğer bir proje planlananın, beklenin altında kâr
ederse, aradaki farkı devlet karşılıyor. Bunun adı kapitalistleri maaşa
bağlamaktır. İşte şimdilerde tam bir haraca dönüşen 'vergiler' asıl onlar için
alınıyor!
****
Rejimin adamlarının övünç kaynağı olan 'büyük projelerden'
biri olan Osman Gazi Köprüsünden geçen araç sayısı, günde 40 bin, yılda 14.6
milyonun altında kalırsa, aradaki farkı devlet karşılıyor! Sevsinler sizin
"yap-işlet-devret" modelinizi... Adamlardaki şu "yaratıcı
zekaya" bakın: Bir köprü inşa etmişler, geçenden de geçmeyenden de haraç
alıyorlar. Bunun anlamı, Nurol-Özaltın-Makyol-Astaldi/Yüksel, Göçay Grubu'nun
sahibi olduğu Otoyol AŞ'yi maaşa bağlamaktır. Ve bu durum 22 yıl devam
edecekmiş! Artık o şirketler isterlerse 22 yıl sonra emekliye ayrılabilirler...
Köprü açıldıktan bu güne kadar sevgili kapitalistlerimize bütçeden ne kadar
ödeme yapıldığını merak eden var mı? Sadece 11-26 Temmuz tarihleri arasındaki
16 günde devletin kasasından (sizin cebinizden) yaklaşık 20 milyon dolar ( 59
milyon 541 bin TL) ödenmiş... Eğer matematiğiniz kuvvetliyse şöyle bir denklem
kurabilirsiniz: Sevgili şirketlerimize 16 günde devlet bütçesinden 20 milyon
dolar ödenirse, 365 günde kaç milyon dolar ödenir?..
****
3 milyar dolara mal olduğu söylenen Yavuz Sultan Selim
Köprüsü için araba başına geçiş ücreti 3 dolar tespit edilmiş. (Tabii TIR,
kamyon, kamyonet, vb. için çok daha yüksek). Mesela 5 dolar olsaydı memleket
daha hızlı kalkınırdı... Ve günde 135 bin otomobil geçişi garantisi verilmiş.
Geçişler o rakamın altında kalırsa, devlet 10 yıl 2 ay boyunca aradaki farkı
kapatacakmış. Aynı Osman Gazi Köprüsünde olduğu gibi... Bir aksilik olsa o köprüden
tek bir araç geçmese, devlet devletliğini bilecek ve şirketlerin maaşını tıkır
tıkır ödeyecek... Öyle ya dünyanın en geniş köprüsünü yapmak kolay değil!.. İyi
de yağma ve talanın, yıkımın ve yok etmenin bir başarı sayılmasının sırrı
nedir? Bu nasıl mümkün oluyor? İşte asıl mesele bu... Tüm bu yıkımlar, yok
etmeler, kirletmeler, yağma ve talan ilerleme, kalkınma, büyüme, vb. adına
yapılıyor. İyi de büyüyen ne pahasına, nasıl büyüyor? O büyüme kimin için ne
anlama geliyor? İnsanlar neden sadece yapılanı görüyor da yıkılanı görmek
istemiyor? Gerçekten kalkınma denilen nedir? Kapitalizm dahilinde "kalkınma" diye
bir şey mümkün müdür? Sermayenin büyümesi neden kalkınma sayılsın? Veya "kalkınma" kelimesi
neyi gizliyor? Her yıkımdan sonra insanlar durumlarının iyileşeceğini
sanıyorlar? İyi de, birilerinin kâr etme kaygısı sizin refahınız ve doğanın
korunması gereğiyle bağdaşır mı? Artık birilerinin bu kepazeliği teşhir etmesi
gerekiyor. Daha geç olmadan şeyleri adıyla çağırabilen birileri sahaya çıkmalı,
yalana, ikiyüzlülüğe ve sinizme son vermeli.
****
ÖZELLEŞTİRME GERÇEĞİ
CAHİT SÖNMEZ
cahit.sonmez@yeniasir.com.tr (25.5.2012 | Arşiv)YENİ
ASIR
Özelleştirme İdaresi, 2011 yılını da kapsayan
"Özelleştirme Uygulamaları" raporunu kamuoyuna duyurdu. Detay
bilgiler var... Ne kadar özelleştirme yapılmış, hangi yöntemlerle yapılmış
sorularının yanıtları veriliyor, birçok rakamsal veriler sunuluyor. Rakamların
analizini yapacağız, ancak raporu okurken ilk aklımdan geçen şu oldu, 26 yılda
büyük yankılarla yapılan özelleştirme bu muydu?
Rapora göre, 1986 yılında başlanan özelleştirme macerasında 2011 yılı sonu
itibariyle 43.1 milyar dolara ulaşılmış. Üstelik net gelir de değil.
Özelleştirme sürecinde yapılan harcama, yani maliyetler çıkarıldığında net
getiri 32.4 milyar dolara iniyor. Türkiye'nin aylık ihracatının 10 milyar dolar
civar olduğunu göz önünde bulundurursak, 26 yılda 200 civarında satılan kurum
karşılığında, sadece 3 aylık ihracat geliri elde edilebilmiş. Özelleştirilen
200 kurumun 189'unda devlet payı sıfır düzeyinde iken, 11 şirkette düşük oranda
payı kalmış kamunun. Geçenlerde Petkim'deki yüzde 10'un biraz üzerinde payını
da elden çıkardı.
Onca kurumun satışından sağlanan gelirin düşüklüğünün yanı sıra, özelleştirme yöntemleri de dikkat çekiyor. 1986 yılından bugüne kadar yapılan özelleştirmelerin yüzde 47'si blok satış ile gerçekleşmiş. Halka arz yöntemi yüzde 16'da kalıyor. İMKB'deki satış yüzde 3. Kalan kısım ise varlık ve tesis satışlarından oluşuyor. Yöntem kompozisyonu batı normlarının tam tersi. ABD ve Avrupa ülkeleri milli değerlerini özelleştirirken halkına satmayı tercih etmiş. Bu yüzden halka arz yöntemi yüzde 50'nin rahatlıkla üzerine çıkıyor.
ÜLKE DENEYİMLERİ
Amerika, birkaç satış hariç, 1980'lerin başında Reagan'ın kurduğu "Federal Mülkiyeti İnceleme Teşkilatı" tarafından özelleştirmeye hızlı bir ivme verdi ve 1991 yılında kamu kesiminin yüzde 50'sini sattı. Amerika özelleştirme sürecini tamamlayıp kenara çekilmedi, özelleştirme sonrası süreci de dikkate aldı. Özelleştirilen kurumlarda yaşanan istihdam sorunlarına karşın sektörler arası geçişi sağlayacak alt yapıyı da oluşturdu. İşte bu zeminde 650 bin civarında işçi sektör değiştirdi ve mağduriyet söz konusu olmadı. İngiltere'de de özelleştirme bayrağını Thatcher taşımış. İngiltere'de 90'ların başında yarıdan fazla özelleştirme gerçekleştirmiş, 1 milyonun üzerinde yerel yönetimlere ait gayrimenkulleri özelleştirmiş. Tüm bu faaliyetler sonucunda 9 milyon vatandaşı hisse senedi yoluyla özelleştirilen kurumlara ortak olmuşlar.
Ekonominin iç dinamikleri açısından Türkiye ile benzerlik gösteren Latin Amerika ülkelerinde bile halka arza önem verilmiş. Örneğin, Brezilya Petroban şirketini özelleştirirken halka arz yöntemini benimsemiş ve 5 milyar hisseyi banka şubeleri kanalıyla halkına satmış.
NEDEN KAR GETİRENLER?
Tamam, yöntemi de geçelim. Asıl raporda dikkat çeken nokta, 2004 yılından sonra hep kar sağlayan kamu kurumları özelleştirilmesi. 1986'dan 2004'e kadar geçen sürede özellikle siyasi nedenlerle kar sağlayamayan, gerekli istihdamın yüzde 30 fazlasına sahip kamu kuruluşları da özelleştirilmiş. Bir yerde özelleştirme amacına uygun bir süreç olduğunu söyleyebiliriz. Ancak 2004 yılı ve sonrasında nedense hep yüksek getiri elde eden kurumlar blok satış yöntemiyle özelleştiriliyor. Aynen, aile bireyinin borcunu ödemek için evdeki kıymetli gümüş tepsiyi satması gibi.
Karlı şirketlerin özelleştirilmesi ne yazık ki, istihdam yaratıyor, vergi veriyor, sermaye tabana yayılıyor gibi özelleştirmenin süslü püslü kılıfının içine girmiyor. Zira, bu karlı kuruluşları yabancı sermaye aldığında zaman geçirmeden karı ülkesine transfer ediyor ve doğal olarak Türkiye ekonomisine kanalize olmuyor. Birkaç yıl yeniden yatırım zorunluluğu getirerek kısmen kendimizi avutuyoruz o kadar.
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'nın bu yılki özelleştirme hedefi 12.5 milyar dolar seviyesinde rapora göre. Hem 2012 hedefinde hem de bundan sonrasında yabancılara mülk satışı önemli rol oynayacak. Yunanistan adalarını satıyor diye üzülürken... Neyse, yabancılar mülk aldıklarında bu gayrimenkulleri ülkelerine götüremeyeceklermiş. Öyle duydum özelleştirmeyi savunanlardan.
Onca kurumun satışından sağlanan gelirin düşüklüğünün yanı sıra, özelleştirme yöntemleri de dikkat çekiyor. 1986 yılından bugüne kadar yapılan özelleştirmelerin yüzde 47'si blok satış ile gerçekleşmiş. Halka arz yöntemi yüzde 16'da kalıyor. İMKB'deki satış yüzde 3. Kalan kısım ise varlık ve tesis satışlarından oluşuyor. Yöntem kompozisyonu batı normlarının tam tersi. ABD ve Avrupa ülkeleri milli değerlerini özelleştirirken halkına satmayı tercih etmiş. Bu yüzden halka arz yöntemi yüzde 50'nin rahatlıkla üzerine çıkıyor.
ÜLKE DENEYİMLERİ
Amerika, birkaç satış hariç, 1980'lerin başında Reagan'ın kurduğu "Federal Mülkiyeti İnceleme Teşkilatı" tarafından özelleştirmeye hızlı bir ivme verdi ve 1991 yılında kamu kesiminin yüzde 50'sini sattı. Amerika özelleştirme sürecini tamamlayıp kenara çekilmedi, özelleştirme sonrası süreci de dikkate aldı. Özelleştirilen kurumlarda yaşanan istihdam sorunlarına karşın sektörler arası geçişi sağlayacak alt yapıyı da oluşturdu. İşte bu zeminde 650 bin civarında işçi sektör değiştirdi ve mağduriyet söz konusu olmadı. İngiltere'de de özelleştirme bayrağını Thatcher taşımış. İngiltere'de 90'ların başında yarıdan fazla özelleştirme gerçekleştirmiş, 1 milyonun üzerinde yerel yönetimlere ait gayrimenkulleri özelleştirmiş. Tüm bu faaliyetler sonucunda 9 milyon vatandaşı hisse senedi yoluyla özelleştirilen kurumlara ortak olmuşlar.
Ekonominin iç dinamikleri açısından Türkiye ile benzerlik gösteren Latin Amerika ülkelerinde bile halka arza önem verilmiş. Örneğin, Brezilya Petroban şirketini özelleştirirken halka arz yöntemini benimsemiş ve 5 milyar hisseyi banka şubeleri kanalıyla halkına satmış.
NEDEN KAR GETİRENLER?
Tamam, yöntemi de geçelim. Asıl raporda dikkat çeken nokta, 2004 yılından sonra hep kar sağlayan kamu kurumları özelleştirilmesi. 1986'dan 2004'e kadar geçen sürede özellikle siyasi nedenlerle kar sağlayamayan, gerekli istihdamın yüzde 30 fazlasına sahip kamu kuruluşları da özelleştirilmiş. Bir yerde özelleştirme amacına uygun bir süreç olduğunu söyleyebiliriz. Ancak 2004 yılı ve sonrasında nedense hep yüksek getiri elde eden kurumlar blok satış yöntemiyle özelleştiriliyor. Aynen, aile bireyinin borcunu ödemek için evdeki kıymetli gümüş tepsiyi satması gibi.
Karlı şirketlerin özelleştirilmesi ne yazık ki, istihdam yaratıyor, vergi veriyor, sermaye tabana yayılıyor gibi özelleştirmenin süslü püslü kılıfının içine girmiyor. Zira, bu karlı kuruluşları yabancı sermaye aldığında zaman geçirmeden karı ülkesine transfer ediyor ve doğal olarak Türkiye ekonomisine kanalize olmuyor. Birkaç yıl yeniden yatırım zorunluluğu getirerek kısmen kendimizi avutuyoruz o kadar.
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'nın bu yılki özelleştirme hedefi 12.5 milyar dolar seviyesinde rapora göre. Hem 2012 hedefinde hem de bundan sonrasında yabancılara mülk satışı önemli rol oynayacak. Yunanistan adalarını satıyor diye üzülürken... Neyse, yabancılar mülk aldıklarında bu gayrimenkulleri ülkelerine götüremeyeceklermiş. Öyle duydum özelleştirmeyi savunanlardan.